Eskiz Bir Kent: İ s t a n b u l…

Helsinki'den baktığım İstanbul'a uzanan bir özet...

Helsinkideki Aalto Üniversitesi’ne bağlı Kent ve Bölge Planlama Bölümü’nde (YTK) yapılan bir program için benden İstanbul’u anlatmamı istediler. Davet eden hocalar bu anlatı öncesi İstanbul’la ilgili hazırlanmakta olan dökümanter bir filmin fragmanını birlikte izleyip düşüncelerimi alabileceklerini ve on beş gün sonra, programlarının sonuna doğru, Finlandiya’nın farklı yerlerinden bu çalışmaya katılan kent planlamacılarıyla birlikte, İstanbul’a gidip bir hafta kalacaklarını ve kenti yerinde göreceklerini söylediler.

Anlatıma ders denilebilir miydi bilemiyorum ama düşüncem bu sunum ile oradakilere benim İstanbul’umu bütün abartılarıyla hikaye etmekti. Onu daha küçükken, çok erken yaşlarda ilk gördüğüm andan, yıllarca beraber olduğum anlara ve şimdi yaşadığım Helsinki’den baktığım İstanbul’a uzanan bir özet düşündüm. Amacım seçtiğim görüntüler ile kuzey ve güney arasında Helsinki’yle İstanbul’a sanki karşılıklı düet yaptırmaktı. Onları sahnede yanyana koymaktı. Ders gününe hazırdım.

Uzun bir fuayeye açılan kapısından, çalışmanın yapıldığı sınıfa girdiğimde dikkatimi çeken şey tam karşı yüzdeki iki dev ekran oldu. Uzun duvarda biribirinden ayrı, hazır duruyorlardı. Salonun ortasındaki ekranlara dikine sıralanmış birkaç kolon büyük ve basık mekanı biribirinden ayırmıştı. Aynı sınıfta olmasına karşın iki taraftaki katılımcılar, her birinin önünde birer masa ile disiplinli bir şekilde sıralanmıştı. Öğrencilerin çoğu yetişkin mimarlar, kent planlamacıları ve tasarımcılardı. Onlarla birlikte sınıfta üç hoca vardı.

Ekümenopolis adlı dökümanterin fragmanını hep birlikte internetten izlemeye başladık.

Belki fragman olmasından ötürüdür bilemiyorum ama ben hayatımda İstanbul’la ilgili bir filmde bu kadar dehşete kapıldığımı hatırlamıyorum. Korkutucuydu. Özellikle fragmanın başlarında sanki bir canavar anlatılıyordu. Bizim İstanbul bambaşka birşey olmuş, sanki onun nasıl yola getirilebileceği, yaptıkları, hataları, inanılmaz görüntülerin eşliğinde çekici, sinamatopoğrafik bir dille tartışılıyordu. O arabalar, gürültü, patırtı, kalabalık, fondaki müziğin seçimi, görüntüler, hızla hareket eden bulutlar ve kenti sorgulayan bazı profesyoneller. Bütün bunların altında ezildikçe ezilen büzülen dev metropol İstanbul. Belki çok şey doğruydu, trafiğin zorlukları, çarpık dediğimiz yapılaşma, 3. köprü ve ötesi, rant paylaşımı, havayı koklayanlar para babaları, çevre sorunları, doğanın yok edilişi elbetteki doğruydu. Ama dökümanterin fragmanı bitip herkes kafasını bana doğru çevirip sıra geldiğinde, bu özetin teknik olarak başarılı olmasına karşın beni yine de çok şaşırttığını, buradaki dev makinenin benim bildiğim İstanbul olmadığı kendileriyle paylaştım. Bu fragmanın sanki bir vahşeti anlattığını İstanbul’un müthiş insani ve uysal bir kent olduğunu, “eğer onu tanır iseniz”, Avrupa’nın hatta dünyanın belki de en güvenli kentlerinden biri olduğunu söyledim. Salondakiler biraz saşkın biraz meraklı, dikkatle dinlemeye başladılar.

Helsinki neredeyse tek bir Helsinki’dir, ama İstanbul’un içinde yüzlerce, binlerce İstanbul vardır, herkesin ayrı bir İstanbul’u olur. “Size benim İstanbul’umu anlatayım” nasılsa gideceksiniz, belki siz de kendinizinkini bulursunuz, umarım, diyerek konuya girdim.

Seyrettiğimiz dökümanterden sonra etraf sessizdi, her yer süt liman olmuştu ve önümdeki bilgisayarın müzik çalarına geçenlerde katıldığım İTÜ Şenliği’nde öğrencilerinin davetindeki söyleşi de de buzların görüntüleri ile yanyana dinlediğimiz bir melodiyi dinledik. Saksafon üstadı, İstanbul’daki açık hava tiyatrosu konserlerinde bir çok kez tanık olduğumuz Jan Garberek’in çok sevdiğim bir parçası, Red Wind bizlerleydi. Adım adım el ele, kol kola yürüdüğünüz, ne olacağını bir sonraki adımda hissettiğiniz, tamamlanmış, her yanı ile bitmiş muhteşem bir dünya önümüze serildi. İşte bu kuzeydi. İşte bu Helsinki diye vurguladım.

Yine bir kısa sessizlikten sonra dinlediğimiz ikinci bir parça ile başka bir dünyaya gittik. Bu İstanbul1925 CD’sinden seçtiğim, unutulmayan bir ustanın, Şükrü Tunar’ın klarneti ile seslendirdiği Hüzzam Taksimi’ydi. Nereye gideceği belli olmayan her anında başka sürprizler, inişler çıkışlar başka köşeler bulunan bir mekan önümüzdeydi. Bu da güneydi, İşte bu da İstanbul’dur dedim. Bitmişlik ve bitmemişlik iki melodi ile yan yana gelmişti. Helsinki ile ilgili dizi imajlardan sonra uzaydan çekilmiş NASA’nın web sitesinden bulduğum bir İstanbul ve Boğaz gösterdiğimi hatırlıyorum. Baştan başa, ortadan yarılmış bir İstanbul’du. Usulca aşağı yukarı akıp giden, burunlarıyla döne döne iki yakasını hassasca biribirine yaklaştıran binlerce yıllık Boğaz’ı resmediyordu. Fenerbahçede Stadı’na, Bağdat Caddesi’ne yakın bir yerde sabahın erken saatlerinde, yan yana iki telefon kulübesinin içinde uyuyan iki evsizin hali ile Boğaz’ın Arnavutköy tarafından çekilmiş, iki yanındaki köylerin, yalıların, kiliselerin, camilerin arasından geçen denizaltının garip ve dikkat çekici görünüşü ile etrafında olanları gösterdim. Arkasından İstanbul’un Tarihi Yarımadası’ndaki silüetini, klasikleri, eskileri, yenileri, çarpık yerleşmeleri, çarpık olmayanları, Tünel girişinin altındaki, perşembe pazarı yaşamının içindeki öğretici mekan varyasyonları, kentin ortasında yer alan sanki başka bir kenti, karşısında Süleymaniyesi, sokaktan mütevazi ama kapısından girililip merdivenlerinden çıkılınca şaşırtıcı Rüstempaşası, Eyübe doğru Zal Mahmudu, yukarılarda Sokullusu, Mihrimahı, Kariyesi ve bütün bu efsanevi nirhengi noktaları ile kalıcılık ve etraflarındaki geçicilik yüz yüze geldi. Bütün bu sayısız nirhengi noktalarının, onların yıkılmaz, dokunulmaz yüzlerce yıllık volümlerin, dev yapıtların etrafında geçici bir yaşam vardı.

Sonunda onlar benim anlatıdan ne anladılar bilmiyorum ama ben yıllarca yaşadığım, vapurlarında otobüslerinde, minibüslerinde içini dışını, Sarayburnunu’nu, eski İstanbul’unu, tepelerini, Bordo Çürüksulu Yalısı’ndan başlayarak Üsküdar’dan yukarı, bir tarafta boğaza doğru, karşısında Karaköy’den Beşiktaş’a uzayan giden boğazını görerek orada denizin ortasında etrafı saran kıyıları ile bir tiyatro sahnesindeymiş gibi onun kalbinde hissettiğim, hergün Suadiyesi’nden, Bostancısı’na, Kabataşı’ndan, Fındıklısı’na bir ucundan bir ucuna yolculuk ettiğim İstanbul’un bitmemiş, tamamlanmamış incomplete bir kent olduğunu anlamıştım. Tepelerindeki, meydanlarındaki büyük dev heykellerin, dev camilerin, kiliselerin ve baba Ayasofya’nın etrafında bütün kent uçuşuyordu. Monet’nin fırça darbeleri, Seurat’ın fırça darbeleri ya da kimbilir kimin vuruşlarındaki gibi uçuştukca uçuşuyordu. İstanbul usta sanatçıların, isimsiz yapı ustalarının, mimarlığı bilenin, bilmeyenin elinden çıkmış eskiz bir kentti. Tamamlanmamıştı, tamamlanamıyordu. Sanki kalın eskiz kalemi ile, 6 B ile çizilmiş, orasından burasından çekilmişti, durmadan hala orasından burasından çekiliyordu.

Onun yıllarca çarpık dediğimiz yapılanmasının bile belki de İstanbul’un özü ile derinden bağlantısı vardı ve incelenmesi gereken önemli bir yanı idi. O eskiden, yıllarca original mekan çözümleri ile göklere çıkarttığımız, kimbilir kaç doktoraya, kaç teze konu olan, bir gecede binlercesi dikilen sonra da eklene eklene büyüyen, gerçekten adı konulamaz spontane mekanlar, gecekondular transforme olmuş, evrim geçirmiş, bir başka zaman diliminde, başka yüzleriyle, adım adım şimdi her tarafı sarmıştı. Bu kadar her yanı matamatiksel kurallarla dolu, her yanı tas tamam , pürüssüz bir dünya yaratmaya dayalı, mimarlık kültürü için bu dünyanın en büyük eskiz kentinin inanılmaz bir şans hatta giderek onun mimarlık adına umulmadık bir şans ve bir deney olduğunu düşünmeye başladım. Belki de bu eskizlik, bitmemişlik, tamamlanmamışlık onun en önemli özelliklerinden biriydi. İstanbulun başka hiçbir kentte olmayan özü idi. Büyüsüydü. Bu büyü ne yapılırsa yapılsın kaybedilmemeliydi, cesurca yorumlanmalıydı. Mimarlar ne yaparlarsa yapsınlar İstanbul kendi bildiğini okuyordu, hiçbir şeye aldırmadan. Bu orada yaşayanlarla iç içe girmiş, kentin ritmiydi, İstanbul’un kendi sanatıydı. İstanbul’un her tarafından farklı silüetlerine bakarken, bu dev metropolün bu özelliği ile bütün sevapları ve bütün günahları ile yüzyıllardan, bin yıllardan beri değişmeyen hali ile, gerçek yaşamın bir parçası olduğunu hissettim.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın