Felaketler ve Tasarım: Felaket Sonrasında Şüphe Duymamız Gereken Şey

Felaketlerin gerçekliğe çarpma, temas etme anları olduğu sıklıkla dile getirilir. Bir yarık açtıkları ve bu yarıktan bir takım bilgilerin ortalığa saçıldığı. Sanki gerçeklik (bir an için de olsa) karşımızda belirir. Anlam gösterenler arasındaki ilişkide üretilir, oysa ortaya dökülenler gerçekler değil, semptomlardır. Normların tekrarlanan matrisler olarak sınıfsal bağlamlarından kopmadıklarını, asimetrik bir kamu düzenini yeniden ürettiklerini ve işaretsizleştirilenin aynı mekanizmalar içinde bakışımlı bir kamu düzenine taşındığını, temsil ediliyormuş gibi olduklarını gösterirler.

Felaketler hem semptomları, yani işaretleri, hem de onları gerçeklik kurguları ile ilişkilendiren bağlantı noktalarını ortaya çıkarır. Bu karşılaşma anı gerçeklik hakkında değil, başka bir şey hakkında fikir verir: Geçerli olan gerçeklik kurgusunun sorunlu olduğunu. Ancak çoğu zaman bunun gerçeklik olarak algılanması, kurumlarıyla,işleyişleri ve eylemlilikleri ile bu kurgunun sürekliliğini sağlayan şeydir. Var olan kurgulama sistemini yeniden üretir. Çünkü felaket öncesinde olduğu gibi, sonrasında da dile getirilebilen şeyler, ne kadar zorlarsak zorlayalım, gerçekler değildir, kurgulardır. 

Gerçeklik, gözleri kamaştırır ve kimi zaman da tersine bir işlev görür, geleceğe taşınan işleyişlerin izlerini siler.

Çünkü felaketlerin ortaya çıkardığı şey gerçeklik değil, gerçeklik kurgularıdır. Sorun gerçekliğin bir nedensellik içinde geçmişe itilmesidir. Sorun başlangıçta, felaketlerin öncesine uzanmaktadır. Gerçekliğin bu istisnai durumu onun aynı zamanda neden engellenemediğine de işaret eder: Gerçeklik kurgularının neden sorgulanamadığına.

“Bina çürükmüş, üç kat izni varmış, üzerine ruhsat dışı kaçak katlar çıkılmış. Yapı denetimsiz, gelişigüzel inşa edilmiş. Enkaz kalıntılarındaki midye kabuklarından anlaşılıyor ki inşaatta ayıklanmadan, yıkanmadan deniz kumu kullanılmış. Beton mukavemeti düşükmüş. Hatta zemin kat kolonlarının bazıları kaldırılmış… Hatta yıkılan apartmandaki daire sahipler İmar Barışı için başvurmuşlar… “

Anlam sürekli semptomlar (gösterenler) arasındaki ilişkide yeniden kurgulanır: Felaket neleri gösterir? Birilerinin, kamunun, belediyenin denetim görevini yapmadıklarını. Daha başka neleri gösterir? Proje hatalarını gösterir. Sorumluların proje ve uygulama normlarına uymadıklarını, gerekli olanı yapmadıklarını, görevlerini ihmal ettiklerini… Kimi zaman basında suçlular, sorumlular aranır. Konuyla ilgili kişiler yaşanan felaketlerin kendilerini haklı çıkardığını söylerler. Hatta kimi zaman semptomlar nedenlere dönüştürülür. Yöneticiler konuyu yakından takip ettiklerini göstermek için kayıp yakınları, yaralılar ile ilgilenirler. Hatta Kartal’daki örnekteki gibi yıkılan binanın çevresindeki başka  yapılarda da sorunlar tespit edilir. Yıkılmalarına karar verilir.

Semptomların alternatif gerçeklik kurgularını silmek için kullanımı üzerine bir örnek:

99 depreminden sonra üniversitelerin katılımı ile hazırlanan Deprem Master Planı’nın 22 sayfalık katılım bölümü dahi katılımla hazırlanmamıştı. Bu bölümde kamu otoritesine televizyon kanallarını kullanması, halkı eğitmesi öneriliyordu. Böylece tuhaf bir şekilde “Master Plan”ı hazırlayan koskoca kurumlar “sivil toplum katılımı” bölümünü hazırlarken dahi kendi burunlarının dibindeki yapıyı bile görememişlerdi. Çünkü felaket sonrası sivil girişimler, bağımsız kişiler hiç de böyle bir yönetim deneyimine sahip olmadıkları halde kamu yönetiminin yerine getiremediği koordinasyon işlevini üstlenmişlerdi. Bütün kanallara, hatta resmi kurumlara dahi bilgi bu ağın içinden ulaşıyordu. Hiç bir deneyimleri olmamasına rağmen ilk günden itibaren esnek bir ilişki yapısıyla yönetim ihtiyaçlarını karşılar hale gelmişlerdi. Buna karşılık sonradan bölgeye gönderilen vali yardımcıları, bürokratlar uzun bir süre işlevsiz oturdular. Ta ki bütçeler harekete geçene, ihaleler, resmi kurumsal işleyişler başlayana kadar.  “Sivil Koordinasyon” adı verilen yapı ile kamunun işleyişi arasında öyle bir nitelik farkı vardı ki, resmi kuruluşlar adına bölgede çalışanlar kendi yaptırdıkları geçici barınakları değil, sivillerin neredeyse yarı fiyatına mal ettikleri ama çok daha nitelikli geçici barınakları tercih ettiler. Deprem sonrası büyük bütçelerle hazırlanan bu Master Plan’ı hazırlayanlar katılım bölümünü hazırlarken sivillerin sürece nasıl katıldığını, gönüllü insan kaynaklarını nasıl seferber ettiğini ve nasıl bu işi başardıklarını bile merak etmemişlerdi. Hazırladıkları “Master Plan”da katılımdan söz ederken bile gene kendi bildikleri nesneleştirici,  merkezci ve tek yönlü bir ilişki biçimini tekrarlıyorlardı. Bu yüzden bu çalışma depreme güya bir çözüm olarak Büyükşehir billboard tanıtım materyellerinde yer aldı ve unutuldu.  

Semptomlar ile kurgular arasındaki ilişkilerin neden kurulmadığına dair ikinci örnek:

Kimi zaman çöken bir binanın beton enkazının altında ezilerek can veren insanların suçlandıkları görülür. Bunun nedeni kendi yarattıkları sonuçla yüzleşememek, bağlantıları kurmayı reddetmek. Oysa durum tam tersi de olabilir. Bu ikinci örnek semptomlar arasındaki nedensellik bağlarını sorgulamayı hedefliyor.

12 Kasım’daki felaketten sonra Düzce’deki yardım çalışmalarına katılan bir kişinin bir yıkıntının önünden geçerken sürekli titreme nöbetleri geçirdiğini fark etmiştim. Kendisini tanıyan kişiler “bu yıkıntı onun eşini ve çocuğunu kaybettiği yapının enkazı” dediler. Kendisi o saatte işte olduğu için felaketten kurtulmuştu. Aradan epey bir süre geçti. Onun ilk defa konuşmaya başladığını gördüm. Sürekli “bilseydim yapar mıydım” deyip duruyordu. Bana şöyle açıkladılar: “Enkazın olduğu yerde geçmişte iki katlı eski evleri varmış. Çocukları olduktan sonra bir müteahhite vermiş. İki katlı yapının yerine bir apartman yapılmış. Ancak deprem anında zeminde sıvılaşma olmuş, yapı yıkılmış. Adamcağızın niyeti ailesine daha iyi yaşam koşulları sağlamakmış.” Zannedersem bu kayıptaki rolünden dolayı kendisini suçlayıp, bu sözü söyleyip duruyordu. Evet, insanlar bilmiyorlar. Zeminin deprem anında çok katlı bir yapıyı taşıyamayacağını bilmiyorlar. Satın aldıkları, kiraladıkları, inşa ettirdikleri binaların depreme dayanıklı olup olmadığını bilmiyorlar.

Kurgular arasındaki ilişkilerin sorgulanmasına dair üçüncü örnek:

99 depreminden sonra bölgeye gelen Dünya Bankası uzmanı Randolph Langenbach şöyle bir gözlemini aktarmıştı: “Felaketten sonra, havalar soğumasına rağmen, binaları ayakta kalan insanların, modern apartman şeklinde yapılmış bu evlere girmediklerini gördüm. Bu insanlar eski, ahşap çatkılı, hımış dolgulu evlerine geri döndüler, yerleşim alanlarının dışındaki kırsal bölgelere göç ettiler. Bu yapıların olduğu yerleşim alanlarında nüfus artışı oldu.”

Bu gözlemin ortaya koyduğu şey, plansız ve projesiz yapılmış geleneksel yapıların depreme daha dayanıklı olduklarının halk tarafından bilindiğiydi.

Bu plansız ve projesiz inşaat tekniklerinde risk bilgisi yapma eylemliliğinin içindedir. Yapılaşma normları, plan ve projeler ile değil, kuşaktan kuşağa aktarılan yapma bilgileri ile evler inşa edilir. Buna karşılık modern dediğimiz yapılaşma tekniklerinde risk bilgisi yapma eylemine içkin değildir. Mekan eylemlilikleri, gösterenleri temsil eden gösterenler yani inşa eylemini temsil eden kurgular içinde yer alır. Geleneksel inşa faaliyetlerindeki gibi doğrudan bir aktarım söz konusu değildir.

Söylediğim gibi tartıştığımız konu felaketlerin gerçeklere değil, gerçekleri nasıl algıladığımız kurgulardaki kopuşlara işaret ettiği. Felaketler bize gerçekleri değil, kurguların üzerinde yeniden (sonuçsuz ve sınırsız bir biçimde) düşünmemiz gerektiğini gösterirler. Bu yüzden felaket anlarının yalnızca bize çıplak gerçekleri gösterdiğini iddia etmek, onların ontolojik kurgularını ihmal etmeye, hatta onlar üzerinde düşünmemizi engellemeye yol açabilir. Felaketin ortaya çıkardığı şeyin çıplak bir gerçeklik olduğunu iddia etmek, dile getirilebilen, simgeselleştirilen gerçeklik kurgusundaki bir sürekliliğe işaret edebilir. Deprem felaketleri sonrasında gerçekleşen kurumsal işleyişler çoğu zaman gerçekliği aynı kurgulama kipi içine taşıma eylemlilikleri olarak görülebilir.

Sonuç: Felaket sonrasında şüphe duymamız gereken şey

Gerçekliğin kendisinden söz etmenin kamu gücünün kullanımı açısından felaket sonrası ortaya çıkan farklı eylemlilik biçimlerini kontrol etmeye, karışıklığı engellemeye çalışma çabası olarak da değerlendirmek mümkün. Bu da kurumsal davranışların içinde felaketin işaret ettiği sorunların hafızalardan silinmeye çalışılmasına, yokmuş gibi yapılmasına yol açabilir. Gerçekliğin kurgusu içindeki bu edilgenlik farklı bir zamansallık içinde mevcut durumun muhafaza edilmesine, ortaya çıkan sorunun izole edilmesine yönelik bir işlev görebilir. Hatta gerçeklikle temasın kurgulardan bağımsız olarak, gerçeğin kendisi olduğunu iddia etmenin bir tür bir geri dönüş biçimi olduğunu, süreç odaklı bir teması dışladığını ve felaketin zihin dünyasında açtığı yarığı kapatma çabası olduğu bile iddia edilebilir.

Çok iyi biliyorum ki yaşanan felaketten sonra yalın (ya da çıplak) gerçek karşısında sınırsız ve sonuçsuz bir temastan ve hala kurgulardan söz etmek kolay kabul edilebilecek bir şey değil. Ancak bir çok siyasal vakada olduğu gibi, sorun imgelerin yeniden üretimindeki karışıklıktan kaynaklanıyor. Zihinsel eylemlilik değil, “çıplak gerçeklik” halini aldığı takdirde bilgi asimetrisi yeniden üretiliyor. Evet, yaşanan felaketin gerçekliği karşısında gerçeklik kurgularındaki sorunlara işaret etmek kolay değil. Yarıktan gerçeklik ortaya saçıldığında kolayca onları dile getirmek varken. Ancak zannedersem felaket sonrasında şüphe duymamız gereken şey de tam bu. Felaket sonrasında kamusal sorumluluk üstlenmiş meslek insanlarının en büyük zaafı yalnızca o yarıkta, yalnızca o an içinde apaçık görünen sorunları dile getirebilme imkanı.

Şurası muhakkak ki felaket sonrası harekete geçen, yardıma koşan sıradan insanlar bunu kimse onlara görev verdiği için değil, kendiliğinden ve bir şey söylemeden yaparlar. Onlar bunu ne olduğunu zaten bildikleri için yaparlar. Oysa kamusal sorumluluk üstlenmiş kurumların, uzmanların ürettikleri şey farklıdır. Onların ürettiği bilgi kurgusaldır. Sözgelimi eğer planlarda, projelerde belli normlar öngörülüyorsa, bu normların neden uygulanmadığı da onların sorumluluğundadır. Bu nedenle müşterek alanları düzenleyen işleyişlerin kurgularla gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Bu kurgular normlar oluşturulmasına yol açarlar. Kurguların statüsü üstdil hüviyetindedir, yani göstereni gösterene bağlayan bir temsil. Buna karşılık öznenin dışında üstdil yoktur. Bu yüzden dışından bakıldığında bilgi bir norm olarak değil, dil olarak algılanır. Normlar şiddet aracılığıyla biçimlenirler.

Müşterek alanı düzenleyen normların, planların işlev görebilmeleri için arizi olarak değil, sürekli olarak temsil alanından kopmaları, sınırsız ve sonuçsuz bir temasla, uygulamalı olarak canlı tutulmaları gerekir. Normların uygulanışının, yönetimlerin kural koyma vasfının olmasının koşulu onların belli bir matrise bağlı kalarak tekrarlanması değil, simgeselleştirilemeyenle temasının sürekli ve sınırsız olması gerekir.

Sembolik şiddet rejimi için temas etmemek, temsil edilmeyeni işaretsizleştirmek bir kural ise, kritik bir düşünce için öznelliğini fark etme, gizlememe, bilinmeyen ve temsil edilmeyenle sürekli bir temas arayışı, neredeyse bilme eylemini öznenin kendisini imha etmesine kadar götürebilecek zorlayıcı bir ilişki, merak, eksik kalanı anlamaya çalışma çabası normaldir. 

Buradaki problem daha komplekstir, çünkü kurgulama dinamiğinin kökeninde temassızlık değil, temas bulunur. Agamben’den hareketle bu birbiriyle tamamen ters olan, biri temas diğeri temassızlık üzerine kurulu iki ayrı tasarım ontolojisinin birincisine zannnedersem “kutsal”, diğerine “dünyevileşmiş” diyebiliriz.

Semptomlar ancak bu sınırsız temas arayışı ile simgeselleştirme eyleminin dünyevileştirilmesine yol açacak sonuçlar yaratabilir.

Editörün notu: Korhan Gümüş’ün yukarıdaki yazısı ilk olarak Yeşil Gazete’de yayınlanmıştır.

Etiketler

Bir yanıt yazın