Replika Koltukta Mimarlık Konuşmak: Aykut Köksal ile Mimarlık Söyleşileri

Aykut Köksal’ın TRT2’deki programını ilk gördüğüm andan beri ilgiyle izledim. Diğer yandan izledikçe, önceleri sebebini tam belirleyemediğim bir rahatsızlık duygusu artarak beni sarmaya başladı. Beni neyin rahatsız ettiğini anlamak için ilk 13 bölümü tekrar tekrar izledim; bunun yanı sıra Aykut Köksal’ı daha iyi anlamak için kitaplarını ve farklı mecralarda çıkmış yazılarını okudum, muhtelif konuşmalarını ve röportajlarını dinledim. Sonunda, aslında çok önemsediğim bu TV programına ilişkin eleştirilerimi içeren bu yazı çıktı ortaya.

AYKUT KÖKSAL’IN VE KONSEPTİN DOMİNANTLIĞI
Konsepti yaratan, konukları ağırlayan, söyleşiyi yönlendiren Aykut Köksal, paradoksal olarak programı bir taraftan oldukça ilgi çekici kılarken bazı yönlerden de seyretmesi zor bir hale getiriyor… Konseptin baskınlığı, daha program ile ilk temasımız olan program adında karşımıza çıkıyor: “Aykut Köksal ile Mimarlık Söyleşileri”.

Şu ekranda kaç kere Aykut Köksal yazıyor sayabilen var mı 🙂

Aykut Köksal Türkiye’de mimarlık dünyasında önemli bir figür olmakla birlikte, adını programın başına koyabilecek bir tanınırlığa sahip değil. Program sayesinde Aykut Köksal’ın adını ilk defa duyanların, Aykut Köksal’ın ismi sebebiyle programı izleyenlerden daha fazla olduğuna eminim. Yine de bu durum, Aykut Köksal’ın kendi adını bir marka olarak konumlandırmasına, bir manada kendi programının başına kendi reklamını almasına engel olmuyor. Aykut Köksal’ın kendisini ve yarattığı konsepti, programın bu denli merkezine oturtması, programın en göze batan yanlardan biri.

KONUKLAR NEDEN SİYAH GİYMEK ZORUNDA?
“Mimarlar siyah giyer” diye bir söz var, doğru. Aykut Köksal da kendi programının her bölümüne tepeden tırnağa siyah giyinerek çıkabilir tabii ki. Ama bütün konukların da -âdeta onlara atanmış birer üniforma gibi- siyah giymesinin gerekmesi gerçekten çok ilginç.

Baştan aşağı lacivert giyinen ve turuncu kayışlı bir saat takan Mehmet Konuralp dışında bütün konuklar siyah giyme kuralına ya tamamen uymuş ya da büyük ölçüde saygı göstermiş.

Bu programın “dress code”u mu var? Mimarlık gibi yaratıcılığın, özgünlüğün söz konusu olduğu bir alanda konukların kıyafetlerini dahi programın konsepti kapsamına dâhil etmek biraz fazla buyurgan değil mi? Bu noktada duralım ve The Matrix’in ünlü “Construct” sahnesinden bir kesit izleyelim.

Neo’yu, kendini bir anda bu programın stüdyosunda bulan konuk; Morpheus’u da Aykut Köksal olarak düşlemekten kendimi alamıyorum! Bir “program” tarafından kurgulanmış, kıyafetlerinize kadar her detayın size atandığı, kontrolün esas olduğu gerçek dışı bir dünya bu… Ne diyor Morpheus: “What is the Matrix? Control!”

GÖZ YORAN DEKOR(SUZLUK)
Programın -var olmayan- dekoru ilk bakışta oldukça ilgi çekici duruyor: Bembeyaz bir boşluk! O denli beyaz ki, zemin ile duvar ayrımını dahi yapamıyor, kendinizi düzlemlerin birbiri içinde eridiği bir illüzyon içinde buluyorsunuz.

Dekor(suzluk) 

Bir reklam filmi için çarpıcı olabilecek bu kurgu, bir saate yakın süren bu programı seyretmesi zor bir hale getiriyor. “Mimarları ve eserlerini ön plana çıkarma” gibi bir fikirle ortaya konmuş olabileceğini düşündüğüm bu bembeyaz boşlukta asılı kalmış ve simsiyah giyinmiş iki kişinin oluşturduğu yüksek kontrast o denli yorucu ve uyarıcı ki konuşulanlara yoğunlaşmak için özel bir efor harcamak gerekiyor. Aykut Köksal, çarpıcı bir konsept yaratmak uğruna, yazılarında mimarların sık sık düştüğünü söylediği bir tuzağa bu kez kendisi düşerek “çekici bir buluşun cazibesine kapılmışa” benziyor…

REPLİKA KOLTUKTA MİMARLIK KONUŞMAK*
Aykut Köksal, Marcel Breuer’in ve onun kült tasarımlarından Wassily Chair’in büyük bir hayranı. Öyle ki, 1994’te yayımlanan ilk kitabı “Zorunlu Çoğulluk”un daha ilk sayfasında Wassily Chair’in resmi var.

Zorunlu Çoğulluk Mimarlık ve Sanatta Dilin Süreksizliği, Aykut Köksal, ATT yayınları, İstanbul 1994

Yine aynı kitapta farklı yerlerde koltuktan övgüyle söz ediliyor:
“Marcel Breuer’in Bauhaus’ta tasarladığı o meşhur koltuğu, Modernizm’in bir daha erişemeyeceği bir biçim zenginliği taşımakta ve tasarım tarihine tek defalık bir tasarım olarak girmektedir.” (s.6)

“Zor olanın başarılması ise ancak tek defalık, yinelenemez başyapıtlarda görülür. Modernizm’in klasikleri arasına giren pek çok yapıt bu zor üretimin sonuç ürünleridir.
Bu bağlamda verilebilecek en güzel örneklerden biri Breuer’in ünlü ve ölmez Wassily koltuğudur. Modernist mobilya üretiminin aşılamamış ilk örnekleri arasında yer alan Breuer’in koltuğu, can sıkıcı bir kuruluğu ister görünen normların, kuruluktan ve sıradanlıktan ne denli uzak bir ürüne de yol açabileceğini gösteriyor.” (s.37)

Bu durumda programın dekorunda da başrolde Wassily koltukların kullanılması anlaşılabilir tabii ki. Zaten Aykut Köksal, Açık Radyo’da 04.04.2019’da yayınlanan röportajında da konseptin bütünüyle kendine ait olduğunu şu sözleriyle ifade ediyor:

Yağmur Yıldırım: Nasıl karar verildi formata? O Wassily sandalyelere nasıl karar verildi mesela?
Aykut Köksal: O benim kararım. Konseptin bütünü, mekânıyla, bütün o Breuer iskemleleriyle vesaire benim tasarımım.

Ne var ki gerek koltuklar gerekse de ortadaki sehpa, birçok detaydan açıkça görüldüğü üzere, isim hakları Knoll firmasında olan “Wassily Chair” ve “Laccio Coffee Table”ın birer replikası!

Solda, Knoll tarafından üretilen “Laccio Coffee Table” ve “Wassily Chair”; sağda ise Aykut Köksal’ın programında kullanılan replika ürünler.

“Laccio Coffee Table”ın üst tablası orijinal üründe ahşapken, replikada cam kullanılmış. Orijinal üründe üst tabla metal ayaklarla aynı kalınlıkta. Ayrıca üst tablanın uzun kenarları boyunca açılan yarım daire profilli kanallar sayesinde, üst tablanın metal ayaklarla, onları kavrarcasına birleştiği görülebilir. Replika ise bütün bu inceliklerden yoksun. Metal ayaklardan daha ince bir cam levha, alttan dört adet lama ile taşıtılmış…

Solda, Knoll tarafından üretilen orijinal Wassily Chair’dan, sağda ise Aykut Köksal’ın programında kullanılan üründen dikiş detayı.

Dikkat edilirse, replika koltuklarda tek sıra yerine çift sıra dikiş kullanılmış. Dikişin kalitesi ve sıklığı da orijinal üründekinden oldukça farklı. Ayrıca dikiş ile metal boru arasındaki mesafe orijinal üründekinden daha fazla. Sebebi ise şu: Wassily koltukların montajı sırasında, deri şeritlerin boruya geçen yaka kısmını, boruların büküm yerlerinden döndürerek geçirmek oldukça zor bir iş. Replikayı yapan usta, derileri boruların büküm yerlerinden daha kolay döndürebilmek için bu mesafeyi arttırmış. Böylece montaj kolaylaşmış!

Şimdi noktaları bir daha birleştirelim: Aykut Köksal, Türkiye’de mimarlık alanında önemli bir figür; kuramsal alt yapısı çok sağlam, genel kültürü çok geniş bir isim. Mimarlıktan müziğe, tiyatrodan çağdaş sanata uzanan geniş bir alanda düşünüyor, yazıyor, üretiyor, eleştiriyor. Üstelik TRT2’de bir TV programı yapıyor; üstelik program mimarlık ve tasarım üzerine; üstelik program kendine kamuoyunu mimarlık, sanat tarihi, tasarım konularında bilinçlendirme gibi bir misyon da biçmiş; üstelik Aykut Köksal Marcel Breuer’in Wassily Koltuğu’nun da büyük bir hayranı… Ama konsepti kendine ait olan ve Türkiye’nin önemli mimarlarını ağırladığı programda kullandığı; program sırasında da “Wassily Koltuk” diye orijinal ismi ile adlandırdığı koltuklar orijinal değil birer replika!

Bence bu durum Türkiye’de tasarıma -söylemde değil gerçekte- verilen değer adına bizlere çok şey anlatıyor. Ne dersiniz?

*Bu program hakkında bir yazı yazmaya başladığımda koltukların ve sehpanın birer replika olduğunu fark etmiş değildim. Fakat o sıralarda Cem Cemal Çobanoğlu’nun (@cemmocoba) programa ilişkin bir tweet’ini gördüm. Bu tweet’te Cem programdan bahsederken “Wassily Chair’lar da replika olmasa iyi olurmuş 🙂 Dikişlerden anlayabilirsiniz.” diyordu. Bu tweet’in izinden gidince, oldukça şaşırarak Cem’in tespitinin doğrulunu görmüş oldum…

KONTROLCÜ OLMAYA ÇALIŞIRKEN KONTROLÜ KAYBETMEK: LOGO SORUNSALI
Programın bütün kurgusu kusursuz bir kontrast, mekânsızlık algısı ve her detayın milimetrik kontrolü üzerinde şekillerken; sağ üst köşede bulunan ve bu kurguyu bozacak şekilde bir düzlem tanımlayan logonun etkisi atlanmış.

Bütün kurguyu bozan bir eleman olarak logo

Bu sonsuz beyazlıkta bir kusur, bir leke gibi kalıyor logo. Neticede Han Tümertekin’in kafasının tam üstüne tünemiş bir kuş gibi duran TRT2 logosu beni program boyunca rahatsız ediyor; elimi sallayıp “kışt” yapasım geliyor.

KONUĞA KONUĞUN ESERİNİ ANLATMAK
Açıkça belirtmek gerek ki program çok zengin referanslara sahip. Bunu daha iyi ifade edebilmek adına örnek olarak, Can Çinici’nin konuk olduğu bölümde bahsi geçen kavramları ve kişileri görselleştirdim:

 

Can Çinici’nin konuk olduğu bölümde bahsi geçen isim ve kavramların kelime haritası

Bu tabloda sadece programın bir bölümünde bahsi geçen kişi adlarına ve kavramlara yer verdim; ele alınan mimari projelerin adlarını da ekleseydim, okunamayacak derecede yoğun bir tablo olacaktı. Bu denli zengin referansların olumsuz bir etkisi var yalnız: Bu referansların büyük bir kısmı söyleşinin doğal akışı içinde ortaya çıkmıyorlar; belli ki Aykut Köksal önceden hazırlanmış oldukça detaylı bir metni izleyerek bu kavramları, akımları, isimleri, anekdotları özenle söyleşiye serpiştiriyor. Program bu haliyle “söyleşirken seyirciyi de eğitmek” gibi bir misyon yüklenmiş kendine. Bu sebeple de söyleşiyi aslında oldukça absürt hale getiren diyaloglarla karşılaşıyoruz. Mesela Aykut Köksal, Bünyamin Derman’a Dolmabahçe Stadı’nın öyküsünü; Murat Tabanlıoğlu’na AKM’nin serüvenini; Cem Yücel’e çağdaş tiyatronun mekânsal gereksinimlerini; Cengiz Bektaş’a, Etimesgut Camisi’nde “Cengiz Bektaş”ın ışığı aslında nasıl kullandığını, Mehmet Konuralp’e de, “Mehmet Konuralp”in Maçka Sanat Galerisi’ni bir apartmanın bodrum katından nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor! Bu anekdotlar seyirciye çok şey öğretiyor olabilir ama bunun neticesi olarak konukların kendi sözleri, kendi varlıkları arka plana düşüyor ve program -biraz abartarak da olsa- konukların Aykut Köksal’ın ağzından kendi eserlerini dinledikleri bir seminer formatına bürünüyor.

ELEŞTİRMEN’İN ÖNLENEMEZ SORUMLULUĞU
Aykut Köksal’ın 08.10.2018’de mimarizm.com’da, Gölgede Kalan isimli köşesinde yayımlanan ve Teğet Mimarlık’ın Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nı eleştiren bir yazısı var. Başlığı şu şekilde:

“Eleştirinin Önlenemez Zorunluluğu”. TRT2’deki programla ilgili bir yazıda, Aykut Köksal’ın bir başka yazısına değinmemin bir nedeni var tabii ki. Aykut Köksal söz konusu yazısında YKKS’nin hem en ilgi çeken hem de en çok tartışmaya konu olan öğesinin -yani merdivenli galerinin- meydanla ilişkisini ve sirkülasyon sorunlarını ele aldıktan sonra sözü yapının kitapçısına getiriyor ve şöyle yazıyor:

“Kitabevinin iç yerleşim düzeni için Han Tümertekin’in Robinson Crusoe Kitabevi model alınmış. Ancak, gerek aydınlatma düzeni, gerekse de kitaplara ulaşma kolaylığı açısından oldukça sorunlu bir yerleşim düzeni bu. Özellikle, yorucu aydınlatmanın bir kitabevine uygun olduğunu söylemek zor. Tüm duvar yüzeylerinin, işlevsellik düşünülmeden kitap raflarıyla kaplı olması ise kitabı nesneleştiriyor, mekâna yerleştirilmiş dekoratif öğeye dönüştürüyor. Ama bu durum, tasarımcıların mimarlığa yaklaşımlarını anlatan bir gösterge; rampa-merdivenlerin işleve bağlı olmayan zorunsuz konum ve biçimleri de aynı dekoratif tavrın bir sonucu”

Projesi Han Tümertekin’e ait olan Robinson Crusoe Kitabevi’nin giriş galerisinden aşağı bakış…


Konuya ilişkin diyaloğu izlemek isteyenler 05:25’den 07:01’e kadarki kısmı izleyebilirler.

Aykut Köksal Teğet Mimarlık’ın yapısı söz konu olduğunda kitap raflarının düzeninden yola çıkarak YKKS’nin mimarlarını “kitabı nesneleştirmekle” “işlevselliği düşünmemekle” “dekoratif bir tavır göstermekle” eleştiriyor. Kendi programına konuk olan Han Tümertekin karşısında iken ise, konu da Robinson Crusoe kitabevinin raf tasarımlarına kadar gelmişken “duvar yüzeylerinin, işlevsellik düşünülmeden kitap raflarıyla kaplı olması” konusunda hiçbir eleştiri yapmıyor, Han Tümertekin’e hiçbir soru sormuyor. Bu çelişik tutumu bir eleştirmen’in tutarlılığı açısından nasıl değerlendirmek lazım?

Etiketler

3 yorum

  • MELİH TÜRA says:

    Bir mimar olarak keyifle izleyemediğim, sıkıldığım bir program gerçekten.

  • Serkan Yetgin says:

    Programların tümünü izledim, zevkle takip ettim diyebilirim.
    Programın ismi ile ilgili Sn Köksal’ın bir tercihi olduğunu düşünmüyorum. TRT 2’de yayınlanan söyleşi programlarının hepsinin isim formatı aynı;
    Ahmet Murat ile Edebiyat Söyleşileri
    Fuat Güner ile Aramızda Müzik Var
    Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri
    vb. gibi. Bunların arasında benim de ismini ilk defa duyduklarım var, dolayısıyla zaten programların her birinin niş bir kitlesi var gibi duruyor. Aslında kanalın kendisi öyle zaten, bugün ortalama TV izleyicisinin evinde TRT 2’nin varlığı yokluğu konu bile değildir. Aynı şekilde renk ve kontrast tercihinin de programın TV izleyicisine değil Youtube izleyicisine, yani fazla dekor, renk kullanmanın tercih edilmediği bir “medium”a üretildiği için yapıldığını düşünüyorum. Kaldı ki, yine aynı kanalın diğer söyleşi programlarındaki sticker taş, kolon, duvar kaplamaları yerine bu dekoru fazlasıyla beğenebilirim.
    Kitapçı konusunda ise, Robinson Crusoe’de yapılan tavana kadar kitaplık düzenlemesinin mekanın sadece 45m² olması ile ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hatırladığım kadarıyla yine burada mimar tarafından tasarlanmış yukarılara erişimin sağlandığı bir merdiven de vardı. Dolayısıyla, YKKS’de her biri özel aydınlatmalar ile aydınlatılan raflarda kitaplar satılmak için değil sergilenmek için yerleştirilmiş gibi duruyorlar, nesneleştirme eleştirisine katılmamak mümkün değil.

Bir yanıt yazın