Dan Brown İçin İstanbul Notları

Dan Brown’ın son romanı Cehennem’de, İstanbul’a ayrılan son yüz sayfanın kitabın Türkiye’deki satışlarını arttıracağı kesin.

Dan Brown’ın son romanı Cehennem’de, İstanbul’a ayrılan son yüz sayfanın kitabın Türkiye’deki satışlarını arttıracağı kesin. Ancak Türk okur için, kitapta yer alan Ayasofya’nın ve Yerebatan Sarnıcı’nın gizemleri değil önemli olan. Hikâyenin, bu mekânlar kullanılarak nasıl kurgulandığı da kimsenin ilgisini çekmeyecek. Gecenin geç bir saatinde yayınlanan beşinci sınıf Amerikan macera filmlerinde denk gelinebilecek,“Silahları İstanbul’da bir Türk’ten aldım” repliği izleyiciyi, tam da kanalı değiştirecekken nasıl ekrana bağlıyorsa bu kitap da aynı etkiyi yapacak. “Bakalım gâvur bizi nasıl anlatmış” merakı kitabın satışlarını patlatacak.

Kitabın İstanbul’u anlatan bölümleri birçok yerde yayımlandı. Hikâye, Türkiye’de bir zamanlar moda olan Metal Fırtına benzeri ucuz uluslararası komplo romanları düzeyinde. Bütün Avrupa’yı etkileyecek bir biyolojik silah İstanbul’da deneniyor. Neden? Çünkü İstanbul kıtaları birbirine bağlıyor. Rakı, şiş kebap kadar berbat bir klişe. Ama önemli olan romanın konusu değil. “Gâvur”, bizi yine, Batı’nın az okumuşlarının beğenisine ve zekâ düzeyine göre anlatmış.

İstiklal Caddesi’ndeki dükkânlardan gelen oynak bir müzikle göbek atan, Sultanahmet’teki hediyelik eşya dükkânlarının birinden aldığı fesle dolaşan eğitim ve gelir düzeyi düşük turistler Dan Brown’ın potansiyel müşterileri. 
Brown, iki İtalyan şehrindeki maceralardan sonra kitabın son bölümünde okuyucuya bir İstanbul manzarası tasvir ediyor:

“Eski Bizans başkentinde akşam olmuştu. Marmara Denizi’nin kıyısında yanan ışıklarla birlikte camiler ve ince minarelerden oluşan şehir silueti aydınlandı. Akşam namazı vaktiydi ve şehirdeki hoparlörlerden ibadet çağrısı yapan ezan sesleri yankılanıyordu. İnançlılar camilere koşarken, şehrin geri kalanı işlerine devam ediyorlardı. Gürültücü üniversite öğrencileri biralarını içiyor, işadamları anlaşmalarını yapıyor, tüccarlar baharatlarını ve halılarını pazarlıyor ve turistler büyülenmiş bir hâlde olan biteni izliyorlardı.”

Sanki İstanbul, bir cami ve etrafındaki meydanla çarşıdan ibaret küçük bir kasaba, şehirdeki sosyal sınıflar da bu küçük şehirde kendi meşreplerince günlük hayatlarını geçiriyorlar. Tabii bir Doğu şehri sözkonusu olduğu için de tüccarlar illaki baharat ve halı satıyorlar. Kapalıçarşı ve Sultanahmet’te halı ve baharat satan esnafa Dan Brown iyi gelecek. Turistlere, 20 gram zerdeçalla, yarım kilo güllü lokum tartarken Batılı okurların gözünde Doğu Akdeniz’de kalyonlar yüzdüren bir tüccar olmayı kim istemez?

İstanbul’daki oryantal imajlar çoktan turistik bir maskaralığa dönüştü. Sultanahmet’teki gözleme ve nargile salonlarında semazenler dönüyor. Zeytinburnu’ndaki atölyelerde üç kuruşa imal edilen Osmanlı aksesuarlarını pazarlayan hanutçular yalnızca İskandinav ülkelerinden gelen turistleri kandırabiliyor. Beyazıt’tan Sirkeci’ye kadar dükkânları dolduran, kaftanlar, fenerler, çarıklar, kilimler, halılar, sandaletler, yemeniler, heybeler boş yere kalabalık yapıyor. 

İstanbul’un sur içi artık mistik bir Doğu şehri değil. Bu imaj için Tebriz’e, İsfahan’a, savaştan önceki Bağdat’a, Şam’a, Halep’e gitmeniz gerekir. İstanbul’da Doğu’ya ait olan tek şey çarpıklık, düzensizlik, kanunsuzluk, kirlilik… Topkapı’da surlardan çıkıp, Edirne yönünde ilerlerken göreceğiniz manzara ise kalkınmakta olan şehirlere özgü zevksizlik ve görgüsüzlük. 

Nâzım Hikmet, “Piyer Loti” adlı şirinde, “Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer” diyecek kadar öfkelendiği Fransız zabitin anlattığı İstanbul için, “İşte Frenk şairinin gördüğü şark! İşte dakikada 1.000.000 basılan kitapların şark’ı” dizelerini döktürmüştü:

“Tevekkül/ Kısmet/ Kafes, han, kervan, şadırvan/ Gümüş tepsilerde raks eden sultan”edebiyatı daha o yıllarda kitaplara dakikada bir milyon bastırıyormuş demek ki.

Nâzım Hikmet’in o dönem antiemperyalist bir öfkeyle ortaya attığı kehanet gerçekleşmedi. Avrupa’nın“sankülotları” atlarını Asyalı mazlumlarla yan yana sürmedi ama bürokrasinin, sermayenin ve solcu aydınların şarka duyduğu öfke, İstanbul’u değiştirip Batı’ya yaklaştırdı.  Nâzım’ın, Piyer Loti’ye söylediğini yıllar sonra Dan Brown’a hatırlatalım öyleyse; 

“ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir şark
yoktu,
 
olmayacak!”
 

Etiketler

Bir yanıt yazın