Türklerin Almanya’ya göçünün 50. yılı üzerine...
Bundan tam yarım asır önce, yanına sadece bavulunu ve geleceğe yönelik umutlarını alıp nasıl bir ülkeye gittiğinden habersiz olan dedem de, “misafir işçi” statüsüyle Almanya’ya doğru yolculuğa başlamıştı. Ve elli yıl sonra üçüncü kuşak olarak ben, bambaşka bir hedefle aynı ülkeye ve hatta aynı şehre mimarlık eğitimi almak için geldim ve bu ülkede yaşamaya başladım.
Her iki ülke açısından yıllara yayılacak çok farklı sosyal deneyimler yaşanmıştı bu 50 yıllık zaman içinde. Almanya, topluca gelen Türklere sadece misafir işçi gözüyle bakıyordu. Bu nedenle bu yeni topluma, bulundukları yeni kültüre adapte olabilme imkanı sağlanamamış olacak ki o ilk jenerasyonun Almanya’ya adapte olma süreci hayli sancılı geçmiş ve hala devam etmekte.
Almanya 1960’lı yıllarda savaş sonrası ekonomik kalkınma amacıyla ülkesine Türkleri işçi olarak getirtmişti. Gelen ilk kuşak Türklerin canla başla calışarak Almanya’nın ekonomisine önemli bir katkıda bulunmalarına rağmen, maalesef entegre olabilme, dil öğrenme ve eğitim alabilme gibi sosyal ve kültürel olanaklardan eksik bırakılmışlardır. Bu nedenle elli yıl önce işçi olarak gelmiş bir Türk, bu ülkeden kendi payına maddi kazanç dışında pek bir sey alamamıştır. Bambaşka kültürden ve köklerden gelmiş iki toplumun bir arada uzun yıllar içiçe yaşayabileceği olasılığı hiç düşünülmemiş olacak ki, karşılıklı kültürel etkileşim en aza indirgenmiştir.
Almanya’nın bugünlere gelmesinde büyük katkısı olan bu yeni halk, geriye vatanlarına dönmek yerine bu ülkede kalarak yeni nesillerine kendilerinin sahip olamadıkları gelecekleri sunmak istediler. İlk kuşak adaptasyon süreci oldukça zor ve sıkıntılı geçmişti. Günümüzde yaşamakta ve yetişmekte olan genç nesil elbette ki öncekilere göre çok daha şanslı. Her şeyden önce hemen hepsi ana dili olarak Almanca’yı ögreniyorlar. Çok küçük yaşlarda anaokulunda, Alman kültürünü ve dilini tanımaya başlıyorlar. İlk kuşağın hissettiği “ikinci sınıf olma” duygusunu, genç nesil Almanlarla içiçe eğitim alarak, onlarla aynı ortamda çalışarak ve etkileşimde bulunarak ortadan kaldırmaya calışıyor.
Bu derin konuyu şu an Almanya’da çalıştığım Türk-Alman ortaklığı olan Ağırbaş & Wienstroer Architektur ofisinde Nurdan Yakup ve ofisin kurucularından Mimar Ercan Ağırbaş ile mimari ve sosyal açıdan uzun uzun konuştuk. Türkler bu elli yıllık süreçte sosyal açıdan ne gibi deneyimler yaşamıştı?
1950’li yıllarda Ruhr Bölgesi’nde Türkler’in Almanya’ya ilk gelişinde karşılaştıkları Almanya’nın konut ve mahalle tipolojisine örnek yerleşimler, kaynak: Prof.Scheer’in arşivi
kaynak: Prof.Scheer’in arşivi
Bu konuda Ercan Ağırbaş özellikle eski endüstri alanı olan Ruhr Bölgesi’ne maden ocağı işçisi olarak yerleşen Türklerin yaşamlarından bahsetti. Ruhr Bölgesi’ndeki maden ocaklarında çalışan Türk işçiler için o bölgede yaşam alanları oluşturulmuş. Kırsal alanlardan gelen halkın yaşayacağı küçük, bahçeli, bitişik nizam konut sıraları, bir yandan insanlara kısmen de olsa kırsal alanda alıştıkları yaşam biçimini sunarken diğer taraftan bu konut silsilesini çepeçevre kuşatan bahçe duvarı ve giriş çıkışı sağlayan tek kapısı ile, Türkleri yaşadıkları toplumdan edilgen bir biçimde istemsizce izole etmiş. Tek bir kapıdan ulaşımın sağlandığı, bahçeli evlerin bulunduğu yapı grubu mikro ölçekte küçük bir köyü ya da kırsal toplumu oluşturuyordu. Almanlar bu yerleşim yerlerinden uzak durmayı ve en az iletişim içerisinde bulunmayı tercih etmişler. Bu tavır, zamanla doğal olan yabancılaşma sürecini başlatmış. Türkler tamamen bu sınırlar içerisinde kendilerine dönük gruplar halinde yaşamaya başlamışlar. İşte bu işçi evleri, günümüzde bahsedilen “getto”ların ve Alman şehirlerindeki Türk mahallelerinin çıkış noktalarıdır diye bahsediyor Ercan Ağırbaş.
Türkler’in Almanya’nın kentleşme sürecinde ekonomik, sosyo-kültürel, politik anlamda bir çok olumlu katkıları olmuştur. Kentlerde zaman içinde ortaya çıkan farklı sokak ve mahalle dokuları, o kent parçasının kendine özgü çalışma ilkelerini doğurmuştur.
Südliche Furth
Südliche Furth
Südliche Furth’ta bir sokak şenliği
Tartıştığımız diğer bir konu ise, bu göcün Almanların mimarlık bağlamında Türkiye’yi, Türk şehirlerini tanımaya ve ilgi duymaya başlamalarına yardımcı olmasıdır. Özellikle İstanbul, Almanya’daki Türk ve Alman mimarlar için oldukça cazip bir calışma alanı olarak görülmektedir. Burada cok uluslu bir birlikteliğin getireceği olumlu ve başarılı sonuçlardan bahsetmek mümkündür. Buna en güzel örnek Ağırbaş & Wienstroer ofisinin Almanya’da 2007 yılında yapımı tamamlanan “Südliche Furth” adlı sosyal konut projesidir. Bu projenin gerek kullanıcılar tarafından çok benimsenmesi gerekse Almanya’da büyük başarı kazanmasının en önemli noktası hiç kuşkusuz, projenin çok kültürlü bir yaşam ve paylaşım alanı sunmasıdır. Türklerin, Almanların ve birçok Balkan asıllı ailelerin bir arada yaşamasına ve etkileşimde bulunmasına olanak sağlayan bu proje, yarım asır önce Ruhr Bölgesi’nde Alman hükümetinin yapması gereken çözüm için doğru ve güzel bir örnektir.
Diğer bir konu da Türklerin Almanya’da en çok tanınan yüzü “döner” konusuydu. Döner her ne kadar Türk mutfağını simgelemese de, dünyada en çok bilinen Türk lezzetidir. Almanya’da bir çok küçük döner büfelerine rastlamak mümkün. Bu işletmeler de çoğunlukla Türkler’in veya göçmen diğer vatandaşların yaşam alanlarına yakın çevrelerde bulunmasından dolayı, Türk mutfağının zenginliğini ve kültürünü Almanya’da gerektiği kadar tanıtmaya yardımcı olamamaktadır maalesef. Yine de bu konuda günümüzde güzel gelişmeler görmekteyiz. Dönerci büfeleri artık Almanya şehirlerinin en gözde ve lüks semtlerinde hem mekansallık ve imaj hem de lezzet ve ceşitlilik anlamında başarılı restoranlar olarak tercihen ön sıralarda yer almaktadır.
Sokak Şenliği
Derin ve keyfli sohbetimiz devam ederken, yeni kuşak olan ben ve Nurdan konuyu genç nesile getirdik. Bizim ortak fikrimiz, günümüz Almanya’sında yetişen ve yaşamakta olan genç neslin ilk kuşaktan daha şanslı olduğuydu. Adaptasyon sorunu hala tamamen bitmiş değil aslında. Elbette bizlerde entegrasyon anlamında kendi fırsatlarımızı her şekilde değerlendirmek taraftarıyız. Şu da bir gerçek ki, entegrasyon diye bahsedilen kavram tek taraflı sağlanabilecek bir şey değildir. Biz Türk gençlerinin olduğu kadar, Alman gençlerinin de, hızla globalleşme süreci yaşadığımız bu çağda, önyargılara takılı kalmadan bizlerle beraber iletişim adımını atmaları gerektiğini savunuyoruz.
Her şeyden önce, entegrasyondan uzak kalınmış sancılı bir dönemden sonra gelen bu yeni kuşağın Türkler’in Almanya’da ve Avrupa’daki “işçi” imajını tamamen değiştirecek nitelikte olduğunu düşünüyorum. Almanca’yı ana dili olarak öğrenip onunla büyüyen bu yeni ve umut veren kuşak, artık her meslek alannda iddialı ve başarılı bir şekilde eğitim görmekte, üniversitelerde okumaktalar. Egitimli Türk gençleri sahip oldukları, Almanca, Türkçe, İngilizce gibi üç yabancı dil avantajı ile artık hızla gelişen iş alanlarında çok tercih edilen adaylar olarak ön sıralarda bulunmaktadırlar.
Sonuç olarak, elli yıl önce başlayan büyük bir devinimden ve bu süreç içerisinde kat edilen yollardan bahsediyoruz. Geçmişte yürütülmüş yanlış devlet politikaları nedeniyle çözülememiş sorunların kendiliğinden düzelmelerini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eğer yirmibirinci yüzyılda çok uluslu devletlerden, birlikte yaşamdan, etkileşimden, globalleşmeden bahsediyorsak, herkes karşılıklı olarak üzerine düşen görevi saygı ve özveri içerisinde gerçekleştirmelidir.
Türkler’in Almanya’ya göçünün ellinci yılında ilk gelen ailelerimizden aldığımız cesaretle kendi kültürümüze sahip çıkmak, onu en iyi şekilde temsil etmek ve buranın zenginliğiyle harmanlamak biz genç nesillere düşüyor.