Büyükannesinin eski konsolunu atıp, satan, o zaman vermek için yana yakıla yer arayan bütün arkadaşlarım pişman.
Bugün o konsollara benzer antika eşyaları bulmak için uğraşıyor ve almak için para harcıyorlar. Bulunsa bile aile yadigârı olanların verdiği duyguyu yakalamak mümkün değil. Çünkü yeni alınanlarda anılar yok; ya da anılar var ama onlara ulaşmak mümkün değil. Çünkü onlar başkalarının anıları.
Kentteki mekânsal anıları sürdürebilmek de bunun gibi bir his oluşturuyor diyebiliriz. Ancak bunun bir eksiklik olduğu, ne yazık ki eldekiler kaybolmadan hissedilemiyor. Bu durumda atmadan kullanmanın yolunu bulmak gerek. Yeniden kullanmanın keyfine varmak gerek. Yerel yönetimler, neden olduğunu bir türlü anlayamadığım bir sebepten, hep yıkıp yenisini yapmak gibi bir anlayışla hareket ediyorlar. Nedenini anlamıyorum, çünkü sonradan “eski” gibi “yeni” yapmak konusunda da çok ısrarcılar. Eski olanları yıkıp yenileri eskiler gibi yapmanın mantığını çözebilmiş değilim. Üstelik sadece yerel yönetimler ile sınırlı değil bu hastalıklı bakış açısı… Ülkenin mekâna yönelik politikaları da bunu önerir, hatta artık durum öneriri geçti, zorlar oldu. Osmanlı yapısı gibi görünen yapılar tasarlanması üzerine kurallar, hatta yönetmelikler çıkarma fikri ortaya çıktı.
Kayseri de doğal olarak bu durumdan etkilendi. Belediyelerimiz genel konjonktürden geri kalacak değil ya… Mimarlar tarafından (ya da bazı mimarlar tarafından mı demeliyim?) eleştirilen çok uygulamaları var. Bu yazıda, en son icraatları olarak, yarışma şartnamelerine uymadığı için daha geniş çevrelerce duyulmuş olan bir yarışma ve yarışmanın konusu olan Sahabiye Mahallesi’nden bahsetmek istiyorum. Yarışma şartnamelerine uymadığı için Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası Kayseri Şubelerinden yarışmanın açılmasındaki teknik eksiklikler ortaya çıkarılarak itirazlar geldi. Bu itirazlar bir düzelmeye neden olabilecek mi bilemiyorum. Bahsedilen teknik eksiklikler dışında, söz konusu mahalle için oluşturulan yarışma şartnamesinde yer görmenin zorunlu olmadığının da altını çizmek gerek.
Günümüzde bir kent parçasının yeniden planlanması hususunda yer ile ilgili deneyimin gereksiz bulunması, kabul edilecek bir eksiklik değil bence. Sonuçta bir parsel içine yapılacak tekil bir yapı gibi tanımlı bir sorunsalımız yok, gerçi o durumda bile çevre verilerinin ve deneyimin önemine inanan bir mimarlık anlayışım var ama kentsel tasarım odaklı bir projenin deneyimlenmeden yapılabilmesi sanırım hiç önerilmemesi gereken bir durum. Üstelik Sahabiye Mahallesi gibi çok katmanlı bir kent parçasının sadece bir kere deneyimlenmesi de orayı anlamak için yeterli olmayacaktır. Yarışmanın bu belgeyi zorunlu tutmaması, yarışmanın amacında satır aralarında da belirtildiği gibi, aslında bunun hiç de önemsenmediğini gösteriyor. Yarışma, mahallenin bugünkü durumunun yok olması taraftarı. Birkaç tescilli yapıyı da, herhalde mecburiyetten tutmak zorundalar. Yoksa onları da önemsediklerini sanmam… Belediyelerimiz eski olanla baş etmek konusunda oldukça beceriksiz ve daha da önemlisi isteksiz.
Sahabiye Mahallesi nasıl bir kent parçasıdır? Katmanlı olduğu vurgulanarak ne kastediliyor? Kentin imgesinin sürdürülebilir olması ile ilişkisi nedir? Ve bunun gibi daha bir çok soru bu noktada ortaya atılmalı. Küçük bir araştırma ile Sahabiye Mahallesinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik sorununu mekânsal araçlarla oluşturma çabasının bir parçası olduğu öğrenilebilir. Bunun gibi, bir kısmının 1944 Aru ve Öelsner tarafından yapılan planla, bir kısmının da 1975 Taşlı planıyla yapılanmaya başladığı, 20. yüzyılın ilk yarısında ülkemizde görülen bahçe kent anlayışının küçük bir yansıması olduğu (bu anlamda Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi ve İstanbul’da Ulus ve Levent’in eski halleri ile oldukça benzerdir), kentin yeni yüzünün ve kültürel olarak yeni bir yaşamın sunulduğu bir ortam olduğu fark edilebilir. 1944 planında kurgulanan ve Sivas Caddesini genişletme projesine bağlı olarak konut değiş tokuşu amacıyla yapılmış Belediye Bloklarının oluşturduğu ortak alanların, mekânsal kurgu olarak, kentin başka hiç bir yerinde bulunmadığını söyleyebiliriz. Bunlar Kayseri’ye özel, biricik, otantik, yere özgü bir imge sunuyor.
Mahalledeki yapılar şu anda kötü durumdalar… Kötü görünüyorlar… Düşük gelir grubuna, hatta işgalcilere hitap ediyorlar… Bu kötü görünen fiziksel koşullardan kurtularak durumu düzeltme çabaları, hasta büyükanneyi kısa yoldan diğer tarafa yollamaya çalışmak gibi bir şey. Bu mekânsal kurgudan öğreneceklerimiz var, onlarla hala paylaşacaklarımız var, onlar bize köklerimizi ve bu ülkenin, ne kadar göstergeleri yok etmeye çalışsak da kurtulamayacağımız tarihini temsil ediyorlar. Üstüne üstlük kente sürdürülebilir ve başarılı mekânsal kurgular sunuyorlar; kentliye mekânsal alternatiflerin olduğunu, kentsel tasarımın kentlinin hayatını nasıl etkileyebileceğini, kentin rastlantısallığının deneyime nasıl bir zenginlik kattığını ve bunun gibi birçok “yaşantı” olasılığını hatırlatıyorlar. Dikkat edersek yeni mekânsal kurguların büyük çoğunluğu bu olasılıklardan yoksun.
Mahallenin Türkiye genelinde paylaşılan, ortak bir mekânsal anlayışın bir parçası olmasının dışında yeşil ile birlikte tasarlanmışlığı da önemli bir veridir. 1944 planının ilk yapıları 1950’lerin sonuyla birlikte tamamlamıştır. Mekânlar ile birlikte dikilen ağaçlar 50 yaşının üstündedir. Bahçeli plan kararı, ağaçlar için kent içinde oldukça yeterli bir alan sunmaktadır. Mahalle bu yüzden Kayseri’nin en yeşil mahallelerinden biridir. Tabi bu yeşil oranı son senelerdeki kat alanı artışıyla birlikte biraz azaldı ama hala yapıların önlerinde bırakılan alanlar ile yaya yollarını süsleyen, arkalarında bırakılan alanlar ile bahçeleri yaşanabilir kılan büyük ağaçlar, buranın mekânsal niteliğini artırmaktadır.
Yarışmada istenen ve şu anda mahallede hali hazırda var olanın yapı alanının nerdeyse üç, var olan planın iki misli yapı alanı talebi ve şartnamedeki “Yarışmanın konusu ya da amacı ‘bölgenin yeniden üretimi’ olarak ifade edilebilir” cümlesi buradaki ağaçların durumları konusunda oldukça endişe verici görünüyor. Ayrıca belediyelerimizin ağaçlar için ne kadar üzüldüğünü ! de deneyimlerimizle biliyoruz. Bu tip tartışmalarda ağaç ile ilgili “taşınabilir” olması söylemi de beni ikna etmeye yetmiyor… Var sayalım ki ağaçlar taşınabiliyor ve gittikleri yerde yaşayabiliyorlar, ama bunun ne kadar düşük bir oranda gerçekleştiğini hepimiz biliyoruz, o ağaçların bulundukları yerdeki varlığını yok etmek de, kentsel alanın karakterini kötü yönde değiştiriyor. Ağaçların canlı olduğunu unutmasak, oldukları yerde kalsalar da biz yeni yapacaklarımızı onların oradaki varlığıyla birlikte tasarlasak ne olur ki…
Sahabiye Mahallesi’nin dönüşümü projesi, gerçekten zevkli ve bir o kadar da zorlu bir tasarım süreci gerektiriyor. Ama biz mimarlar, bu şekilde meydan okumalarla daha zengin ve başarılı tasarım sonuçları çıkabileceğini, hem tarihsel örneklerle hem de kişisel deneyimlerimizle biliyoruz. Bu bölge ile ilgili bir tasarım, günümüzün mimarlık anlayışını mahallenin katmanlarına ekleyebilecekken, kaliteli mekânsal kurgular sunan eski karakter ile birlikte var olabilir. Yenilerin eskilerle bir hesaplaşma hatta bir yarış içinde olması, zor olduğu kadar dinamik ve keyifli bir tasarlama süreci oluşturur. Eskiyi geçebileceğimizi, daha iyilerini yapabileceğimizi göstermek konusunda mimarlar olarak bize ve sürdürülebilir olanın görülmesi konusunda kentliye olanak sağlar.
Yarışmanın bu şekilde devam etmesi durumunda, yarışmaya katılınmaması konusunda başlatılan kampanyayı imzaladım. Ancak bahsedilen teknik eksiklikler düzeltilse bile bu yarışmaya katılanların Sahabiye Mahallesi’nin sessizce söyledikleri konusunda dikkatli davranmalarını canı gönülden diliyorum. Büyükanneyle birlikte yaşamayı öğrenmemizin zamanı gelmedi mi?