Antakya’nın Geleceği Mimarlara Emanet Edilmeli mi?

Antakya kent merkezi için geliştirilen projelerin tartışıldığı Türkiye Tasarım Vakfı’nın organizasyonuyla 11 Kasım 2023 tarihinde Antakya’da yapılan toplantıya dayanan bu yazıda, Antakya'nın geleceği ile ilgili karar alma süreçleri irdeleniyor.

Kaynak: Tabula Peutingeriana, 1-4th century CE. Facsimile edition by Konrad Miller, 1887/1888 Roma yollarını gösteren haritada Antioch ve Orontes

Antakya kent merkezi için geliştirilen projelerin tartışıldığı Türkiye Tasarım Vakfı’nın organizasyonuyla 11 Kasım 2023 tarihinde Antakya’da yapılan toplantı Avukat Ecevit Alkan tarafından kayda alınmış ve şu linkte yayımlanmış.  Hatay Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Başkanı ve yerelde aktif bir hak savunucusu olarak çalışan Ecevit Bey’e emekleri için teşekkür etmemiz gerek, zira kamuoyunun bilgilendirilmesi gibi zorlu bir işi kendi imkanlarıyla üstlenmiş durumda.

Söylemeye bile gerek olmamalı ama yine de hatırlatmış olalım: kamu tarafında sorumlu bir planlama ofisinin bu tür toplantıların kaydını alması ve paylaşması gerekirdi. Çoğu şehir dışında hayatlarını sürdürmek durumunda kalmış Antakyalıların gelişmelerden haberdar olabilmesi, tartışmalara imkanları ölçüsünde katılması, daha kapsayıcı bir diyalog zemininin kurulması kamu idaresinin görevlerinden biridir. Ancak şimdilik Antakya’da böyle bir ofis yok, meşru bir planlama otoritesi de yok. Süreç gayrimenkul geliştirme işini üstlenen ve nereden yetki aldıkları belirsiz aktörlere havale edildiği için kamusal nitelikli bir planlamadan da bahsedemiyoruz. Antakya’da yürütülen tasarım süreci ile ilgili ilk ve esasa dair sorun bu, ancak tali bir konuymuş gibi üzerinde pek durulmuyor nedense.

İkinci mesele ise şehrin tasarlanabileceğine dair meslek ideolojisi ile desteklenmiş naif kabul. Bu kabulün meslek çevrelerinde ne denli yaygın olduğunu görmek üzücü ve şaşırtıcı. Sosyal medyada tanık olduğumuz paylaşımlarda şehir merkezini tasarlamak üzere görevlendirilen mimarlık ofislerinin hangi kriterlere göre seçildiği sorusu ağırlıklı tartışma konusu haline gelmiş görünüyor. Sanki A ofisi yerine B ofisi tercih edilmiş olsa sorun çözülmüş olacak. Oysa asıl mesele kimin görevlendirildiği değil, mimar ve tasarımcıların bir şehir dokusu üretmesinin mümkün olup olmadığı sorusu. Daha sade bir dille asıl meseleyi ortaya koyalım: mimar ve tasarımcıların asıl aktör rolüne soyunduğu bir sürecin sonunda bir şehir dokusu oluşturulabilir mi?

Antakya’nın deprem öncesindeki pejmürde hali profesyonel meslek insanlarının sürecin asli aktörü olmasını meşrulaştıran örtülü bir gerekçe oluyor genelde. Evet, Antakya depremden önce ciddi sorunları olan bir şehirdi, ama bir şehirdi. Şimdi şehirlilerin mülkü üzerinde yürütülen tasarım spekülasyonu üzerinden yeni bir yerleşim hayal ediliyor. Bu tasarımlar yerinde inşa edildiğinde ortaya çıkacak yerleşim alanının adına Antakya desek bile oranın artık bir şehir olma niteliğini kaybetme riski var. Ve bu ciddi bir risk.

Şehir denilen kompleks sistemin yapısı ve oluşumuna ilişkin 60’lardan beri yürütülen pek çok tartışma nedense unutulmuş veya göz ardı edilmiş gibi görünüyor. Oysa şehrin mimarlıktan türetilemeyeceğini, bunun tersinin doğru olduğunu, ancak mimarlığın şehirden türeyebileceğini Rossi bize söylemişti.

Şehir adını verdiğimiz ve insanın ortak üretimi ve eylemleri ile oluşan kompleks bir sistemden söz ediyoruz. Pek çok aktörün eylemleri çakıştığında ve yan yana /üst üste geldiğinde ve müdahale ölçeğinin küçüklüğü temin edildiğinde zaman içinde katmanlaşma ve talihli tesadüfler sonucunda bazı durumlarda bir şehir dokusunun tıpkı organik bir habitat gibi oluştuğuna tanık oluyoruz. Henüz laboratuvar koşullarında bir şehir dokusunu üretmeyi başarabilmiş değiliz. Bir mimarı değil de 15 veya 38 mimarı işe koşmanın, sadece mimar veya uzman sayısı ve çeşitliliği artırmanın bir şehir dokusu üretmek için yeterli olmadığını daha önce defalarca gördük. Türkiye’de değerli mimarların bir araya gelerek çalıştığı pek çok deneme sonuçta bir şehir parçası üretmek için yeterli olmadı, çünkü meselenin esası bir mimari tasarım problemi değildi.

Şehir oldukça kompleks bir örgütlenme biçimidir, mekanik bir sistem değildir. Mekanik sistemler gibi lineer bir mantıkla işlemez, bir makineyi kurar gibi el kitabında yazan talimatnamelere uyarak, şu parçanın yanına bunu sonra diğer parçayı, ardından öbür parçayı ekleyerek onu kuramazsınız. Kompleks bir sistemde nedenler ve sonuçlar kolayca öngörülemez, “bunu yaptığımızda sonuç şu olacak” cümlesini kolayca kuramayız. Bazen iyi düşünülmüş gibi görünen bir hamle beklenmedik komplikasyonlar doğurur. Formülleri el kitaplarında yazmaz. Mimar/tasarımcı sayısını artırmak da çözüm değildir.

Bazı özel örneklerde bir mimarın neredeyse bir mahalle ölçeğinde pek çok yapıyı zaman içinde inşa ettiği ancak bunun çeşitlilik, kompleks ihtiyaçlara cevap verme ve şehir niteliğinin sağlanmasına mani olmadığı görülür. Burada kritik faktör girişimci aktörlerin çeşitliliği ve üretimin süreç içinde katmanlaşmadır.

Roma dönemindeki şehir kurma pratiği bu konuda bizi yanıltmamalı. Roma emperyal idari ve askeri sisteminin ihtiyaçları doğrultusunda pek çok garnizon kurmuştu, bunların bir kısmı ileride şehir haline gelebildiler. Abdülaziz döneminde yine bir garnizon olarak inşa edilen ve sonradan zaman içinde bir şehre dönüşen Elaziz gibi. O garnizonların ileride şehir haline gelmelerini sağlayan başta ortaya konmuş gridal düzen veya çekirdekteki kurgu değil, devam eden süreçteki aktörlerin bağımsız oyuncular olarak sistemi dönüştürme başarısıdır.

Formel mimarlık eğitimi başlamadan çok önce şehirler vardı, modern şehircilik disiplinin doğumundan çok önce şehirler vardı. Bu basit ve somut gerçeği her zaman aklımızda tutmalıyız.

Şehrin üretimine ilişkin 1920’lerdeki naif ilk varsayımların hızla felakete dönüşmesinin ardından problemin düşündüğümüzden karmaşık olduğu teslim edilmişti. 60’lardan itibaren yürütülen tartışmalar organik şehir dokusunun kompleks mantığını anlamayı amaçlıyordu. Organik bir şehir dokusunun kompleks yapısını anlamayı -evet, inşa etmeyi değil, öncelikle anlamayı – hedefleyen önemli kuramsal çalışmalar mevcuttur. Christopher Alexander’ın ‘şehir ağaç değil bir network’tür’ argümanını ortaya koyan makalesi önemli bir başlangıç olarak görülebilir. Onun on yıllar boyunca yürüttüğü kuramsal ve pratik çalışmalar hep aynı temel soru etrafında dönüp durur. New Theory of Urban Design’da bir grup master öğrencisi ile San Francisco’da yan yana eklenmiş projelerle organik bir şehir dokusunu üretmeyi denemiş ve bu kitabın sonuç bölümünde bu deneysel üretiminin başarısını ve başarısızlığını alçakgönüllülükle tartışmıştı. Henüz öğrenciyken ilk defa karşılaştığım bu kitabın argümanları ve sonuçları üzerine uzun bir süre düşündükten sonra bu deneyin muhasebesini 25 yılın ardından ancak şimdi yapabiliyorum.

Şehrin oluşumunda mimar ve uzmanlar asıl aktörler değildir, olamazlar. Asıl aktör o alanda oyuncu olma arzusundaki şehirlilerdir. Uzmanlar bu reel istekleri bazı yapı sistemleri içinde somutlaştırma aşamasında devreye girerler. Bu oyunun simülasyonu proje paftalarında veya powerpoint proje sunuşlarında yapılamaz. Maç her koşulda gerçek aktörlerle ve her zaman sahada oynanır.

Evet, oldukça kompleks bir süreç hakkında spekülasyon yaptığımız açık. Yine de bazı kriterleri dile getirmek mümkün. Her halükârda müdahale ölçeği küçük olmalıdır. Essex Design Guide’dan beri yürütülen tartışmalar bize bu basit hakikati telkin ediyor. İkincisi ise oyun alanına giren aktörlerin çeşitliliğini temin etmek olmalı.

Jan Gehl ünlü kitabında insan ölçeğine vurgu yapmıştı ama belki de daha önemli kriter müdahale ölçeği ve aktör çeşitliliğidir. Bazen insan ölçeğini aşan büyük mega strüktürler insan ölçeğine inecek şekilde artiküle edilebilir, ancak küçük parçaların müdahale ile dönüştürülmeye elverişli olması daha önemli bir kriterdir.

Bugün Kadıköy’ün ve benzeri yapsatçıların marifetiyle ortaya çıkmış şehir parçalarının onca probleme rağmen canlı bir şehir hayatını sürdürebiliyor olmasının sırrı alana girebilecek aktör çeşitliliğine izin veren esnekliği gösteriyor olmalarında yatıyor. Mülkiyet dokusu, mülkiyetin çok küçük birimlere bölünmüş olması, dönüştürülebilirliği ve zemin sürekliliği diğer faktörler olsa gerek.

Müdahale ölçeği konusunu biz uzmanlar genelde yeterince önemsemiyoruz. Uzun bir süre boyunca tasarımcıların küçük parsellere sıkıştırılmış olması hep aşılması gereken bir problem olarak sunuldu. 18 uygulaması ve benzeri imar düzenlemeleri ile parsel ölçeğinin ötesine geçtiğimiz ve tasarımcı marifetiyle daha büyük ölçekli müdahalelere soyunduğumuz her defasında ortaya çıkan sonuçlar hüsran olsa da bu yöndeki varsayımlarımızı içtenlikle sorgulamış değiliz.

Silikon Vadisi’ne benzer bir eğitim ve bilişim vadisi kurma sözüyle yola çıkan Cendere Vadisi’nin vardığı sonuç orada duruyor. Bu arada İstanbul dünyanın önemli oyun yazılım merkezlerinden biri haline geldi, milyar dolarlık unicorn’lar ortaya çıktı ama bu yazılımcıların hiçbiri Cendere Vadisi’ndeki ofislerin kapısından içeri bile girmemişlerdir.

Kentsel rant problemi sadece Türkiye’deki şehirlerin sorunu değil, onu yalıtılmış bir şer kaynağı olarak göremeyiz. Rant ve değer olmasa şehir yaşamsal fonksiyonlarını yerine getiremez. Meseleyi hakkettiği derinliği ile düşünmek zorundayız.

Ve tabii ki son kritik mesele kamunun bu süreçteki rolüdür. Kamu idaresi düzen koyucu otorite olarak oyunun bir tarafı değil, şehirliler arasında yürütülecek müzakerenin kapsayıcılığını, koşullarını ve sağlıklı işleyişini temin edecek kurum olmalıdır. Kamunun bu asli görevini yapmak yerine sahaya dalıp bütün oyuncuları dövdüğü maçlara yakın tarihimizde sıklıkla tanık olduk, artık dersimizi almış olmalıydık. Kamunun daha geniş yetkiler ve daha büyük bir balyozla daha çok kişiyi döverek iyi sonuç alabileceğini iddia etmek aynı hataların daha büyük ölçekte tekrarından başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Sıradan şehirliyi bir aktör olarak güçlendirmek ve onların oyundaki yaratıcılık kapasitelerine güvenmekten başka şansımız olmadığını söylemek tuhaf görünüyor olabilir ama elde etmek istediğimiz sonuç bir şehir ise başka bir seçenek yoktur. Bulutların üzerine kurulmuş o hayallerdeki şehirden değil, sokakları çamurlu ve sorunları olan ama soluk alan, yaşayan ve hayat belirtisi gösteren bir şehirden söz ediyorum. Böyle bir şehirde aktörlerin sınırlarını sadece yazılı kurallar ile belirlemek mümkün değildir. Onların oyun alanı içinde birbirleri ile yürütecekleri müzakerenin koşullarını sağlamak alternatif bir yöntem olarak denenmelidir. Yönetmeliklerin sıkı boyunduruğunu daha da berkiterek olumlu bir sonuca varmanın imkanı yoktur. Yasanın hükümlerinin hayatın küçük alanlarındaki sayısız tekrarının sonuçta kara mizah ile sonuçlanacağını Kafka’nın eseri bize göstermişti. Bu sadece romanlarda ve hikayelerde konu edilen edebi bir klişe değil, içinde yaşadığımız hayatın somut hakikatidir.

Halkımızın cahil ve çıkarcı olduğu, bu nedenle müzakere masasına alınmak için ehil ve yeterli olmadığı yönündeki şikayetlerin benim açımdan ciddiye alınabilir bir tarafı yok. Nedense herkesin halk adı verilen belirsiz bir özneyi çıkarcı ve cahil olarak suçladığı ama konu kendi mülküne geldiğinde tam da o “cahil ve çıkarcı” halk gibi davrandığı tuhaf bir iklimde yaşıyoruz. Sorun insanların çıkarcı olması değil, uzmanlar dahil herkesin kendi çıkarlarını savunması da değil, her aktörün kendi çıkarlarını diğerlerinin çıkarları ile müzakere ederek bir sonuca vardıracağı bir oyun alanının kurulmasının sağlanmasında. Dünyanın her yerinde mebzul miktarda cahil ve çıkarcı insan mevcuttur. Örnek gösterilen şehirlerin başarısı kamusal müzakere oyununu daha kapsayıcı ve görece daha iyi koşullarda kurgulamış olmalarına bağlıdır. Londralı veya Berlinli bir manav veya kasabın Antakyalı muadillerine göre daha derin bir mimarlık ve şehircilik tarihi bilgisine sahip olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Gündelik pratiklerinde talepleri, hayalleri ve umutları da birbirlerinden o ölçüde farklı değildir. Mesele onların taleplerinin nasıl bir oyun çerçevesinde gerçekleştirilebilir olacağını belirlemek olmalı.

Bu ülkenin şehirlerinin son yüzyıl içinde uzmanların hoyrat müdahaleleri sonucunda nasıl yara aldığının hikayelerini İstanbul, Bursa, İzmir, Adana vb. şehirlerden örneklerle peş peşe dizmeye kalksak sayfalar, ciltler doldurabiliriz. Bugün geçmişe bakarak kurduğumuz hikaye yarın bizi de içine alarak genişleyecek. İleride, mesela 50 yıl sonra çocuklarımızın bizim hikayemizi nasıl anlatacaklarını aynı perspektiften düşünüyor olmalıyız.

Bu satırlar yazılırken yüzbinlerce insanın geçici barınma alanlarında son derece zor şartlarda hayatlarını sürdürme gayreti içinde olduğunu unutmuş değilim. Halk böyle müşkül bir durumdayken kamu otoritesi ne yapmalı? Boş lafla vakit geçirmek yerine iş üretmemiz gerektiği sıklıkla hatırlatılıyor. Evet, hızlı hareket etmek gerek. Ama hangi perspektifte ve ne yapmak için?

Kamunun öncelikli görevi şehirlerin devasa altyapı sorunlarını çözmek için gereken mali kaynağı temin etmek olmalıydı. Hangi projelerle, nasıl süreçlerle, kimlerle ortaklaşarak? Siyasi sonuçları olacak kararların halk ile paylaşılması, mümkün olan en geniş kapsamlı toplantılarda bu kararların tartışılması gerekirdi. İkinci önemli görev ise geçici barınma alanlarında yaşam kalitesinin yükseltilmesidir. Gereken devasa insani ve mali kaynak ve koordinasyon güçlüğü düşünüldüğünde kamudan başka hiçbir aktörün yerine getiremeyeceği bu görevleri ilk elde saymak gerekir. Uzman olmayanlara hakikati söylemek gibi bir yükümlülüğümüz var, dünyadaki benzer örneklerde geçici barınma alanlarının 10-15 hatta bazen 20 yıl boyunca yaşamlarını sürdürdükleri biliniyor.

Öte yandan kamunun görevi olmayan konuları da zikredelim. Mesela Antakyalıların şehir merkezindeki toprağı üzerinde tasarım spekülasyonları yapmak asla kamunun görevi değildir.

Depremzedenin kendi yerini inşa edecek gücü olmadığını, kimsenin bu koşullarda evini, işyerini inşa edemeyeceğini söylemek kamunun asli görevlerini yapamadığını söylemenin başka bir yoludur sadece. Kamunun gücü ve kapasitesi evini ve işyerini yeniden yapmak isteyenler için standartlar, müzakere zeminleri, kayıt ve arşiv hizmeti, teknik kolaylık, mali yardım projeleri temin etmek için kullanılmalıdır. Şehirlinin imkanları ve kudreti desteklenmeli, onlara içinde hareket edecekleri bir strateji çerçevesi sağlanmalıdır. Şehri kuracak ve yaşatacak olan, ayağa kaldıracak ve mekanlara hayat verecek olan onlardır. Depremden önce Antakya’da cazip olan ve şehir dışından gelenlerin görmek ve tecrübe etmek istedikleri ne varsa Antakyalıların eseriydi. Bu basit gerçeği de akılda tutmak gerek.

Etiketler

1 Yorum

  • Cassius Silpius says:

    Şerif Bey, yazılarınızı özellikle bir Antakyalı olarak uzun zamandır takip ediyorum.
    Akademik gereklilikler konusunda yerinde ve doğru ifadeler kullanıyorsunuz, emeğinizi takdir ediyorum. Fakat bazı kısımlarda şerhlerim olduğunu açıkça söylemeliyim.
    Size de sıklıkla yöneltildiğini düşündüğüm. “Boş lafla vakit geçirmek yerine iş üretmemiz gerektiği sıklıkla hatırlatılıyor.” cümlesi ile eleştirileri bir oranda aldığınızı anlıyorum. Her şeyden önce bir Antakyalı olarak size ve önemli bir bileşeni olan Ortak Akıl Antakya oluşumuna inanılmaz derecede kırgın olduğumu söylemeliyim. İlk süreçten itibaren toplantılarınızı ilgi ile takip ettim ve oluşum olarak ciddi bir şekilde bir umut imgesi oldunuz. Fakat tüm yerel desteğe, ulusal ve uluslararası partnerlerinize, üst düzey akademik danışmanlarınıza rağmen malum seçim sonrasında bir anda yok oldunuz. Gerçekçi olmak gerek, ilk açıkladığınız plan/programa uygun hiçbir girişimi gerçekleştirmediniz. Kentte olan ve sizi hep takip etmeye çalışan biri olarak ve konuştuğum herkes aynı fikirdeyse zaten yapmamışsınızdır. Bu konuda ısrar etmeyeceğinizi düşünüyorum. En büyük potansiyel alternatif sizler iken, şimdi geldiğimiz durumda mevcut erkin geliştirdiği sisteme mecbur bıraktınız bizleri.
    Bu yazınızda da (öncekilerde de bahsettiğiniz gibi) akademik doğrulardan, şehrin nasıl var olacağından bahsederken -ki bunlar teorik olarak doğru olabilir- 15 -20 yıllık bir geçici barınmayı öneri olarak sunabilmektesiniz. İnanılır gibi değil. Pek çok ortamda bu yazının hala paylaşılıyor olmasına çok şaşırıyorum. Çok talihsiz buluyorum yazınızı. Dışarıdan teorilerin sunduğu belirsizliği/organik kenti bekleyelim demek çok kolay, çok konforlu. Değil 20, 10 yıl dahi geçici barınmada geçirilen zamanla kentin hem sosyal yapı hem geri dönüşler, hem psikolojik durum gibi sayısız bakımdan neleri kaybedebileceğinin farkında değilsiniz. Şu an Antakya’dan bunu yazarken bu alternatifin yürütülecek bir imar faaliyetlerinden çok daha derin etkileri olacağını çok rahatlıkla söyleyebilirim. Kendim dahil depremden beri kentte kalmaya direnen pek çok insanı hatta bir nesli belki kaybedebilmeye dahi gidebilecek bir pozisyon. Peki bu süre sonrası eski Antakya’ya dair kaybolan alışkanlıklar ne olacak? Onlar var olabilecek mi sanıyoruz?
    Bunu görerek yeni adımlar atılması zorunlu.
    Kamunun pozisyonunu teoride tanımladığınız kısma da hiç katılmıyorum dolayısıyla. Antakya’nın mevcut durum içerisinde kamunun doğrudan desteği olmadan kendini toparlamasını beklemek hayalden ibaret. Kamu sosyal devlet anlayışına uygun olarak bu alanda var olmalı ve çözüm üreten pozisyonda olmalı. Antakya’da yeterince zaman geçirdiyseniz halkın da bunu istiyor olduğunu zaten fark etmişsinizdir. Bireyleri güçlendirmeye dayanarak bunun yeniden olmasını beklemek ülke genelinde sadece eğitim düzeyi değil ekonomik bir devrim ile ancak mümkün olur.
    Rezerv alan konusunda mülkiyet belirsizliği ile ilgili herkes evet tedirgin. Fakat Antakya, bu konuda diğer şehirlerle kıyaslanabilir bir pozisyonda değil. Özellikle İstanbul ile hiç değil. Dediğim gibi bu yasa koşullarının kentin mantıklı bir şekilde formasyonu için kullanılması ve sosyal devlet anlayışı gereği kimsenin mağdur edilmeden mülkiyet hakkını yeniden edinebilmesi sağlanabilmeli. Bu konuda kamuoyu baskısının sağlanması ve gerekli kazanımların elde edilmesi sağlanmalı. Bundan ötesi değil.
    İnanın tasarım veya mimarların aktörlüğü sizin belirttiğiniz organik kent çerçevesinden de bakınca önemli değil. Kentli o mekanlara geri dönebildiği ve yaşam kurabildiği sürece umudunu yeniden kazanacak ve alışkanlıklarını ilişkilerini sürdürecektir. Temel konu insanların yeniden barınacak mekanları kolayca kazanabilmesi (mümkünse bedelsiz olarak) ve sosyal yapısının da korunabilmesidir.
    Söyleyebileceğim, yazabileceğim çok fazla şey var ama burada keseceğim.
    Kamu veya mimarlara odaklanmak ve sadece eleştiren bir pozisyonda durmak yerine üretilen konularda birikiminizle birlikte mevcut koşulları da göz önünde bulundurarak herkese faydalı olabilecek öneriler geliştirmenizi umuyorum. Saygılar..

Bir yanıt yazın