Modernleşmenin normalleşmesi

Çok eski bir metin, bilgin için taslak....

Mimarlıkta kamusal boyutu ortaya koyan ve “star bina akımı takıntısından uzak” mimarlar olan biteni anlamayı, profesyonelliğin gerçeklerle yüzleşmesini savunuyorlar. Mimari fanteziler ile sosyal gerçeklik arasındaki boşlukta bir köprü kurmaya, mimarlıkla kamusal sorunlar arasında bir ilişki kurmaya çalışıyorlar. N.Y. T.’den Nicolai Ouroussoff’a göre bu tür yeni mimarlık, tasarım eğilimlerini ortaya çıkartmak yerine bu soruna yer veriyor ve bir keşif alanı olan şehir üzerine bir vurgu yapıyor. Kentlerde birbiriyle yarışan gösterişli alışveriş merkezleri bir bakıma kamusal bir mekan izlenimi veriyorlar.

Diğer taraftan gelişmelerin kenti “gentrification”a götüren “yaratıcı sınıf” (creative class) adlı kesimin elinde olması, bu kesimin kendisini iktidar ve para peşindeki bir çıkar grubu olarak konumlandırması bu eşitsizliği sorgulanamaz hale getiriyor. Bu kesim eşitsizlik yaratarak, kenti tasarlama, imkanı olmayan insanları kazıyarak kamusal gücü ellerinde topluyor. Sonra da güçlerini mimarlık aracılığıyla sergileyip, halkı kendilerine tapınır hale getiriyorlar. Mimarlığın yegane profesyonel ilgi alanı olarak algılanan inşa etme eylemi mesleğin kamusal boyutunu arka planda bırakıyor. Mimarların yatırımcılar veya kamu yöneticilerinin yönlendirmesi ile yaptıkları derme çatma projelerden, gösterişli yapılara, toplu konutlara, iş ve alışveriş merkezlerine kadar karşımıza çıkan bu tür mimari ürünlere baktığımızda mimarlığın inşa eyleminin bir aşaması gibi algılandığını
görüyoruz. Bazen mimarların kendi özel fikirleri sorgulanmamış kamu fikirleri halini alarak bu mahallerdeki halkı, yaşayanları, sosyal ilişkileri kazıyor. Kenti tümüyle arka planda bırakan ve dönüşümü yatırımcılarla gerçekleştiren bu profesyoneller mimarlığı yalnızca fiziksel çevrenin dönüştürülmesine adanmış bir faaliyet gibi gösteriyorlar. Üstelik deprem, kültür mirası, yoksulluk gibi imgeleri kullanarak, kendilerine mal ederek kendi konumlarını sorgulamaktan daha kolayca uzaklaşıyorlar.

Frederic Jameson Rem Koolhaas’ın fikirlerini tartıştığı “Geleceğin Kenti” başlıklı makalesinde (New Left Review, Mayıs – Haziran 2003) bu konuya eğilmişti. Bu makalede Jameson Koolhaas’ın büyük bir “auteur” olarak nitelenmek ve bu şekilde mimarlık yapmak yerine bugünün kentini anlamaya yönelik incelemelere ağırlık vermesini yorumlamıştı. Jameson modern mimarinin de klasik kent örgütlenmesinden farklı olarak teoriye dökmeden kentleşme sorunuyla haşır neşir olması ile mimarın şehircilik üzerindeki yeni ilgisinin ayrı yaklaşımlar olduğunun altını çiziyordu. Koolhaas yeni biçimler peşinde koşan bir mimar olmadığı gibi “disipliner” bir kent plancısı gibi de hareket etmiyordu. Mimarlığın sosyal boyutu deyince, bir parantez açmak lazım: Sosyal boyuttan anlaşılan mimarlığın başka disiplinlere kayması, çoğu zaman anlaşıldığı gibi mimarların kendi sorun alanlarını bırakıp başka konularla uğraşması değil. Mimarlığın hem sosyal bilimlerdeki gelişmelerle, yeni durumları gözlemleyici araçlarla ve sorgulamalarla gerçekleşmesi, hem de konusuyla temas etmesi, etkileşime girmesi demek. Başka bir deyişle “ayrıksı”, yapılarla haşır neşir olan mimarlık, geçici somutlaştırmalar yaparak, metaforları bir inşaat faaliyeti aracı olarak konumlandırır ve tekrarlarken; somutlaştırmayı sorgulayan kamusal sorumluluk üstlenmiş mimarlık tekil perspektiflerin kesinlik kazanmasına karşı bir bağışıklık kazanmış hale geliyor. Böylece, belki daha da fazlasını yapıyor: Bir çok tekil perspektifin özgürce ortaya çıkmasına, yaratıcılığa, kentlerin kendilerini masaya yatırmasına imkan tanıyor. Bu nedenle “19. yüzyılın ütopyalarını 21. yüzyılın gerçekleri arasına gizleyen modernist kentleşme bir çıkmazda”. Ancak buna cevabın gene mimarlığın profesyonel ilgi alanı içinde bulunması gerekli. Mimarların başta öngördükleri bütünsel tasarım düşü, tam da kendi niteliği ile ve gerçekleşmeye en yakın olduğu anda, tersine dönüyor. Modern kenti tanımlayacak bütün somutlaştırmalar, tıpkı ters dönmüş bir masanın yüzeyindeki gibi bir “döküntü uzam” oluşturuyor. Tarihin ortadan kaybolması, Alzeimer benzeri bozulmalar… Ona göre “döküntüuzamda masalar tersine dönmüş vaziyette. Döküntüuzam yalnızca alt sistemlerden oluşuyor: Bir üst yapısı olmayan, bir çerçeve arayışındaki yetim parçalardan… (Oysa) bütün somutlaştırmalar geçici. İnşaat da bir yumuşaklık kazandı, tıpkı terzilik gibi. Buna karşılık mimari proje bir mimarın bakış açısını yansıtan bir roman ya da edebi bir eser değildir. İşte bu nedenle kültür kavramı artık eğitim, ekonomi, turizm, güvenlik gibi kavramların yanına konulacak bir gösteri, sembolik bir somutlaştırma alanı değil, bu ayrıksı kamu fikirlerini sorgulayacak, etkileşime sokacak bir enerji alanıdır. Güncel bir kültür pratiği olarak mimarlığın bu nedenle kamusal işlevinin doğrudan doğruya endüstri/kent ilişkisinin ve pratiklerinin koşullandırdığı klasik şehir tasarımının bir ‘yapısöküm’ ünü gerçekleştirmeyi hedeflediğini iddia etmek yanlış olmaz. Kentsel yoksulluk, deprem riski, çevre sorunları, dönüşüm gibi kamusal konular hiç şüphesiz mimarlığı etkilediler ama hiçbir zaman profesyonel çerçevede bir değişime yol açmadılar. Bu nedenle profesyonel dönüşümü tartışmak için böylesine bir problem çözme mantığına mesafeli durmakla başlayabiliriz. Çünkü biz ne kadar bu kavramları başka bir bağlama taşımaya gayret edersek edelim, onlar eski kamu fikrinin ögeleri olarak işlev görüyorlar. Bu söylemlerde dile gelen sorunların çözümü de değil. Yalnızca mevcut aktörlerin, eski kamu fikrinin sürdürülebilirliği.

Uzmanın uğraşı doğrudan üretimi konu alan bir uğraş gibi gözüküyorsa da, kendisine gizli bir nesne bulur. Tasarımcı bir şeyin üzerine konuşurken aslında -hep gözümüzün önünde olduğu halde- gölgede kalan bir başka şey üzerine konuşur. Böylece görünüşte ‘temsil edilen’ tersyüz edilip ‘temsil edilmeyen’e dönüşür. Plancının, mimarın, tasarımcının üzerine konuştuğu bu yeni nesne, ya kopyalanan nesnenin bir benzeri, modeli ya ‘gerçeğe tekabül eden’ ölçekli bir temsilidir. Böylece temsil, mekanın içinde başka şeylerle birlikte yan yana duran ve varolan bir şey değil, ona tekabül eden, onun yerine geçen bir şeydir. Başka bir deyişle temsil saydamlaşır. Biz ona baktığımızda onu değil, resmettiği şeyi gördüğümüzü zannederiz. Bu yanılsama yani yerine geçme, şeyler arasında görünmeyen bir hiyerarşi kurar. Resmetmek, bütün ‘üretim’ faaliyetleri için kullanılabilecek bir kavram iken, şimdi yalnızca tasarımcının plancının ayrıcalıklı faaliyetini ifade etmek için özel bir anlam kazanır. Onun için de ilahi bir güçle, mekanın dışına çıkması, buna karşılık kendini saydamlaştırıp, içeriğiyle örtüşmesi, gizlenmesi, yani görüldüğü yerde görülmemesi gerekir. Böylece üzerine konuşulan şey, ‘temsil edilmediği halde, edildiği izlenimini veren’ ve gerçeğin bir izdüşümü gibi sanki uzmanın ‘elleriyle’ şekil verebileceği bir nesne haline gelir.

Bu ‘iddia’ya karşılık insani mekanlar, mimarlık ürünleri, şehirler hiç bir zaman endüstriyel ürünler gibi tasarlanmadı. ‘Gelişmiş’ dediğimiz siyasal demokrasilerin siyasal tercihleri ve yönetimlerin kararlarını değil, bunların kurgulama safhasını ilgilendirdiği varsayılabilir. Her ne kadar ‘siyasi özne’nin tasarrufları gibi gözükse bile, ‘gelişmiş’ dediğimiz siyasal demokrasilerde siyasal pratiklerin bir ölçüde ve potansiyel olarak, temsil edilenin yerine geçen bir modelden giderek farklılaşan hukuksal bir düzene doğru evrildiği söylenebilir. Yönetim pratikleri de bu nedenle ancak bir siyasal bağlamla birlikte okunabilecek bir olgudur. Yönetim işlevi her ne kadar bir takım hukuki, politik programlar ve sembolik kararlardan ibaretmiş gibi bir izlenim yaratsa da gerçekte temsil sürecinin düzenlenmesinden ibarettir.

Bu da siyasal demokrasinin özündeki tasarlayıcı modelden kamu sahasında ‘tasarlayıcı olmayan’ (sorunsallaştırılmış) bir modele doğru evrilmesinin sonucudur. Konutların, insan yerleşimlerinin (piyasa ürünlerine benzer bir biçimde, tıpkı bir eşya gibi) tasarlanması bir ütopya olarak siyasetin bağrında canlı dururken, hukuk toplumlarında temsilin tasarlayıcı ve toplumsalın yerine geçici gücü törpülenmektedir. Başka bir deyişle tasarımın ‘temsil edilenin yerine geçmesi ya da ‘temsil edilmeyen’e dönüşmesine karşı düzenlemeler oluşmaktadır. Hukuksal düzenin siyasi otoritenin tasarlayıcı ve toplumsalın yerine geçme gücüne karşılık sivil hakların sahiplenilmesi arasındaki bir tür gerilimden doğduğu varsayımıyla bu soru şöyle de sorulabilir: Böyle bir gerilimin olmadığı toplumlarda, meşruiyete dayanan bir kamu mekanizması kendiliğinden gerçekleşmeyeceğine göre, bu koşullarda dönüşümü resmi-siyasal bir seçenek, tasarımsal bir proje olarak sunmak mümkün müdür? ‘Modern Zamanlar’ insani faaliyetlerin temsil niteliklerindeki bir kopuşa işaret eder: İnsani faaliyetler kategorik olarak planlamak, kurgulamak projelendirmek gibi ‘temsil edici’ ve uygulamak, üretmek, gerçekleştirmek gibi ‘temsil edilen’ olarak ikiye ayrılır. İnsani faaliyetler mekanının ‘bildirişimsel’ ve ‘uygulayımsal’ olarak ayrışması, özsel (varoluşsal) bir durum olmayacağına göre, (yani her insani şey temsil edici ve temsil edilen olabildiğine göre), ‘ikonisite’ sonuçta yalnızca uzmanın kendisini konumlama biçimi, ‘kendi ellerinde başkalarının ellerini, kendi yaptığında başkasının yaptığını görmesi’nden başka bir şey değildir.

Modernleşen dünyada varolma hakkı ve ‘insani bir anlamı olan şeyler’ bugün görünüşte yalnızca temsil edilmiş olanlar. Böylece insanın mekan pratiklerinin kendi kendilerini gösterdikleri geleneksel anlamlandırma düzeneği temsil eden ile temsil edilenin birbiriyle örtüştükleri özel bir bilme biçimine dönüşür. Modern dünyada ‘hakikat’ hem vardır, hem de temsil edildiği anda kendisinden başka bir şey olup, yokolur. Bu yüzden modern sanat, özgürleştirici bir faaliyettir.

‘Modern Zamanlar’ insani faaliyetlerin temsil niteliklerindeki bir kopuşa işaret eder: İnsani faaliyetler kategorik olarak planlamak, kurgulamak projelendirmek gibi ‘temsil edici’ ve uygulamak, üretmek, gerçekleştirmek gibi ‘temsil edilen’ olarak ikiye ayrılır. İnsani faaliyetler mekanının ‘bildirişimsel’ ve ‘uygulayımsal’ olarak ayrışması, varoluşsal bir durum olmayacağına göre, (yani her insani şey temsil edici ve temsil edilen olabildiğine göre), temsil sonuçta yalnızca kişinin kendisini bir konumlama biçimi (uzmanlık), kişinin ‘kendi ellerinde başkalarının ellerini, kendi yaptığında başkasının yaptığını görmesi’nden başka bir şey değildir. Modernleşen dünyada varolma hakkı ve ‘insani bir anlamı olan şeyler’ bugün görünüşte yalnızca temsil edilmiş olanlardır. Böylece insanın mekan pratiklerinin kendi kendilerini gösterdikleri geleneksel anlamlandırma düzeneği temsil eden ile temsil edilenin birbiriyle örtüştükleri özel bir bilme biçimine dönüşür. Modern dünyada ‘hakikat’ hem vardır, hem de temsil edildiği anda kendisinden başka bir şey olup, yokolur. Projelendirme/tasarlama kavramı da uygulamaları temsil eden uzmanlıklar toplumuna ait olan bir modernlik sorunsalı kavramıdır. Her uygulama projelendirme faaliyetlerini içerir.

‘Gelişmiş’ dediğimiz siyasal demokrasilerin siyasal tercihleri ve yönetimlerin kararlarını değil, bunların kurgulama safhasını ilgilendirdiği varsayılabilir. Her ne kadar ‘siyasi özne’nin tasarrufları gibi gözükse bile, ‘gelişmiş’ dediğimiz siyasal demokrasilerde siyasal pratiklerin bir ölçüde ve potansiyel olarak, temsil edilenin yerine geçen bir modelden giderek farklılaşan hukuksal bir düzene doğru evrildiği söylenebilir. Yönetim pratikleri de bu nedenle ancak bir siyasal bağlamla birlikte okunabilecek bir olgudur. Yönetim işlevi her ne kadar bir takım hukuki, politik programlar ve sembolik kararlardan ibaretmiş gibi bir izlenim yaratsa da gerçekte temsil sürecinin düzenlenmesinden ibarettir. Siyasal demokrasinin gelişmesi kamu sahasında ‘tasarlayıcı olmayan’ (sorunsallaştırılmış) hukuksal bir modele doğru evrilmesinin bir sonucudur.

‘Klasik’ siyasal demokrasilerden, her ne kadar kararlar yönetimler tarafından alınsa da, kararların toplulukları farklı düzeylerde temsil eden organların işleyişi açısından normlaştırılmış olmasını anlayabiliriz.Yönetimlerin hukuksal temeli meşruiyettir, yani siyasi iradenin vatandaş iradesini temsil etmesini sağlamaktır. İktidarlar meşruiyetlerini bu hukuksal temelden alırlar. Kamusal alanın (piyasa ürünlerine benzer bir biçimde, tıpkı bir eşya gibi) tasarlanması bir ütopya olarak siyasetin bağrında canlı dururken, hukuk toplumlarında temsilin tasarlayıcı ve toplumsalın yerine geçici gücü törpülenmiştir. Başka bir deyişle ‘temsil edilenin’ yoksayılması, yerine geçmesi ya da ‘temsil edilmeyen’e dönüşme sürecine karşı hukuksal düzenlemeler oluşturulmuştur. Meşruiyete dayalı olan demokrasi anlayışı ‘temsil edilen’in hakları üzerine kurumlaşır. Hukuksal düzenin siyasi otoritenin tasarlayıcı ve toplumsalın yerine geçme gücüne karşılık sivil hakların sahiplenilmesi arasındaki bir tür gerilimden doğduğu varsayımıyla sorun şöyle ifade edilebilir: Böyle bir gerilimin olmadığı toplumlarda, hukukun üstünlüğünü sağlayan ve meşruiyete dayanan bir kamu mekanizması kendiliğinden gerçekleşmeyeceğine göre, bu koşullarda ‘hukuk toplumu’na dönüşümü resmi-siyasal bir seçenek, bir tasarımsal bir proje olarak sunmak mümkün müdür? Bugünlerde çok anlamlı olabilecek bir biçimde bu soruya şu da eklenebilir: Gelmiş geçmiş hiç bir ‘siyasal’ seçenek toplumları hukuksal anlamda düzenleyemediğine ve daha doğrusu siyaset seçkinlerinin oluşturduğu siyasal sembolik alandaki bütün girişimler toplumları böylesine bir düzenlemeye elverişli hale getiremediklerine göre?

Etiketler

Bir yanıt yazın