Çok değil bundan on yıl önce, "küratör" kavramı ve kavramın uğradığı dönüşüm üzerine yazmak enikonu bir işti.
Tartışmanın ülkemizdeki mazisi bir parça daha geriye alınabilse de 2000’li yılların konusunu oluşturuyordu küratörün neliği hakkındaki şüpheler. O günlerde küratör, Foucault’nun “Müellif Nedir?” ve Barthes’ın “Müellifin Ölümü” yazılarından hareketle eseri yaratan öznenin anonimleşmesi ve piyasanın bu öznelik kaybına karşı yeni bir aktör yaratma çabasıyla ilişkilendirilirdi. Müzede, depodaki her şeyi bilmek, onları korumak, koleksiyonu zenginleştirmek ve toplumu sanat konusunda bilinçlendirmek için bu koleksiyondan sergiler düzenlemekle yükümlü olan küratörün, sergi yapımcısı olarak küratöre dönüşmesi sürecinin paydaları üzerine yazılır çizilirdi.
Günümüzde onun kim olduğu herkes tarafından biliniyor. O artık sıra arkadaşınız, mahalle komşunuz, sürekli takıldığınız cafe’deki ahbabınız. Bütün derslerde uyukladığı halde nasıl olup da sınıfı geçtiğine akıl erdiremediğiniz, eline boya bulaşacak diye tuvali ucundan olsun tutamasa da ne, nerede, nasıl yeniri bilen seçkin bir gurme. Açık ki, her serginin küratörlük edimi olduğu bir zaman diliminde küratörün kimliğine dair sorular da anlamsızlaştı. Şimdi herkes küratör; hepimiz küratörüz.
Müellif (author) kendi ürünü üzerindeki otoritesini zaten çoktan yitirmişti. Ne ki, bir süre için o otoriteyi eline geçirdiği yanılsamasını yaşayan küratörün de kaderi farklı olmadı. Karizmatik küratör devri de başladığı gibi sona eriverdi ve onun yerine, eski, bildik çarşı esnafından organizatör aldı küratörün yerini. O şimdi bir organizasyon figürü. Düğüne masa, konsere çiçek bulan 70’lerin yaman organizatörü çıktı küratörün altından. Aynı çok bilmişlik, aynı çiğlik, aynı sakillikle… (Tabii bu kez İngilizce konuşanından.)
Bugün, kültür endüstrisi, bilinçli-bilinçsiz yürütücüleriyle epistemolojik herhangi bir yükü sırtına almayan yeni bir kültür tanımı yarattı. Düşünsel süreçlerle birlikte arzuların yönlendirilmesiyle de şekillenen bu yeni süreçte sanat tarihçisine olduğu gibi küratöre de yer yok. Akla karşı olduklarını dilinden düşürmeyen postmodern cihanda “araçsallaşan akıl” piyasanın manipüle edici gücünün bir parçası olmakla kalmadı, distopik bir sonsuz karnaval içinde özneye dair bütün anlatıları da kocaman gövdesinde sindirdi.
1920’lerin avangardının, 60’ların özgürlük söyleminin ya da 80’lerin estetik karşıtlığının yokluğunda, sanata dair her türlü belirti bugün git gide daha da teatralleşerek var oluyor. Bugünün sanatından geriye kocaman bir “kitsch” kalırsa şaşırmamak gerek.