Mekanı tasarlarken aslında sadece fiziksel çevreyi değil, aynı zamanda birlikte yaşamanın kurallarını da yeniden yazıyoruz. Bir proje çizgilerle başlasa da, kararlar hiçbir zaman sadece teknik değildir; her detay, bir bakışın, bir önceliğin, bir dengenin ürünüdür. Peki ya bu bakışlar birbirini duymadığında? Her disiplin kendi odasında çalışırken, aynı şehirde nefes almak neden bu kadar zorlaşıyor?
Dünya üzerinde binlerce farklı dil konuşulur. Her biri bir kültürün, bir tarihin, bir yaşam biçiminin taşıyıcısı. Ancak aynı zamanda, bu çeşitlilik kimi zaman anlaşmazlıkların, kopuklukların ve yanlış anlamaların da sebebi olabilir. 19. yüzyılın sonunda bir göz doktoru, insanların barış içinde iletişim kurabilmesi için yeni bir dil icat etti: Esperanto. Ne bir ulusa, ne bir ideolojiye ait; sadece “anlaşmak” için var olan bu dil, aslında bize peyzaj mimarlığından şehir planlancısına, mimarlıktan biyolojiye kadar tüm disiplinlerin içinde olduğu bir başka önemli soruyu da hatırlattı:
Peki, meslekler arasında ortak bir dil mümkün mü?
Esperanto’nun özünü basitlik, erişilebilirlik ve tarafsızlık oluşturur. Karmaşık kurallar yerine mantığa dayanan sade yapısı sayesinde farklı dilleri konuşan insanlar için bir köprü işlevi görür. Aynı işlevi, şehirleri ve yaşam alanlarını tasarlarken mimar, şehir plancısı, peyzaj mimarı, jeolog ve biyolog gibi farklı uzmanlıkların bir araya geldiği projelerde de aramıyor muyuz?
Farklı ölçeklerde, farklı odaklarla çalışan disiplinler çoğu zaman aynı araziye, aynı probleme bambaşka yerlerden yaklaşır. Kimi yapıdan başlar, kimi zeminden; biri doğayı okur, diğeri yolları temel alır. Her biri kendi bilgisini ortaya koyar, ancak bu bilgiler birbirine dokunmadığında, ortaya çıkan sonuç çoğu zaman eksik, parçalı ya da işlevsiz olur. Oysa asıl ihtiyaç, tüm bu farklı bakışların birbirine temas ettiği bir zemin oluşturmak; kararların yalnızca kendi bağlamında değil, bütünü düşünerek şekillendiği bir süreç kurmaktır. Çünkü iyi bir kentsel alan, sadece tek bir disiplinin başarısıyla değil, birlikte düşünmenin, birlikte üretmenin sonucunda mümkün olur.
Ortak Bir Dil Arayışı
Esperanto, farklılıkları silmeden bir arada yaşamayı mümkün kılan bir sistem sundu. Bugün şehirleri, mahalleleri, parkları, kıyıları ya da afet bölgelerini tasarlarken de benzer bir sistematiğe ihtiyaç duyuyoruz. Bu sistematik, herkesin konuşabildiği bir “tasarım dili” olmalı: eşit, anlaşılır, saygılı ve kolektif.
Bu bağlamda disiplinlerarası çalışmayı bir hedef değil, bir refleks haline getirmeliyiz. Bir projede biyologun sesi, sadece flora-fauna dengesinden ibaret olmamalı; onun bilgisi tasarımın ana iskeletine entegre edilmeli. Jeologun raporu sadece zemine dair teknik bir veri değil, yapıların formunu ve yönünü etkileyen bir öncü görüş olmalı. Peyzaj mimarının bakışı, “yeşil”i konuşmakla sınırlı değil; alanın kimliğini, hafızasını ve iklim adaptasyonunu taşıyan bir vizyon olarak görülmeli.
Białystok’taki Esperanto dilinin konuşulduğu bir cafe var. Esperanto Cafe. Esperanto Cafe’de, dil üzerine düşünen insanların bir araya geldiği sade bir masa başı hayal edin. Şimdi o masada bir mimar, bir şehir plancısı, bir peyzaj mimarı, bir biyolog ve bir jeolog oturuyor. Aralarında ortak bir sözcük yok ama aynı mekanı, aynı geleceği konuşuyorlar. Aralarındaki tek ortak zemin, birbirini dinlemek ve anlamaya çalışmak. İşte o anda kurulan şey bir proje değil; yeni bir dil, yani disiplinlerarası bir Esperanto.
Sentez, Üretimin Kendisidir
Doğayı anlamadan plan yapamayız. Toprağı dinlemeden yapı inşa edemeyiz. İklim krizini, su döngüsünü, biyolojik çeşitliliği görmeden bir park tasarlayamayız. Aynı şekilde, estetik düşünmeden sürdürülebilirlik konuşamayız. Kentin ruhunu kavramadan teknik çözümler sunamayız. İşte bu yüzden her alandan biraz anlamak, anlayana saygı duymak zorundayız.
Sentez üretmeyen her çalışma, günün sonunda bir yama gibi kalıyor; geçici, sığ ve bağlantısız.
Ortak Dil, Ortak Sorumluluk
Esperanto hiçbir zaman dünyadaki tüm dillerin yerini almadı, belki de alması hiç gerekmiyordu. Ama insanlığa, barış ve anlaşma için yaratılmış bir dilin mümkün olabileceğini gösterdi.
Tasarım dünyasında da benzer bir yol izlemeliyiz. Her disiplinden gelen bilgiye eşit mesafede duran, herkesin katkısına açık, ortak amaçta birleşebilen bir “tasarım dili” yaratmalıyız. Çünkü içinde yaşadığımız kentler, sadece mimarların, plancıların ya da peyzaj mimarlarının değil hepimizin ortak ürünü. Ve bu ürün ancak birlikte çalışıldığında anlam kazanıyor.
Belki de artık birbirimizi “anlamaya” başlama zamanı. Tıpkı Zamenhof’un yaptığı gibi, kendi Esperantomuz için masaya oturalım.