Paramparça Mimarlık

İkiye bölünen Vikont, Altın oran, mimarlık, 3D üzerine, Vitrivius hakkında...

İtalo Calvino’nun, “İkiye bölünen Vikont” isimli ünlü hikayesinin girişi dramatiktir. Orada savaşın kokusunu, inanılmaz atmosferini derinden hissedersiniz. Bohemiya ovasındaki acımasız bir meydan savaşı öncesi ve sonrası sinematografik bir uslup ile anlatılmaktadır. Sahneler acımazdır. Ortalık giderek adeta kan gölüne döner. Türk savaşçılarına karşı Hıristiyanların yanında kendisinin emir eri Curzio ile saf tutan Vikont’un yani Tarralbalı Moderno’nun, atı dayanamaz ve vurulur. Ayakları üzerinde yere çöker ve bütün organları yerlere dökülür. Ardından çok geçmeden Vikont bir top mermisiyle paramparça olur. Savaş bitince diğer yaralılarla hastaneye götürülür. Uzun çabalar ile ve doktorların gayreti ile yaşatılır. Sadece kolu bacağı değil vucudunun bazı parçaları da yoktur. Yaşar yaşamasına da ikiye bölünmüştür. Artık iki dünyası olan biridir. Bir dünyası kafasının içi kötülüklerle dolu olan tarafıdır, diğer yanı ise daha insani olan tarafıdır. Romanın kahramanı, hikayenin muhteşem kurgusu içinde, bu iki dünya arasında yaşamaya mahkumdur artık.

Bu giriş ile vurgulamak istediğim ne Türkler ne de onların karşısında savaşan Hırisiyanlar değil, bir vücudun parçalara ayrılan bir gövdenin hala hayattayken gücünü kaybetmesi, çaresizliği ve giderek dengesini yitirmesidir. Ama gövde hala yaşamaktadır. Başına gelenler bu savaş yüzünden olmuştur. Tıpkı mimarlık dünyasının farklı cephelerde verdiği meydan savaşı sonrası olduğu gibi. Yıllarca süren bu savaşa gelmeden önce çok daha gerilere gidelim.

Bir “Altın Oran” hikayesi vardır. Bir dünya görüşünün sembolüdür. Kim bilir kaç nesilin arkasından gittiği, mimarlık dünyanın en gözde aktörlerinden biri olmuştur. Adeta her yanımızı sarmıştır. Tasarım dünyasını, mimarlık dünyasını formüle etmiştir, formatlamıştır. Altın oran, adı gibi yanlışsız, pürüzsüz, hatasız, hatta neredeyse dokunulmaz, matamatiksel, sayılara bağlı bir dünyanın izleridir. Böyle bir dünyayı hedeflemiştir ve öyle de olmuştur kimbilir kaç yüz yıldır. Aynen bunun gibi mimarlık da çok zor ulaşılan bir dünya olarak onu öğrenenlere sunulmuştur. Tabii uzun yıllar öncesidir. Kimbilir kaç sene altın oranlara, proporsiyonlara, Fibonacci serilerine, canonlara adeta tapınma ile geçer. Hatta modern dünyanın ustalarının doktrinlerinde de baş köşededir. Ama aslında modern mimarinin kendisinin temeli de yapıtlarıyla “perfect, steril” bir dünyayı hedefler. Küpler, dikdörgenler, kareler, net prizmalar, soyutlamalar. İrrasyonel çabalar da vardır ama bu bütün dünyayı saran hatasız bir dünyayı yaratmanın başka bir versiyonudur.

Bizim nesil modern mimarlığın Post Modern dünya ile kesiştiği köşe başlarında bir anlamda elbetteki altın oranlı dünyanın oldukça sonralarında ama onun artçı şoklarıyla, hala anlatılan efsanevi hikayeleriyle büyümüştür, mimarlığı öğrenmiştir. Bu “perfect” dünyadan bize kalan planlardır cephelerdir, kesitlerdir. Hep onların estetik armonisidir. Mimarlık bunlara göre değerlendirilir. İki boyutlu dünyanın estetiğidir. Üç boyutlu volümü anlatır. İki boyutlu dünyanın bizleri adeta hipnotize ettiği kafamızda, zihnimizde bugün bilgisayar programlarının yaptığı hayalleri canlandırmaya çalıştığımız dünyadır. Volüm ve daha ötesindeki boyutlar ise çok sonra gelir.

Sonuç olarak temelde bir soyutlama (abstraction) söz konusudur. Örneğin İçinde yaşarken bir binada hiçbir zaman görülemeyecek aslında gerçek olmayan bir seviye olan plan ve diğer iki boyutlu çizimler teknik bir anlatım olmanın ötesine geçer adeta öğretinin ana ekseni olur. Yani mimarlık soyutlaşır, soyutlamanın estetiği ile uğraşır. Bu da onu resimselleştirir. Mimarlık öğretisinde mimarlık profesyonellerinin kendi aralarında tartıştıkları dili olur. Gerçek yaşamdan da bu dili ile kopar. Kendi içine döner. Bu da mimarlığı ulaşılamaz yapar belki de sokaktan, günlük hayattan kopar gider.

Bu bugün de değişmez. Bir uçtan bir uca yine benzer anlayışla ve anlayışta mimarlıkta eğitimi ve öğrenimi sürer gider, mimarinin pratiğinde de olduğu gibi. Sadece gelen, türlü modelleri ve türlü çizim programlarıyla bilgisayarlardır. Serbest el çizim ise elbette, yavaş yavaş ortadan kalkar ya da eski gücünü kaybeder. Bilgisayarlar mimarların eli kolu olur, neredeyse sizin yerinize de düşünür. Hiç farkında olmadan belki de önümüzdeki sınırlı ekranlara tutsak olmuş Play Station bağımlısı çocuklar, gençler gibiyizdir artık. Mimarık artık bilek işi olmaktan çıkar, parmaklarımızın ucundadır. Komutlarla zaten kitaplığında hazır olan verilere göre bir baştan bir başa hatta ülke, bölge bile tanımadan çoğunlukla biribirine benzer standart, steril dünyalar yaratılır. Perspektifler 3D’lere döner. Onları çizenler de usta 3D’cilere. Yarışmalar bunlara göre, nüanslara göre değerlendirilir. Ustalar, yıldızlar yıldızlı semalar yine mimarlığın üzerindeki gökyüzüdür. Masanın iki tarafında olanlar, hoca ile öğrenci arasındaki öğretme ve öğrenme ile ilgili, bu işin pedagojik tarafı ile ilgili, olan biten ile çok ilgilenilmez. Bir öğrencinin geldiği yer, kişisel deneyimleri, alt yapısı genellikle düşünülmez. Önemli olan sistemdir. Modalarla gelip geçen, değişen, aktörleriyle bize lanse edilen sistemdir. Bir uçtan bir uca onun kabul edilen doğrulardır. Genellikle de paradır, kaçırılmayan işlerle doldurulan mimari fabrikalardır, tabii ki bunların içinde işlerini elbette dürüstçe işlerini yapan profösyoneller olsa da.

Elde ne kalır ? Elde kalan hataya yer olmayan bir dünya yaratma isteğidir. Ama ne yazık ki, yaşadığımız gerçek dünya böyle bir dünya değildir.

Biraz daha ileri gidelim ve bu panaromanın yanında daha da abartılı bir resim, abartılı bir karikatür çizmeye çalışalım. Mimarlığı bir insan figürüne benzetmekle işe başlayalım. Bunun en tanınmış örneği, hepimizin bildiği bir figürü, Leonardo da Vinci’nin 1487’de çizdiği efsanevi Vitrivius Adamıdır. Leonardo antik bir ilahı resmetmiştir sanki. (http://en.wikipedia.org/wiki/Vitruvian_Man). Bu figüre mimarlık diyelim. Hani şu önce karenin içinde iki kolu 90 derece yana açılmış diğeri yuvarlağın içinde bacaklarını açmış kollarını hafif yukarı kaldırmış aynı çıplak insan fiğürünün üst üste gelenlerini. Her ikisinin de üzerine baştan aşağı bir düşey eksen çekelim. Kafa bölümüne sanatı, orta kısma midenin olduğu yere iç mimariyi, ayaklarına da konstrüksiyonu koyalım. Yatay eksende ise kollardan biri peysaj yani “landscape” mimarlığını, öbür kol da kent çalışmalarını, “urban design” ve “kent planlama”yı sembolize etsin. Sonunda eskiden hepsi adeta genel mimarlık kavramı içinde onunla bir bütün olan bazı disiplinler bu resimden ayrılırlar, kendi yollarına giderler. Dahası mimariyi uzaktan eleştirirler, mimarlıkta onları. Sonuçta iki kolu kesilmiş, iç dünyası yani midesi adeta çıkarılmış bir gövde, bir kafa ve ayaklar kalmıştır. Sanatçıların yaptığı sanata hiç benzemeyen bir sanat ve eski bazı eski nostaljilerle ayakta duran bir mimarlık sağı solu kesilmiş bir gövde. Başta sözünü ettiğim Vikont’un savaş hikayesinde olduğu gibi. İşte bu bizim mimarlığımızdır belki de.

Şöyle bir etrafımıza bakalım… Belki tasarladığınız bir evin içini bile bazen kolaylıkla düzenleyemezsiniz. Bazen mal sahipleri ile başınız derde girer. Çünkü, siz birden onların gözünde dış mimar olursunuz. Yeni iç mimarlar bulunur, onlar devreye girer. Planladığınız binanın önüne çıksanız, tasarımınızla biraz sokağa doğru giderseniz onda da belki kent planlamacıları, “urban” tasarımcıları bu işi yapar. Planladığınız binanın bahçesini etrafını düzenlemek isteseniz o da “landscape”çilerin, peyzajcıların çalışma alanına girer. Sonunda kenti planlayanların, kent planlamacıların size gösterdiği yerde, fazla ileri gitmeden, oraya buraya sataşmadan işini yapan, taşıyıcılarıyla bir deri bir kemik kalmış gibi bir binayı tasarlayacak, sanki diş dolgusu yapan uslu bir mimar haline gelebilirsiniz. Tabii eğer büyük işler yapan, tanınmış herkesin size gelip kuyruğa girdiği meşhur bir mimarsanız zaten yukarıdakilerle hiç alakanız yoktur. Bunlar sizi çok fazla ilgilendirmez. Aldığınız projenin içini de dışını da, cephesini de, sokağına taşan tarafını da, bahçesini de hatta bütün etrafındakileri de, yapının adasını da, hatta belki bütün bir kenti de siz tasarlayabilirsiniz eğer şansınız yaver gider ise. Ama bu da mimarlık okyanusunda, binlerce mimarın arasından çok azının gördüğü bir rüyadır. Gerçekler başkadır.

Şimdi tekrar başta sözünü ettiğim İkiye Bölünen Vikont’una geri dönelim ve Calvino’nun romanının son sayfalarına doğru hikayesinin finalindeki sahneyi adeta yine bir yönetmen gibi nasıl kurduğuna tanık olalım.

Yeşile çalan bir şafak sökmektedir. Vikont’un bir savaşta ikiye bölünen iyi ve kötü tarafı kılıçlarını çekmiş, biribirleriyle amansız bir düelloya girişirler. Yarım saatlik öldürücü mücadele sonrasında, şatoya bir sedyede tek bir yaralı götürülür. Yarım yarım Vikont’un iki yanı biradadır. Doktor sedyedeki Vikont’un iyi ve kötü tarafını sarıp sarmalar. İç organlarını, damarlarını, parçalarını bir araya getirmeye çalışır. Sonunda Moderno Dayı yine tam bir insan olmuştur. Yani eskiden olduğu gibi iyi ve kötünün karışımı olmuştur. Ama daha da önemlisi iki yanında deneyimlerine sahip olduğu için çok olgunlaşmıştır.

Köprünün altından bu kadar su aktıktan sonra mimarlık için de böyle bir hayal, böyle bir rüya varmı dır, bilinmez… Yeni dünyada herkes yerini almış, herşey durulmuş olsa da, yaşanan bunca deneyim sonrası, buradaki gibi ayrılan parçaların bir araya geldiği böyle bir mutlu son olur mu… Herşey tekrar bir araya gelir mi… Kim bilir…! Ama en azından mimarın ve mimarlık ile ilgili bölümlerdeki bir öğrencinin kafasında, bu mimarlığın paramparça edilen hali kafada bir araya gelmeli, içi, dışı öylesi, böylesi bir yana bütünü bilinmeli, düşünülmeli, hikayenin parçaları bir şekilde bir araya getirilmeli diyor insan, en azından…. Sanki insanın ailesini, geçmişini, daha önce yaşananları, olanları bitenleri bilmesi, ondan ders çıkartılması, olgunlaşması gibi… O zaman belki sınırlar ötesi, global tek tiplemelerden ve tek hedefe yönelmekten uzak, çeşitlilik dolu, herkesin deneyimleriyle yorumlayacağı farklı mimarlıklarımızı bulmak, mimarlık sistemimizin bir yerinde kendisini tariflemek ve herkesin kendi yorumlayacağı biçimi ile mimarlık dediğimiz bu işten keyif almak belki mümkündür…

Bu resimde, bu parçalanmalar, bu gürültü arasında yerini dikkatle düşündüğümde benim çok net olarak anladığım mimarlığın toplumdan, günlük yaşamdan hala oldukça kopuk olduğudur. Ve de belki de en önemlisi tasarımlarıyla mimar ve mimar adayı için hedeflenen hatalara yer olmayan, sanki cilalanmış bir mimarlık, gıcır gıcır bir dünya (PERFECT WORLD) yaratmak yerine, hataları da içine alan, iyisi ile kötüsü ile bütün izlerin olduğu, yaşamın bir parçası olan mimarlık ve daha iyi bir dünya (BETTER WORLD) için uğraşması gerektiğidir, projeleri ile tezleri ile, çizimi ile, yazımı ile. Aynen belki de sanat okullarında olduğu gibi, kendileri için ürettikleri yapıtları, mekanların, kendi yaşam deneyimlerinin, günlük hayatın sevinçleriyle, üzüntüleri ile acıları ile sıradan, insani detayları ile kabul edilmesi ve gerçek yaşamla bütünleşmesi gibi.

Hiç ağzımızdan düşürmediğimiz ve hep neredeyse mimarlıkta başımızın üzerinde yer alan “sanat”ın doğası, yaşamla bütünlüğü özellikle mimarlığın eğitmenleri tarafından özenle incelenmelidir. Birçok sanatçının dünyası, kendi özel deneyimlerine bağlı olarak yaşam ile kurduğu bire bir ilişkilerin izleri, dönüşümleri ve genelde sanat eğitiminin doğasının özenle gözlenmesi bu parçalanmış dünyasında hala mimarlık için, beklenmedik ipuçları bulunabilecek, yorumlanabilecek önemli bir kaynak olabilir. *

* Bu makalenin bir bölümü, 22-23 Nisan 2011 tarihlerinde, Konya’ da, “Mimarlik ve Kent Sempozyumu – Modern Kent: Mimarlik Çağdaslık Mitleri” adlı toplantida yazarın sunduğu “Bir Avuç Mimarlık” başlıklı konuşmasından alınmıştır.
Etiketler

Bir yanıt yazın