Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular kolektifi, mimarlık eğitimi ve sektörde emek sömürüsü, sınıf, toplumsal cinsiyet ve kurumsal üretim biçimleri gibi tabuları eleştirerek, hem yerel hem küresel düzeyde dayanışma ve kolektif örgütlenme yöntemleriyle mimarlığın dönüşümünü amaçlıyor.
Bir süredir sosyal medyada mimarlık alanında daha önce çok da görünür olmayan ama konuşulması elzem konular daha sık gündeme geliyor. Mimarlık ofislerindeki emek sömürüsü, stajlarda ücretsiz çalışma, “iyi” mimarlık tanımı, eğitimin zor ve yıpratıcı yapısı, star mimarlar ve mimarlıkta emek koşullarını görünmez kılan üretim rejimi… Tüm bu meseleler özellikle bahar aylarından bu yana daha yüksek sesle dile getiriliyor. Bu sesin yükselmesine katkı sunan oluşumlardan biri olarak “Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular”, uzun süredir hissettiğimiz rahatsızlıkları birlikte yüksek sesle konuşmayı, bu rahatsızlıkların etrafında bir araya gelmeyi amaçlayan mimarlar ve mimarlık öğrencilerinin kolektif hikâyesi. Her yerden yükselen bu sesler 2025’e damgasını vurmuş olsa da biz bir yılı aşkın süredir mimarlık eğitimine, mesleki üretim biçimlerine ve akademiye eleştirel bir gözle yaklaşıyor; bu kapsamda ortaklıklar kurmaya devam ediyoruz.
Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular olarak, mimarlık akademisi ve sektörü içinde sınıf, emek, toplumsal cinsiyet gibi başlıkları yeniden ve eleştirel biçimde düşünmeyi hedefliyoruz. Mimarlığı sadece teknik ya da zanaatkâr bir üretim biçimine indirgemek yerine, hem işçi-özne olarak mimarın konumunu hem de dahil olduğumuz yapılı çevrenin dinamiklerini diyalektik bir okumaya açmayı önemsiyoruz. Lisansüstü düzeyde başlayan bu inisiyatifimiz, bugün mimarlık ortamının farklı aktörlerinin katılımıyla genişleyen kolektif bir yapıya dönüşmüş durumda.¹
Akademisyenlerin, çalışan/işsiz mimarların ve mimarlık öğrencilerinin bir araya geldiği ilk atölyenin kapanışından bir kare. Fotoğraf: Yiğit Kantarcı
Ekibimizin oluşmasında önemli bir başlangıç noktası, Nihal Evirgen’in Newcastle Üniversitesi’nde katıldığı bir konferansta The Architecture Lobby’nin kurucusu Peggy Deamer ile yüz yüze tanışmasıydı. Bu karşılaşmanın ardından başlayan kuluçka sürecini ve küresel ölçekte yükselen mimarlık kolektifliğini, Nihal ilk fanzinimizdeki yazısında daha detaylı şekilde aktarıyor.² Bu etkileşimin ardından bir grup lisansüstü öğrencisi olarak düzenli toplantılar yapmaya başladık ve Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular bugünkü formunu almaya başladı. Sürecin önemli bir diğer dönüm noktası ise Prof. Dr. Güven Arif Sargın’ın bu yükselen harekete kurumsal bir zemin açarak ODTÜ’de bir yüksek lisans dersini bizlere emanet etmesi oldu. The Architecture Lobby’nin bu yılki teması olan “kurumları hacklemek”, bizler için önce bu dersi dönüştürmekle başladı. Ancak bu “hackleme” pratiği kısa sürede -planlandığı gibi- dersin sınırlarını aşarak Ankara’daki altı farklı mimarlık fakültesine yayıldı.³ Açık forumlar yoluyla; Mimarlık ve Pedagoji, Stüdyo Kültürü, Müfredat Teşhiri, Sınıf ve Emek ve Toplumsal Cinsiyet gibi başlıkları bu fakültelerdeki öğrencilerle, ders kapsamındaki okumalarla birlikte tartışmaya açtık. Standart ders üretim biçimlerinden farklı olarak, final çıktılarımızı yatay ilişkiler içinde kolektif biçimde ürettik. Sonuç olarak tartışmalara ait yedi adet zihin akış haritası, üç adet⁴—neredeyse kitap hacminde—fanzin, sosyal medya içerikleri, fotoğraf ve video üretimleri ile geliştirmekte olduğumuz bir internet sitesi ortaya çıktı. Bu süreci, biri ODTÜ’de diğeri Ankara kent merkezindeki UNİTE Ortak Mekân’ın ev sahipliğinde olmak üzere gerçekleştirdiğimiz iki sergi ve üretimlerimizi tartışmaya açtığımız buluşmalar ile tamamladık.
Dönem sonu kapanış etkinliği ve forumdan, ODTÜ Mimarlık Amfisi’nde gerçekleştirilen oturumdan bir kare. Fotoğraf: Boran Köseoğlu
UNİTE Ortak Mekan’da gerçekleştirilen sergi ve forumdan bir kare. Fotoğraf: Gizem Yılmaz Sağda, dönem boyunca üretilen bez işlerinden biri görülüyor.
Bu noktada, ders sürecinde ortaya çıkan üretimler ve bu dinamizmi ortaya çıkaran metodoloji The Architecture Lobby’nin (TAL) Akademik Çalışma Grubu (AWG) tarafından oldukça ilgi gördü ve merak edildi. Architecture Beyond Capitalism School (ABC School) Türkiye ekibi olarak çalışmalarımızı bu uluslararası ortamda, TAL-AWG üyeleri Peggy Deamer, Renzo Dagnino, Tessa Forde, Martin Weiner gibi pek çok katılımcının yer aldığı bir toplantıda paylaşma fırsatı bulduk. Tüm bu sürecin sonunda kolektif olarak ürettiğimiz içerikler – zihin akış haritaları, fanzinler, video ve sosyal medya üretimleri ve ele aldığımız konular– yalnızca ders kapsamında değil, aynı zamanda ABC School’un küresel üretim haritası içinde de özgün ve dikkat çeken bir örnek haline geldi. Organik ilişkilerle şekillenen bu yapı, kısa sürede kurulan dayanışma ve örgütlenme yöntemimizle birlikte görünürlük kazandı.
Ayrıca dönem boyunca üretimlerimizi ve süreci anlatan videomuza ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=olF5dmg14LU
Oluşturduğumuz bu ses artık yalnızca burada değil. 2024-2025 yılı boyunca The Architecture Lobby’nin mimarlık emeği eksenli örgütlenme ve eğitim girişimi Architecture Beyond Capitalism (ABC) School’un Türkiye ayağını oluşturarak, bu tartışmaları kurumsal sınırların içinde ve dışında birlikte sürdürebilen bir yöntem önerdik. Bizim için ABC School yalnızca bir “eğitim programı” değil, bir dönemi kapsayan, yatay örgütlenen, kolektif üretimi merkezine alan bir okul ve örgütlenme pratiğiydi. Farklı üniversitelerle organik bağlar kurarak, kurumsal olanın içinden yeni alanlar açtık ve mimarlık eğitimiyle ilgili meseleleri doğrudan o alanlarda tartıştık.
Bu süreçte ürettiğimiz söylem, araçlar ve yöntemler sadece yerel değil; evrensel bir mücadele zeminine de temas etti. Bu temasın bir sonucu olarak, The Architecture Lobby tarafından küratörlüğü üstlenilen 2025 Venedik Mimarlık Bienali’ndeki “Organizing in the Lobby” isimli sergide yer alan 26 uluslararası emek örgütü arasında biz de yer aldık.
Venedik Mimarlık Bienali kapsamında “Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular”ın da gündeme taşındığı paviliondan bir kare. Fotoğraf: Selen İlhan
Bienalin ana yapısal temalarından biri olan “kolektif örgütlenme” odağında şekillenen bu pavilion, mimarlık alanında son yıllarda öne çıkan emek mücadelesine odaklanıyor. Yalnızca yaratıcı bir pratik değil, politik bir emek alanı olarak mimarlığı düşünmeye çağıran yerleştirme; mimarlık işkolundaki örgütlenme çabalarını, uluslararası ölçekte çok sayıda kolektifin deneyimleriyle birlikte görünür kılıyor.
Bu yapı içinde, Dark Matter University, Architectural Workers United, Future Architects Front, Design As Protest gibi kolektiflerle birlikte Türkiye’den Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular ekibi de yer aldı. Peggy Deamer ile yapılan röportaj, enstalasyonda izleyiciyle buluşan 26 söyleşiden biri olarak, Türkiye’de mimarlık ortamındaki tartışmaları küresel bir emek arşivine taşıdı. Röportajda Nihal Evirgen, Dicle Kumararslan ve İdil İris Elkıran’ın yürüttüğü tartışmalar, yalnızca yerel özgünlüklere değil, aynı zamanda mimarlıkta sınıf, emek, toplumsal cinsiyet ve akademik üretim biçimleri gibi tarihsel ve küresel meselelerin kesişimlerine temas ediyor.
Türkiye’ye özgü kurumsal yapılar içinde sızıntılar arama ve dönüştürme çabamız, farklı üniversitelerle kurulan doğrudan ilişkiler ve alternatif bir örgütlenme pratiği olarak mimarlık okullarını yeniden düşünme yönündeki adımlarımız, bu söyleşide öne çıkan unsurlar arasında yer aldı. “Organizing in the Lobby” sergisi, mimarlığın değerini bireysellikten çok kolektif emek süreciyle ilişkilendiriyor. Örgütlenmenin yalnızca bir hak mücadelesi değil, aynı zamanda mesleki onur ve iklim adaleti gibi daha geniş meselelerde de politik bir araç olduğunu hatırlatıyor. Mesleğin içinde bulunduğu krizlere karşı ses çıkarabilmenin, dayanışmanın ve emeği birlikte geri çekmenin dönüştürücü potansiyeli bu yerleştirmenin merkezinde yer alıyor. Mimarlıkta Rahatsız Edici Sorular olarak, ABC School Türkiye adına Venedik Mimarlık Bienali’ne uzanan bu deneyimi, hem yerel hem de küresel düzlemde mimarlık alanındaki emek tartışmalarını büyüten bir hat olarak görüyoruz.
Nitekim Temmuz ayında, The Architecture Lobby’nin davetiyle röportaj serisinde yer alan çok sayıda mimarlık ve emek örgütüyle Venedik Mimarlık Bienali’nde bir araya geleceğiz ve mimarlık işçilerinin uluslararası dayanışması ve işbirliği için yeni adımlar atacağız.
Örgütlenme biçimi gereğince bir ders sınırlarını çoktan aşmış olan bu kolektif hikaye gönüllülük esasına dayalı biçimde yoluna devam ediyor, yeni birliktelikleri ve rahatsızlıkları konu alıyor. Nitekim, mimarlığın geleceğine dair tahayyüllerimiz, son bir yılda geçirdiğimiz dönüşüm süreciyle başladı. Bu, rahatsızlıkla şekillenen bir yolculuktu—gücün kimde olduğu, emeğin nasıl değer gördüğü ve hangi normların sorgusuz kabul edildiği üzerine düşünmeye başladığımızda ortaya çıkan bir huzursuzluktu bu. Açıkçası, sistem içinde bir kurumla birlikte örgütlenirken bir “hackleme” mümkün müydü, emin değildik. İlk birkaç toplantıda manevra alanı yok gibi görünüyordu, fakat süreç rahatsızlıkları beklediğimizden daha gür bir sesle bize gösterdi. Bu çatlaklarla beraber mevcut durumu sarsabileceğimiz potansiyel alanları gördük. Bu farkındalık sayesinde, sistemi sorgulayan ve rahatsızlığı bir dönüşüm yakıtı olarak gören görünür bir oluşuma dönüştük.
Karşılaştığımız temel meselelerden biri, mimarlıkta üretim öncesinde neler olduğuydu. Sömürücü pratiklerin disiplinin en temellerine nasıl gömülü olduğu en görünür çatlaklarımızdan biri oldu. Bu sistemlerin ilk olarak nerede ve nasıl ortaya çıktığını sorgulamanın, anlamlı bir değişimin ve geleceğin başlangıç noktası olduğunu fark ettik. Bu yüzden eğitimin kendisinin de barındırdığı ve beslediği normları sorgulamak şarttı. Bu normlar sorgulanabilir, dönüştürülebilirdi. Mimarlık eğitimi, sadece sektöre hazırlayan değil, o sektöre eleştirel mesafe koyabilen bir alan olmalıydı. Mimarlık eğitimi eleştirel bir mesafede durmalı; mimarlık emeğinin illa “elle tutulur” bir ürün yaratmak zorunda olup olmadığını sormalıydı. Normatif olanı sorgulamak için bir dönüşüm şarttı. Her çizimin, maketin, yapının altında görünmeyen bir emek vardı—araştırmalar, eskizler, revizyonlar… Tüm bu süreçler, “öğrenme” ya da “tutku” adı altında ücretsizleştirilirken, mimarlığın bir emek biçimi olduğu ve her emek gibi saygıyı, hakkı ve karşılığı hak ettiği belki de su yüzeyine en hızlı çarpan olgu oldu.
İkinci okul buluşması kapsamında Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğrencileriyle gerçekleştirdiğimiz “Stüdyo Kültürü” temalı açık forumdan bir kare. Fotoğraf: Gizem Yılmaz
Mimarlık direnç için bir araç olabilecekken, çoğunlukla yalnızca statükoyu yeniden üretiyor olduğu gerçeğiyle, bir kolektif olarak sesli bir şekilde yüzleşmek için belki de geç bile kalmış olabiliriz. Ve daha geniş bir düzlemde, mimarlığın kapitalist sistemle ilişkisi sorgulanmalı. Mekân üretimi artık yaşamı destekleyen bir pratik olmaktan çok, yatırım aracına dönüşmüş durumda. Oysa bizce mimarlık yalnızca yapılar değil; toplumsal ilişkiler, doğa ve onun parçası olan/olmayan diğer varlıklarla birlikte ele alınmalı. Mimarlık direniş için bir araç olabilir —ama bu, normları yeniden üretmediğimiz sürece mümkün. Mesele sadece bina tasarlamak değil; mimarlığın güç, kaynak sömürüsü ve ekolojik yıkımla nasıl iç içe geçtiğini yeniden düşünmek. Mimarlığın tarafsız olduğunu iddia etmeyi bırakmalıyız. Mimarlık politiktir ve çevresindeki sistemler tarafından şekillendirilir.
Bu süreçte öğrendiğimiz en güçlü şeylerden biri şu oldu: Yalnız değiliz. Aynı rahatsızlığı duyan, aynı soruları soran insanlar olarak bir araya gelip sesimizi yükselttik. Sadece mimarlık fakültelerinde değil, şehirde de direnişin alanlarını kurabileceğimizi gördük. Artık biliyoruz ki, değişimi birlikte talep ettiğimizde yalnızca ses çıkarmıyoruz; gerçek, dönüştürücü bir etki için bir zemin inşa ediyoruz.
Bu yazı da bir sonuç değil, bir başlangıç. Çünkü biz artık sadece mimarlık yapmayı değil, mimarlığın nasıl yapıldığını sorgulamak ve değiştirmek istiyoruz. Aynı değişimi hedefleyen, bu sorgulamaya katılmak isteyen ve yalnız mimarlıkta değil disiplinlerarası, ilişkili pek çok alanda rahatsızlık duyan herkesi yan yana gelmeye, sesimizi duydukları alanda birlikte yükseltmeye ve örgütlenmeye davet ediyoruz.⁵