Her Şeyin “Yeteri Kadar Olduğu” Sert Duruşlu Kent: Sofya

Fotoğraf 01. Sofya’da yeşil gökyüzü (Yücel Besim, 2017)

Sanki her şey beni Balkanlara doğru yapacağım kısa geziye hazırlıyordu. Tatil dönüşünden beri piyanoda çalmaya çalıştığım Tuna Dalgaları valsi, Girne konserinde dinlediğim Goran Bregoviç’in ritmik ezgileri, en son olarak da Lefkoşa’da Tuluhan Uğurlu resitalinin Mustafa Kemal’i anlatan etkileyici parçası “Sofya’da Dans”… Yolculuk öncesi kulağımdan girip yüreğime dokunanlar, zihnimde görüntülere dönüşmeye başlamıştı.

İstanbul’dan sonra elli dakikacık bir uçuşla gece yarısı indik Sofya’ya. Ercan’ın son günlerdeki yoğunluğundan ve de maymunlar cehennemi denebilecek İstanbul Havaalanı’nın karışıklığından sonra buradaki sakinlik bizi şaşırttı. Mimarlık öğrenciliği yıllarımda otobüsle gümrük kapısından geçerken yaşadığımız gerginlikler çoktan geride kalmış. Kolaylıkla ulaştığımız metroda alfabenin farklılığından dolayı istasyonumuzu anlayamadığımızda Bulgar bir bayana danışıyoruz. Okuduğu kalın kitaptan başını kaldırarak bize yardım edince çabucak ulaşıyoruz postmodern görüntülü otelimize.

Balkan Tıp Birliği’nin yirmi birinci oturumu sebebiyle eşimle birlikte geldiğim kentte sadece iki günüm var. O yüzden şansıma güneşli başlayan yeni günde, otel penceresinden görebildiğim kadarıyla oldukça yeşil olan Sofya’yı erkenden biriktirmeye başlıyorum. İlk olarak karşı parkta söğüt, çınar ve çam ağaçlarının farklı duruş ve tonlarıyla güzün keyfini çıkaranlara katılıyorum. İlginç bir geçitten Ulusal Kültür Sarayı’na yaklaşırken aşağıda McDonalds reklamlı direklerin koca ıhlamurları bile geçtiğini görüyorum.


Fotoğraf 02. Ulusal Kültür Sarayı, Sofya (Yücel Besim, 2017) 

Saray’ın baktığı güçlü aksın bitiminde başlayan Vitosha Bulvarı, sabah mahmurluklarını üstünden atmaya çalışanlarla dolu. Kentin en canlı yeri olduğunu sandığım bu caddesinde mağazalar, hediyelik dükkanlar yan yana. Vitrinleri en farklı görünenler, Bulgaristan’ın meşhur güllerinden yapılan bakım ürünlerinin satıldığı pembe boyalılar. Gençliklerinin tadını çıkaranlarla dolu bol cafeli bu uzun caddede yürürken “Güllerin içinden” şarkısı dolanıyor dilime. Yayalaştırılmış yolun insaniyeti, St. Nedelya Kilisesi ile sonlanıyor ve trafik yoğunluğunun hissedildiği kentin kalabalığı içine düşüveriyorum.

Fotoğraf 03. Vitosha Bulvarı, Sofya (Yücel Besim, 2017) 

Öğleden sonraki resmi açılış törenine katılmak istediğimden yine uzunca yürüyorum. Ulaştığım yer, kentin idari yapılarının ve bankalarının yoğun olduğu bölgesi. Bu yüzden de buradaki geniş yol ve meydanlar polis arabalarıyla kaynıyor. Ama maalesef hiçbir memur, toplantının gerçekleşeceği Bulgar Bilimler Akademisi’ni bilmiyor. Neyse ki yanındaki görme engelli gence eşlik eden bir Bulgar Türkü yardımıma koşuyor. O bozuk kaldırımlarda ne de çabuk ilerleyebildiklerine şaşarak gidiyorum peşlerinden ayağımdaki nadir topuklu ayakkabılarımla.

Telaşlı ulaştığım açılış sonrasındaki sohbette kentte sadece Sofya Üniversitesi’nin değil, 13’ten fazla yüksek eğitim kurumunun olduğunu öğreniyorum. Bu günlerde Kuzey Kıbrıs’ta plansız bir şekilde büyüyen ve bunlar yetmezmiş gibi adaletsizce açılmasına izin verilen yeni üniversiteleri düşünürsek bu rakam 1,3 milyonluk bir başkent için normal.

Bu yılki teması “sağlıklı uzun yaşam” olan toplantının açılış kokteyli ise Sofya Botanik Bahçesi’nde gerçekleşiyor. Burası umduğumdan oldukça küçük ama keyifli bir yer. Girişteki beyaz minyon heykel üzerine akşam güneşi vurmuş, önündeki havuzuyla birlikte parıldıyor. Biçim ve renkleri alışık olduğumuzdan daha çeşitli olan yaban gülleri, yaşı 140’tan büyük devasa İngiliz Meşesi’nin gölgesinden yeni çıkmış. Bu bahçenin samimi ölçeği; Balkan Tıp Birliği’nin Yunan, Romen, Makedon ve beklediğimden daha sıcak bulduğum Bulgar temsilcileriyle biz Kıbrıslıları daha da yakınlaştırıyor.


Fotoğraf 04. Sofya Botanik Bahçesi (Yücel Besim, 2017)

Ertesi gün Sofya’daki zamanımı değerlendirmek, yoğun yağmur altında hiç de kolay olmuyor. Ama yılmak yok! İlgi alanım olan sergileme mekanlarına ağırlık vererek etkin bir program yapabilirim. Daha önce önünden geçtiğim Ulusal Yabancı Sanatlar Müzesi’nden başlıyorum. Öndeki Neoklasik yapının yeni bir eklemeyle büyütüldüğünü farkettiğim galeri, beklentilerimin üstünde 50.000 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Yelpazenin içinde Bulgar eserlerinin yanında Afrika, Hindistan ve Uzak Doğu’ya ait sanat ürünleri de var.

İlk katlar Orta Çağ yıllarına kadar giden yağlıboya tablolarla yoğun iken üst katlara çıktıkça yakın tarihe doğru ilerliyorsunuz. Arkadaki yeni bölümde ise çağdaş eserler ve geçici sergiler yer alıyor. Rodin, Renoir, Picasso, Miro ve Dali gibi tanıdığım isimlere ait parçalar gözlerimi ışıldatıyor. Yapının yaşlı ve genç bölümleri arasındaki şeffaf geçitten şiddetli yağmur altındaki avluyu ve büyük boy heykellerini izliyorum. Bu ülkenin sanatta hiç de yabana atılmayacak bir geçmişi ve bu birikiminin yansımaları olduğu görüşüyle ayrılıyorum zengin müzeden.


Fotoğraf 05. Ulusal Yabancı Sanatlar Müzesi, Sofya (Yücel Besim, 2017)

Çıkışta meydana hükmeden, altın kaplı kubbeleriyle çok gösterişli Aleksander Nevski Katedrali’ni geziyorum. Biraz kuruyabilmek için oturuyorum altarın karşısındaki ahşap sıraya. İstavroz çıkararak resimleri öpenleri, mum yakanları, diz çökenleri izliyorum. Yanımdaki gruba yaklaşarak rehberlerine kulak veriyorum. Rus bir mimar önderliğinde 40’tan fazla tasarımcının üretimi olan Ortodoks katedral, 1912’de tamamlanmış ve Osmanlı-Rus Savaşı’nda ölen Rus askerlerine adanmış. Rehber, merkezi kubbedeki tasvirlerin farklılığına vurgu yapıyor. Bu meslekte de bilginin yanına hayal gücünün mutlaka eklendiğini düşünüyorum. Dışarıda hava koşullarına karşı tedbirli Japonları gezdiren renkli şemsiyeli bir başka rehberi önder olarak seçiyorum kendime. Onları camiden dönüştürülmüş Sofya Arkeoloji Müzesi’nde bırakıp devam ediyorum asıl hedefim olan yeraltı şehrine doğru.


Fotoğraf 06 a-b. Meclis Meydanı ve Arkeoloji Müzesi, Sofya (Yücel Besim, 2017)

II. Dünya Savaşı’nda çok zarar görmüş “Largo” denilen bu bölge, 1950’li yıllarda yeniden yapılanmış. Sosyalist klasik stildeki gösterişli yapılardan oluşan alanın sonunda cam yüzeyler görünüyor. Bunlar eski Roma kenti Serdica’nın örtüleri olmalı. Bir kısmı açık hava müzesi gibi düzenlemiş olan kazı alanı, yağmur sularıyla dolmuş. Yine de farklı seviyelerdeki platformlarda geziniyorum. Hemen arkada Mimar Sinan’a ait olduğunu öğrendiğim yapı, Sofya’da gördüğüm ikinci cami. Bu kentte Osmanlılardan fazla izin kalmadığı çok açık.


Fotoğraf 06 c-d. Largo ve çevresi, Sofya (Yücel Besim, 2017)

Dönüş yolunda önceki gün telaş içinde geçerken gördüğüm soğan kubbeleri ve dantelalı çatı bitişleriyle narin duruşlu kiliseye giriyorum. Mucizeler yarattığına inanılan St. Nicholas’ın mekanı, Bulgarlar için bir çeşit adak yeri. İçeride benim de bir iki küçük dileğim oluyor Aziz’den.


Fotoğraf 07. Serdica ve çevresi, Sofya (Yücel Besim, 2017)

Bir yemeği hakettiğimi düşünerek reklamlarına havaalanından beri gözümün takıldığı “Happy” isimli restorantı kolaylıkla buluyorum. Önceki akşam ambiyansıyla ünlü Shtastlivetsa’nın kapısından çevrilince açlığıma yenik düşüp kızgınlaştığımı unutturan sıcaklığıyla karşılıyor beni şık mekan. Damağıma uyan yemeklerden birini seçiyorum, yanında kaşar peyniri ve sarımsaklı ekmekle. Gerçekten Bulgarların ördek, kaz, domuz; her türlü etleri lezzetli. Kalabalık ama bir o kadar da hızlı servisli yer, beni gerçekten “mutlu” ediyor. Arada garsonların sesli bir biçimde el çırpmaları dikkatimi çekiyor. Meğer bu bir gelenekmiş; bir şey kırıldığında hemen arkasından kuvvetlice alkışlanırmış ki negatif enerji uzaklaşsın. Ah keşke diyorum; hep birlikte biz de bir alkış tutsak; kurtulsak içimizdeki ve yanı başımızdaki gürültülerden, çatışmalardan, savaşlardan…

Hiç kesilmeyen yağmur, beni yavaşlatsa da durdurmuyor Sofya sokaklarında. Günün sonuna Etnoğrafya Müzesi ile iç içe olan Ulusal Sanat Galerisi’ni de ekliyorum. Yapıda sergilenenlerden çok, ortadaki toplantı salonunun görkemi zihnime yerleşiyor. Sabahki galeride parlaklığıyla aklımda kalan siyah kuyruklu piyano yanına, buradaki antikaları da ekliyorum. Klavsenin kayganlıklarını hala yitirmemiş fildişi tuşlarına dokunabilmek ise büyük keyif.

 

Fotoğraf 08. Farklı cepheler, Sofya (Yücel Besim, 2017)

Sofya’nın hoşluklarını sığdırdığım yoğun bir günün ardından toplantının kapanışının gerçekleşeceği akşam yemeği için bir oteldeyiz. Ortasındaki derin boşluktan yapının zeminindeki tarihi kentin amfi tiyatrosunun kalıntılarını seyrediyorum. Değişik bir korumacılık anlayışı içinde yeniyle kabuklanmış Serdica’yı bir kez daha tadıyorum.

Sabah erken Sofya’dan ayrılmak üzere taksiye binerken üşüyorum. Hala otuz derece olduğunu öğrendiğim sıcak Kıbrıs’ımı özlemiş bedenime “Balkanlar’dan gelen soğuk havanın” aslı çarpıyor.

Havaalanına giderken yeni yerleşim yerlerini görüyoruz. Kentin çevresindeki kayak merkezleriyle ünlü dağlarına kar gelmiş bile. Kent içinde hiç görmediğimiz büyük alışveriş merkezi, Türk markalarının reklamlarıyla kaplı. Her yere ait alüminyum cepheli yüksek ofis blokları ve sıkıcı toplu konutlar arasında ilerlerken Sofya ile ilgili bir değerlendirme yapıyorum, başta biraz haksızlık ettiğimi düşünerek.

Evet; Votasha Dağı’nın eteklerine kurulmuş şehir, çok büyük ve canlı değil. Kıyaslayacak olursam, Balkanlar’da gördüğüm başkentlerden Belgrad’a göre daha sönük. Yine de bir Avrupalı; temiz ve düzenli. Her şeyi var, yeteri kadar! Kentin bu disiplinli ve tutumlu durumu, otel odasının dekorasyonundan yemek servisine; müze biletlerinden dükkan vitrinlerine kadar hissedilebiliyor.


Fotoğraf 09. Sokaklardaki grafitiler, Sofya (Yücel Besim, 2017) 

Arka sokakları daha yalnız ve bakımsız olsa da, bu eskimişlik duygusunun içinde tatlı tavırlar yok değil. Hoşgeldin girişli lokantalar ve el emeği tasarımlar satan dükkanlar aralara serpilmiş. Dış mekanda alkollü içki içmek yasak olmadığından, küçük bira yapım yerleri ve kaldırımlara taşan birahaneler yorgun sokakların enerjileri. Bir de donukluğa nefes katan renkli grafitiler var. Duvarlara vurulmuş fırça darbeleri sanki bu kentlilerin isyanının henüz bitmediğini söylüyor.


Fotoğraf 10. Sokaklardan bir detay, Sofya (Yücel Besim, 2017) 

Kentin geçmişinde yaşadığı yönetim biçimlerinin izleri mimarisinde çok net okunuyor. Modern çizgili yapıların arasında daha çağdaş cepheler nadir. Otoriter bir gücün direnci, kentin bütünleyicilerini yakalamış. Sert duruşuyla sanki erkek bir şehir. Oysa Lenin heykeli yerine yapılan yeni anıtta gri kolonu taçlandıran, kente ismini vermiş olan Sofia!


Fotoğraf 11. Avrupa Birliği Binası, Sofya (Yücel Besim, 2017)

Belki de hem bilge hem ateşli bu kadının tatlı dokunuşlarından dolayı Sofya’nın keyiflerini yaşamam mümkün oldu. Örneğin yaşlı bir beyefendinin akordiyonuyla yürüyüşüm değişiverdi. Önüme düşen iri yemişlerle irkilip kestane ağaçlarının bolluğuna şaşırdım. Koyun koyuna yatmış vahşi görünümlü köpeklerinin umarsızlığına gülümsedim. Atatürk’ün severek izlediği eserlerden birine gidemediysem de, tarihi opera binasının önünden saygıyla geçebildim. Sonra buralara farklı bir amaçla gelmiş olan ve mısralarında “bir bahar günü gireceğim” diyen ustanın fikrine katıldım: “…Sofya büyük bir şehir..!” (N. Hikmet, 1957, Varna)

Etiketler

Bir yanıt yazın