“Bienaller Meselelerin Çözülebileceği Değil Tartışılabildiği Yerler”

15. Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu, 26 Mayıs Perşembe günü Türkiye'den gelen mimarların, akademisyenlerin, sanat profesyonellerinin ve basın mensuplarının katıldığı bir davet ile tanıtıldı.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu yürüttüğü, Schüco Türkiye ve VitrA’nın eş sponsorluğunu yaptığı Türkiye Pavyonu, bienalin ana mekânlarından Arsenale’deki Sale d’Armi binasında bulunuyor.

Küratörler Feride Çiçekoğlu, Mehmet Kütükçüoğlu ve Ertuğ Uçar, proje için küratöryel işbirliği yapılan Cemal Emden ve Namık Erkal ile proje ekibinden Hüner Aldemir, Caner Bilgin, Hande Ciğerli, Gökçen Erkılıç, Nazlı Tümerdem ve Yiğit Yalgın’ın katılımıyla 26 Mayıs Perşembe günü yapılan Türkiye Pavyonu açılışında Darzanà, uluslararası mimarlık dünyasına tanıtıldı.


Küratörler. Ertuğ Uçar, Feride Çiçekoğlu ve Mehmet Kütükçüoğlu baştardanın önünde 

“Bienallere Katılan Çalışmaların Eleştirilmeden Önce Son Hallerinin Görülmesi Gerektiğini Düşünüyorum”

Türkiye Pavyonu’nun açılışında konuşma fırsatı yakaladığımız projenin müelliflerinden Ertuğ Uçar’a projeye yöneltilen eleştirileri sorduk, bu süreçte neden sessiz kaldıklarını anlatmasını istedik. Bir yandan da projenin ortaya çıkış öyküsünü dinledik.

Türkiye Pavyonu için hazırladığınız projeye gelen eleştirilere oldukça sessiz kaldınız. Neden?

Sessiz kaldık çünkü üzerinde konuşulacak ürün henüz ortaya çıkmayınca yaptığınız patinajdan ibaret. Söylenenlerin bazılarına cevabımız vardı, bazılarına yoktu. Bazıları ilgili bazıları ise ilgisizdi. Hepsine cevap vermeye başlayınca bu sonsuz bir pinpon maçına dönecekti.

Bir yandan da ortada obje yok. Bu tür bienallere katılan çalışmaların eleştirilmeden önce son hallerinin görülmesi gerekir. Gördükten sonra eleştiren kişiler mesajı alır ya da almaz. Katılır, katılmaz. Ondan sonra tartışmaya varız, ama ortada bir şey yokken tartışmayı anlamlı bulmuyorum.

Yazılan eleştirileri okuduğunuzda bir noktada haklı bulduklarınız oldu mu?

Bienale bir öneride bulunuyorsunuz. Bakıyorsunuz ki tersanede çalışan işçiler, neoliberalizm, iktidarın şehir üzerindeki baskısı, inşaat sektörünün Türkiye’nin lokomotifi olması gibi konuların hepsi bu çalışmaya yüklenmiş, dertop edilip aynı sepete koyulmuş. Konuları birbirinden ayırmak lazım.

Bienaller meselelerin çözülebileceği yerler değil meselelerin tartışılabildiği yerler. Tabii ki ciddiye alınması gerekiyor ama çok şey yüklenmesini çok da anlamlı bulmuyorum.

Sorunuza cevap verecek olursam mesela, Ben de Türkiye’de kamunun, kentin içinde kalmış sorunlu ve aynı zamanda potansiyelli bölgeleri nasıl kullanacağını çözebileceği daha sağlıklı düzenekler kurması gerektiğini düşünüyorum. Ama şimdilik bunu kuramadı.

Belki de gücü yok.

Belki öyle, belki de bu şekilde dağıtmak kolayına gidiyor.

Bienali gezerken dikkatimi çekti, bir yerde yazıyordu. “is it possible to create a public space in a private commission?” Yatırımcı ikna olup bunu kamuya açık hale getirirse bu da kazanım olur.


Porto The Cable Car Project
Manos é Mais 

İktidarın tutumunu eleştiriyorum ama bir yandan da eleştirilerde şunu okuyorum. “Mimarlar, bu eleştirileri yapıyorsanız, kalemi-kağıdı, tasarlamayı bırakın. Herkes buraya gelsin sivil toplum olarak karşı duralım.” Yanlış bir anlayış. İkisi de gerekli. Ben bir mimar olarak, tasarlayıp aynı zamanda olan bitene karşı çıkamaz mıyım?

Belki de sorun sürecin şeffaf ilerlememiş olmasıydı?

Bu işte şeffaflık aranan yer nerede? Eğer ihalesinin yapılmasında ise benim bildiğim bu süreç şeffaf. Biz bu olaya o kadar çok sonra giriyoruz ki sürecin tamamından sorguya tutulmak tuhaf geliyor. Projenin tanıtılmasıysa, İşveren de şunu diyor “projeyi belirli bir seviyeye getirene kadar ortaya çıkmasını istemiyorum,” kaldı ki daha onaylar alınmamış, başvurular yapılmamış, bu da onun hakkı değil mi? Bienal süreci de şeffaftı. İki kez toplantı yapıldı. Şeffaflık ta bir fetiş haline gelmesin.

Ortaya çıkan ürüne gelecek olursak…

Burada görülen çok katmanlı bir şey. Baktığın zaman bir obje var. Geliyorsun bakıyorsun, hayallere dalıyorsun. Onun nasıl yapıldığını, parçaları, boşlukları görüyorsun. Ama dahasını istersen vakit ayırırsan ekranlar, tekneden okuduklarını katmanlayabilir. Kitabı okursan biraz daha açılır proje.

Uğur Hoca (Tanyeli) bunu biraz okudu. Yazısının içinde birkaç tane çok önemli şey buldum. Mesela bunun bugün giderek içine kapanmakta olan coğrafyamızın geçmişte savaş içerisinde olduğu medeniyetlerle bile nasıl bir kültürel alışveriş içinde olduğunu hatırlatan bir hali var. Bu belki illa da başta niyet ettiğimiz bir şey değildi ama okumak olanaklı.

Aravena, bienale metninde sosyal meselelere eğileceğini söylüyordu, sizin çalışmanız ise bambaşka bir şey söylüyor.

Aslında değil. Aravena’nın yaptığı çağrıda ve mimarlığında yanlış anlaşılan yerler var. Aravena bir mimar ve sosyal konutlar ile ilgili yaratıcı bir açılımı olmuş. Bu başarıya ulaşıp tekrar etmiş. Aravena aynı zamanda başka işler de yapıyor ama. Bienal çağrısı “sosyal konut yapanlar gelin, bunları tartışalım” demiyor. “Kaliteli fiziksel çevreyi geliştirelim” ve “bunları yapanların hikayelerini dinlemek istiyoruz” diyor.

Venedik Tersanesi 100 yıl önce bilinçli olarak dondurulmuş. Şehre biçilen geleceğe paralel olarak, dünyada etkili bir kültür-sanat mekanına dönüşmüş. Şu an baktığınızda 100 sene önce göreceğimiz görüntüyü görüyoruz bir tek gemiler ve işçiler yok.

İstanbul’un ise belki 400 belki 500 yıl önce Venedik ile yolları ayrılmış. İstanbul’un tersanesi hiçbir zaman koruma alanı olmamış. Bir endüstri alanı olmuş. Buradaki gibi bir yapı varmış, o yıkılmış yerine çelik yapılmış o da yıkılmış betonarmesi yapılmış. Tersane, şehrin transformasyonuna ve gemi inşa teknolojilerinin gelişimine paralel devamlı değişmiş. Bugün biz bu izlerin bazısını kaybetmişiz, ama takip etmeye çalışabiliriz.

Soru şu: Bu proje buraya sızmamızı sağlayabilir mi? Mimar olarak biz oranın master planını hazırlamak üzere görevlendirilmiştik. Ama bir yerin mimarı olmanız oraya dair düşüncelerinizin gerçekleşmesini garantilemez.

Hani bienalin posterindeki Nazca çizgilerini araştıran arkeolog merdivenle yürüyor ve onu başka bir perspektif yakalayabilmek için kullanıyor. Biz de burada tersanenin geleceği için araştırmanın, proje hazırlamanın yanında bu projeyle bambaşka bir perspektif arayalım istedik.

Dolayısıyla ben Aravena’nın metni ile ben böyle bir ilişki kuruyorum.

Son olarak, küratör ulusal pavyonlar konusunda sizleri ne ölçüde özgür bıraktı?

Başında sizin öğrendiğiniz neyse biz de o kadar biliyoruz.

“Darzanà: İki Tersane, Bir Vasıta” Hakkında


İstanbul Camialtı Tersaneleri
Fotoğraf: Cemal Emden 

Köken olarak, Türkçedeki tersane ve İtalyancadaki arsenale kelimelerinin Venedik lehçesindeki karşılığı olan Darzanà, Arapça’daki “Dara’s-sina’a” (sanayi yeri) tabirinden geliyor. Darzanà, 11. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Akdeniz coğrafyasında denizciler, seyyahlar, tüccarlar, kısacası aynı dili konuşmadıkları halde birbirleriyle anlaşması gereken insanlar arasında kullanılan melez bir dil olan Lingua Franca’ya da atıfta bulunuyor. Benzer şekilde ortak bir mimari dilden söz etmek ve bunu Architectura Franca olarak tanımlamak da mümkün.

Bugün farklı kimliklere ve ölçeklere sahip Venedik ve İstanbul’un, geçmişte birbirini yansılayan ve benzer üretimler yapan tersanelerinin ortak nüvesi, tekne inşaatının yapıldığı ve sonrasında teknelerin suya bırakıldığı, denize dik konumlanmış, boyutları tekne boyutlarıyla ilişkili, Türkçede “göz”, İtalyancada “volti” denen mekânlar. Darzanà projesi için Haliç kıyılarındaki tersane yapılarının içinde, terk edilmiş bir gözde, atık malzemelerden son bir tekne, bir Baştarda inşa edildi. Darzanà, İstanbul ve Venedik’teki tersaneleri bir tekne ile birbirine bağlayarak İstanbul’dan Venedik’e Akdeniz’e dair hikâyeler taşıyor.

Darzanà projesini Venedik’e taşımak için inşa edilen teknenin adı, yine çok kültürlü ve çok kökenli bir başka kelime olan Baştarda. Sözcüğün “nesebi belirsiz” anlamı – bastardo ve bastarda – ipucu verebilir; denizcilik anlamındaki tarihine gidersek Osmanlı döneminde kadırga ile kalyon arasındaki bir geçiş türü, hem kürekle, hem yelkenle yol alan melez bir tekne. Akdeniz’e özgü melezliği simgeleyen Baştarda, bugün biri İstanbul gibi bir megakentte çürümeye terk edilen, diğeri Venedik gibi bir müzekentte yılın belli zamanlarında hayat bulan iki göz arasında köprü olacak.

Baştarda, Türkiye Pavyonu’na ev sahipliği yapan, Venedik tersanesinin Sale d’Armi binasındaki holün ahşap kirişlerinin bir kopyasının altında, İstanbul’da inşa edildi. 30 metre uzunluğa ve dört ton ağırlığa sahip olan bu vasıta, ahşap kalıplar; mobilya, tabela ve gemi ıskartaları gibi sahada bulunan terk edilmiş malzemelerden ve yedi kilometrelik çelik kablo benzeri 500 parçadan oluşuyor. Parçalar, Baştarda’nın Türkiye Pavyonu için Mayıs’ta tekrar inşa edildiği Sale d’Armi’ye Nisan ayında gönderildi. Venedik Mimarlık Bienali 2016 Kasım’ında sona erdiğinde, Baştarda serüvenine devam edecek, İstanbul’a geri gelecek ve umulan o ki, ileride Tersane şehre açıldığında, inşa edildiği mekânda sergilenerek ortak hafızaya dair hikâyeler anlatmayı sürdürecek.

Darzanà’nın ana teması, sınırları, cepheleri ve diğer çatışma alanlarını fikir birliğinin eşiklerine ve mekânlarına dönüştürmenin mümkün olup olmadığı sorusunu doğuruyor. İstanbul’un Haliç kıyısındaki Osmanlı’dan kalan tersanenin Cumhuriyet’le birlikte askeri işlevlerini büyük ölçüde yitirdiğini, 20. yüzyıl ortalarında bir kaç parçaya bölündüğünü, Camialtı ve Taşkızak tersanelerinin giderek boşaltıldığını ve bu büyük alanın yeniden kente katılabilmesi konusunun bir “cephe” haline geldiğini biliyoruz. Darzanà, bu çetrefil konuyu uluslararası mimarlık platformuna taşımayı hedefliyor. Bir yandan Akdeniz’e ayna tutarak suya sınır çekilemeyeceğini söylerken, bir yandan da şehir içinde şehirlilere kapalı alanlara, tel örgülerle çevrili mekânlara karşı çıkıyor.

Türkiye Pavyonu’ndan fotoğraflar Cemal Emden’e ait.

Etiketler

3 yorum

  • omer-yilmaz says:

    “İşveren de şunu diyor “projeyi kendi istediğim noktaya getirene kadar ortaya çıkmasını istemiyorum,” bu da onun hakkı değil mi?”

    Hakkı değil.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Ömer Bey’in yorumuna katılıyorum. Bu güzden kaçmamalı. Hah projenin detayları belli olur, ne yoğunlukta olacağı belli, belki de bomboş bir alandadır o zaman tabii ki proje bitmeden paylaşılmaz. Burası antik bir yer yahu. İhale bomboş yapıldı. İşveren verdiği rekor parayı çıkartmak için, rekor yoğunluk isteyecek. Ne olacağını bilmiyoruz. Şeffaf bir şey yok. İki tersane birleşimi gibi bir tema var ama kendi evimizdeki İstanbulumuzdaki projenin ne olacağını bilmiyoruz. Sonra bir enstalasyon çıkıyor Venedik’te. İyi güzel.

    Bununla ilgili bir yorum olduğunda, niye İstanbul’dakini karıştırıyorsun ya da “projeyi kendi istediğim noktaya getirene kadar ortaya çıkartmıyorum” denemez. Öyle bir hak yok.

    İhaleyi çatır çatır parasıyla aldı, Türkiye’nin güzide ve yetenekli mimari ekipleriyle çalışılması da şaşırtıcı değil. Fakat bununla alakalı bir Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye Pavyonu birleşimi yapıp, İstanbul’u konuşmamak çok doğal denirse bir mantıksızlık çemberine giriş yapılıyor.

    Bienal işinin iyi olduğu fotoğraflardan bile belli.

    Ancak bu çok çok talihsiz bir açıklama bence.

  • burak-altinisik1 says:

    benim öncelikle anlamadığım şey şu: “…üzerinde konuşulacak ürün henüz ortaya çıkmayınca…” diğer öneri ürünleri öyle ya da böyle görebildik, iyi kötü fikir, görüş, sezgi vs. edindik. bu önerinin ayrıcalığı neydi de bienal’de asılıncaya kadar gözlerden saklanmak durumunda kaldı? her iki “proje”nin de saklambaçlı, dolambaçlı süreçlerle yürütülmüş olması güncel bir alışkanlık mı?

Bir yanıt yazın