Burası Cennet, Yoksullar Giremez

Ölüler ülkesi Hades'in en güzel yeri, yeraltı cenneti Elysium'a çok uzak değiliz; yoksulluğun, ölümün olmadığı bir dünya. Maalesef herkese açık değil!

Hastalığın, yoksulluğun hatta ölümün olmadığı bir dünya… Çok mu ütopik? Olmasa bile hemen sevinmeyelim, burada sadece ayrıcalıklı olanlar yaşıyor. Geri kalanlar(ımız) ise gerçek dünyada yaşıyor(uz). Savaş, kıtlık, yoksulluk ve kaos var elbette. Küçük bir kesim korunaklı hayatlarında mutlu, mesut ve gerçeklerden bihaber yaşarken, geri kalan çoğunluk hayatın güzelliklerinden muaf, sefalet içinde. Bu tablo, her ne kadar merakla beklediğimiz bir filmin hikayesi olsa da uzak bir gelecek olmadığını tahmin edebiliriz. Henüz böyle bir dünya varolmasa da varolduğu zaman böyle bir ayrıcalığın olacağını da.

Elysium sadece mitolojideki yeraltı cenneti ya da Neil Blomkamp’ın son filminin adı değil. Dolapdere’de yoksul evlerin bitişiğinde kurulan korunaklı rezidans ve lüks sitenin adı aynı zamanda. 3 yıl önce kurulan bu lüks yerleşim yeri öyle bir iştahla doldu ki, kentin başka yerlerinde cool, fantastic gibi ‘şık’ isimlerle benzerleri yapıldı. Elysium adındaki bu rezidansların tekil olarak çok özel bir anlamı yok belki. İstanbul gibi bir şehirde her yer sınırlarla çevrilirken, AVM, otel ve sitelerle doldurulurken üstelik. Ama adının hakkkını en iyi veren yerleşimlerden biri olduğunu belirtmemiz gerek.

Mitolojide ölüler ülkesi Hades üçe ayrılıyor. Kötüler, katiller vs. Tartoros’a atılıyor, ne kötü ne de iyiler Asphodel’de kalırken, iyiler, savaş kahramanları Elysium’da (ya da Elysion) yaşamaya ve dinlenmeye devam ediyor. Hades’in bu en güzel yerine kayıklarla giden ruhlar girerken bir teste tabi tutuluyor. Testi geçerlerse Elysium’a alınıyorlar.

Modern hikayelerde mitolojiden hikaye, kahraman, isimlere rastlamaya alışkınız. Anlatmak istenileni güçlendirmek ya da daha kolay ifade etmek, birçok şeye işaret etmek, farklı okumalara alan açmak için en sık başvurulan referanslardan bir tanesi mitoloji. Fakat hakkını verelim Elysium kadar bu toprakları böylesine iyi anlatan bir simge olmamıştı.

‘Ürün artık kentin kendisi’

İnsanoğlunun kendisine yarattığı bu cennetin nasıl bir yanılsama olduğunu anlamak için hafızamızı tazelemeye gerek yok, kafanızı evlerinizin, ofislerinizin pencerelerinden uzattığınızda görmeniz mümkün. Hayatımız boyunca maruz kalmadığımız kadar site, yeni şehir reklamı ve sonrasında şantiye alanlarıyla çevrildi ve çevrilmeye de devam ediyor her tarafımız. Daha da önemlisi; kendi şehrimiz, yaşadığımız alanlar, hafızamıza kazınan mekanlar bir bir ya mutenalaştırılıyor ya da muhafazakarlığa zorlanıyor. Bu durum, şehirde sınırları kalın çizgilerle çizerken, buna uymayan ve uymak istemeyen kitleyi de saf dışı bırakma amacı taşıyor. David Harvey’in dediği gibi ”Ürün artık kentin kendisi.” Ve yine Harvey’e kulak verirsek, ”Kamusal mekanın nasıl kullanılacağını sermaye belirler ve kamusal mekanlar sermayenin çıkarına göre düzenlenir.”* Oysa ki, kamusal mekanlar kentte yaşayanlara aittir ve bu hem hak hem de büyük bir ihtiyaçtır. Etrafımıza baktığımızda her yerde bir kentsel dönüşüm ibaresi görüyoruz ama bu dönüşümün nasıl yıkıcı sonuçlar doğurduğuna çok kulak asmıyoruz. Asmamamız gerektiği söyleniyor. Haberlerde sürekli kentsel dönüşümün ne kadar önemli ve gerekli olduğu, insanların yaşaması için zorunlu olduğuna ikna edilmeye çalışıyoruz.

”Özellikle son 10 yılda, Dünya Bankası’nın raporlarında öngördüğü gibi İstanbul’un kimliği sanayi kentinden finans ve hizmet kentine dönüşüyor ve İstanbul diğer dünya kentleri ile bir yarışa soyunuyor. Bu yarış yabancı sermayeyi çekme yarışı. “Yatırım için en karlı kent burası” diye pazarlanıyor İstanbul. Bu “çekicilik” bir yandan sermayenin önünü açmayı, kentsel mekanların inşaasında kamusal yararı gözeten hukuksal denetimleri ortadan kaldırmayı hedeflerken, aynı zamanda buna paralel olarak kentin kullanıcılarında da bir değişimi öngörmekte. Kentin inşaasında ve bir sanayi merkezi olmasında alın teri olan emekçi kesimin, tüketici odaklı yeni finans ve hizmet kentinde yerleri yok. Peki nedir bu insanlar için öngörülen?

İşte “kentsel dönüşüm” denen olgu da tam burada devreye giriyor. Yeni kanunlarla eskiden tasavvur bile edilemeyecek yetkilerle donatılan TOKİ ve belediyeler, özel yatırımcılarla işbirliği içinde kentsel toprağı bu yeni “vizyona” doğru dönüştürmeye çabalıyorlar. Arkalarında ellerini kavuşturan uluslararası sermaye, ellerinde paftalar, kafalarında metrekareler, kat emsalleri, mahalleleri yıkıyorlar, gökdelenler dikiyorlar, otoyollar yapıyorlar, alışveriş merkezleri açıyorlar. Peki kime hizmet ediyor bu yeni mekanlar?” (Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir)

Sınırlarla Korunan Semtler

Bu sorunun cevabını yaşayarak öğreniyoruz maalesef. Kentlerdeki birçok semt, mekan ruhu alınarak sermaye için cazip hale getiriliyor. Tarlabaşı’ndan Emek Sineması’na kadar hep aynı sonuca çıkan işlemler! Taksim’de artık nümayiş hakkımız kullanamayacağız mesela. Bize belirlenen yerlerde toplanabilir, protesto hakkımızı kulllanabilirmişiz! Bize dayatılan bu sınırları, çok önceden haberleyen cennet yapı Elysium’a baktığımızda daha net görebiliyoruz aslında; Elysium’un çevresinde insanlar yoksullukla yaşarken yanı başlarında yükselen bir rezidansta ‘en son teknolojilerle dayalı, 24 saat kapalı devre kamera sistemi ile korunan, dayanıklı, çağdaş yaşam alanları’ kuruluyor. Sonraki amaç Elysium’un çevresini temizleyip, yoksullluğu merkezin dışına atmak olabilir.

Ötekileştirme

Elysium’u henüz izleyemedik ancak, yönetmenin ilk filmi District 9’da sınırlar ve göçmenlik üzerinden, nasıl bir uygarlık eleştirisi getirdiği hafızamızda çok taze. Filmde, hayatta kalan son uzayllılar Dünya’ya gelirler ve sefalet içindeki bu dünya dışı yaratıklar Johannesburg’da District 9 adlı bölgeye yerleştirilir. Uzaylıları gözetim altında tutan MNU adlı şirketin bir çalışanı virüse maruz kalınca uzaylılara benzemeye başlar ve ‘ötekilik’ meselesi de masaya yatırılmış olur. Uzaylılar dünyanın herhangi bir yerindeki ya da dönemindeki ötekileştirilen toplumlar, azınlıklar ya da mültecilerden farksızdır. District 9’da yaşananlar herhangi bir mülteci kampında yaşananlardan çok uzakta değildir. Aşağılanan, sömürülen, zararlı olarak adledilen yeni bir türdür sadece. Maruz kaldıkları, klişe tabirle son derece evrenseldir. Virüse maruz kalan şirket çalışanının gözünden izlediğimiz film iki tarafın gözünden bakmayı becerirken, çizilen sınırların ve dayatılan yaşam alanlarının nasıl bir eşitsizlik ve hiyerarşik düzen üstüne kurulduğunu gösteriyor. Virüs bulaşan kahramanımız uzaylılara benzedikçe kendinden nefret eder, hayatı darmadağın olur ancak o zaman sınırın diğer tarafındakileri anlamaya başlar. Ne kadar bilimkurgu bir hikaye olursa olsun herhangi bir Ken Loach filmiyle, örneğin ‘It’s a Free World…’ (İşte Özgür Dünya) ile birlikte okumak mümkün District 9’nı. Elysium’un bu kadar merak uyandırmasının sebeplerinden biri de zaten Blomkamp’ın sinemasal meziyetleri kadar meseleye yaklaşımı. Elysium’da zengin-fakir karşıtlığı dünya ve uzay istasyonu arasında kurulurken, eşitsizlik ve sınırlar meselesi yine hikayenin merkezinde anladığımız kadarıyla. Tüm bunları düşündüğümüzde Blomkamp’ın mitolojiden bir isimden çok daha fazlasını ödünç aldığını tahmin etmek güç değil.

Yükselen Gökdelenler

Elysium’un hikayesini ilk okuduğumda aklımda beliren filmlerden biri usta yönetmen George Romero’nun sistemi deşelediği zombi külliyatının parçalarından Land of Dead (Ölüler Ülkesi) oldu. Filmde uygarlık yok olmuştur ve yaşayan ölüler her yerdedir. İnsanların çoğu kent duvarlarının arkasına çekilmiştir. Ancak, böyle bir zamanda da elbet fırsattan istifade edenler vardır ve bu fırsatçı girişimciler yükselen gökdelen kulelerinde hiçbir şey yokmuş gibi lüks içinde yaşamaya devam ederler. Fantastik-korku ya da gerçek dışı diye gülüp geçmeyelim. Metaforik okumaları ya da ‘zorlama’ sistem analizini bir yana bırakalım, adım başı gökdelen dikilirken İstanbul’da, bizlerin hep aşağıdan bakıyor olmamız çok şey ifade etmiyor mu? Hep aşağıdan bakıyoruz. (Hak yemeyelim ama terasını gezebildiğimiz lüks yapılar da yok değil!) Ölüler Ülkesi’nde de gökdelende iş toplantıları, balolar, pahalı alışverişler yapılırken aşağıda sefalet içindeki ‘halk’ panayır eğlencesine mahkumdur. Zombilerin bile zincirlerle bağlı olduğu ve hayvanların yerini aldığı eğlenceler. Zombiler ise elektrikli tellerden içeriye giremeyen zavallılardır. Yukarıya, havai fişeklere bakarlar uyutulmuş bir şekilde. Ancak, yıllar boyunca akılsız asalaklar olarak izlediğimiz Romero’nun zombileri ilk defa bilinçlenir ve işler o zaman değişir.

Modernizm Kabusa Dönüşür

J.G. Ballard’ın Gökdelen’inde ise, sınıfsal hiyerarşi dev bir gökdelen içinde kurulur. Süpermarketi, havuzu, bankası içinde olan bir gökdelen. Bir toplumdur gökdelen aynı zamanda. Üst, orta ve alt sınıf arasındaki mücadeleyi gösterir. Duygusuz kişilikler yaratan Gökdelen, vaat ettiği kontrollü ve güvenli hayatı veremez, sınıflararası uçurum artarken, suç oranı, psikolojik bozukluklar, teknolojik arızalar da artar, modernizm bir kabusa dönüşür. Ama buradaki en çarpıcı nokta, Gökdelen ne kadar çatırdasa ve çökmeye başlasa da sorunun kaynağına yani Gökdelen’e bakılmaz. Baskı ve hiyerarşi artar. Gökdelen daha da yükselir. Dışarıyla bağlantısı olmayan, gerçeklerden bihaber deneklerin yaşadığı Gökdelen sürdürülebilir bir yaşamdan uzakta olsa da istenildiği gibi yönetilmeye devam eder.

Değişim ve dönüşüm kelimelerinin içinin boşaltıldığı bir dönemdeyiz. Sürekli yeni projelerini tanıtırken birileri zorlandığımız hayata ayak uyduruyoruz bizler. Hayatın anlamı olan sokakların, parkların, sinemaların, pastanelerin, pasajların, meydanların yok edimesini izliyoruz. Nostalji sanıyorlar, halbuki çok açık, biz mekanın hafızasını önemsiyoruz. Yani, geçmişimizi, çocukluğumuzu, gençliğimizi, anılarımızı, gerçek olan ne varsa her şeyi… Kötü ve çirkin kopyalarını değil. Yapılacak çok şey var. Televizyondan ve gazetelerden izlemek yerine yapılacak çok şey…

Son söz hiçbir zaman olmaz fakat şimdilik sözü, David Harvey ile Melih Cevdet Anday paslaşmasına bırakarak bitirmek en iyisi: ”Mekan üzerinde hakimiyet kurma yönündeki bu eğilim, yalnızca iktisadi rasyonaliteden çok daha derine nüfuz ediyor. Olan bitenin psikolojik yanı da önem taşıyor. İnsan kapasitesinin bizi gezegenimize bağlı tutan zincirleri aşabileceğine olan fetiş türü inanç burjuva ütopik arzusu içerisinde bir motif olarak belireli çok zaman oluyor. (…) Mekanın ve zamanın fethi ve dünyaya (hem toprak anaya hem de dünya pazarına) hakim olmak hem birçok kapitalist fantezide yer değiştirmiş, yüceltilmiş bir arzunun erkekçe ifadeleri olarak görünür hem de binyıllarca sürecek karizmatik bir inançtır.” (David Harvey, Sermaye Muamması)

”Bayılırım şu düzenli dünyaya/ Altta ölüler/ Üstte diriler/ Gel keyfim gel!” **

Adı geçen film ve kitaplar:

Elysium, 2013, Yön: Neil Blomkamp
District 9, 2009, Yön: Neil Blomkamp
Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, 2011, Yön: İmre Azem
It’s a Free World…, 2007, Yön: Ken Loach
Land of Dead, 2004, Yön: George Romero

David Harvey, Sermaye Muamması, Sel Yayıncılık
J.G. Ballard, Gökdelen, Sel Yayıncılık

*David Harvey’in 2012’de ODTÜ’de verdiği ‘Kapitalizmin Krizi ve Kentsel Mücadele’ konferansından.
**Melih Cevdet Anday, Düzenli Dünya

***Yazının çıkış noktası için fikir veren Melisa Kesmez’e teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın