“Sanatın Bize Vadettiği Gelecek, Teknolojinin Vadedebileceğinden Çok Daha Özgür Olacak”

Yapı Fuarı – Turkeybuild İstanbul kapsamında düzenlenen "Mimar Konferansları"na konuşmacı olarak katılan ödüllü mimar Asif Khan ile birlikte mimarlık ve teknoloji arasındaki ilişkiyi konuştuk.

Fotoğraf: Freunde von Freunden

2004 yılında mimarlık eğitiminizi tamamladıktan sonra mobilya tasarımı, ürün tasarımı ve son olarak sergi tasarımı ve enstalasyon alanlarına yöneldiniz. Bu farklı alanlar arası geçiş süreci nasıl oldu, aldığınız mimarlık eğitimi ile bu süreci nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Aslında süreç, ilgi alanlarımı keşfetmek ve geliştirmek üzerine oldu. Hayalim müze tasarımı yapmaktı, ancak bu genç mimarların kolayca imkan bulabildiği bir şey değil. Ben de genç bir mimar olarak kendi kendime üstesinden gelebileceğim bir ölçekte tasarım yapma ihtiyacı duydum. Mobilya tasarımı veya kurulumlar üzerine çalışmak da bunun yollarından biriydi. Ayrıca Milano ve Design Miami çeşitli yerlerde çalışmalarımı sergilemek, çalışmalarımı gerçek insanlar üzerinde test etmek adına çok büyük bir şanstı. Bu süreç içerisinde çalışmalarımın ölçeği de büyüdü ve daha geniş, daha kompleks tasarımlara doğru yöneldim ve üzerine çalıştığım tasarımlar mimarlığın temelinden yola çıkarak tamamıyla yeni dünyalara, yeni yapılara dönüştü.

Tasarımlarınızda sürekli inovatif bir yönelim var, bu yönelimi tam olarak ne yaratıyor? İlhamı nerelerden alıyorsunuz?

Bence tarihte öyle bir noktaya geldik ki her şey hemen, hızlıca değişiyor. Dünya on sene önceki, hatta iki sene önceki halinden oldukça farklı geliyor bize. Bu da küresel kültürümüzün, bireysel davranışlarımızın değişmesi demek. Bunlarla beraber şehirlerimizin ölçeği de değişiyor. Bence bu ölçek değişimi de üstel büyüme şeklinde ilerliyor. Aslında ben bunu “inovasyon” olarak tanımlayamıyorum, benim yaptığım şey inovasyondan çok doğa ile ilişkimizi keşfetmeye çalışmak. Çevre değişirken, çevre ile olan bağımızı kaybetmememiz için bizim de yeni formlar yaratmamız veya unutulmuş algıları yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Oluşturduğum projelerde teknolojinin getirdiği inovatif materyallere ihtiyaç duyabiliyorum. Ama bazen de eski çalışma tarzları, eski materyaller daha uygun oluyor.

Günümüzde sanat, mimarlık ve teknoloji arasındaki sınırlar giderek kayboluyor. Bu durumun 21. yüzyıl mimari pratiğini nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?

Açıkçası, bilemiyorum… Bence bu konu herkesi ilgilendirmeli. Demek istediğim şey: teknolojinin ne kadar yaygınlaştığını ve hayatlarımızda kalıcı bir yer aldığını düşündüğümüzde bu kaçınılmaz bir durum. Önümüzdeki beş-on yılı ve bu teknolojilerin günlük yaşantımızdaki etkilerini düşündüğümüz zaman, gelişen teknoloji ile hayatlarımız daha pratik hale geliyor; ama aynı zamanda da doğada, deniz kenarında, ormanda aile ve arkadaşlarımızla geçirdiğimiz vakitten zevk alamamaktan korkuyorum. Çünkü hayatta her şey yaşadıklarımızı internette paylaşmak üzerine kurulu bir hal aldı. Beni endişelendiren nokta ise “neden insanın çevre ile ilişkisi, teknoloji temeline dayandırılmak durumunda olsun” sorusu. Ancak iş sanata geldiğinde, sanat bazen dünyanın değişimine ilham kaynağı olabiliyor. Ama özellikle son zamanlarda sanat da bu değişimlerin bir ürünü gibi. Sanat, kendimize tuttuğumuz bir ayna gibi bizim ne hale geldiğimizi bize gösteriyor. Sanat yeniden bize ilham verebilse ve bir gelecek vadedebilse çok güzel olur. Çünkü inanıyorum ki sanatın bize vadettiği gelecek, teknolojinin vadedebileceğinden çok daha özgür olacak.

Fotoğraf: Ruy Teixeira, Mosca Partners

Nisan ayında Milano Tasarım Hafası’nda yer alan projeniz Tempietto Nel Bosco’dan biraz bahsedebilir misiniz?

Palazzo Lita’da bir kurulumum sergilendi. Palazzo Lita, 1640’larda tasarlanan ve inşa edilen bir yapı, tam ortasında da bir avlusu var. Yapı şu anda İtalyan Kültür Mirası Kuruluşu’nun yönetim ofisi olarak kullanılıyor ve her yıl Palazzo Lita’nın avlusunda bir çalışma yapması için bir sanatçı ile anlaşıyorlar. Benim bu sene için oluşturduğum kurulumun ismi “Temple in the Woods”. Bu kurulum, ormanlarda yer alan açıklıklar gibi, mekanın ilkel formlarını ve ilkel mimariyi temsil ediyor. Plana bakıldığında 7×7 halinde kırk dokuz adet kolonun kurallı bir şekilde dizildiği görülse de; mekanın içine girildiğinde kurulum, sanki bir ormanın içi gibi düzensiz ağaçlar olarak algılanıyor. Kolonlar kendi aralarında küçük mekanlar yaratıyor. Bu küçük mekanlardan bazıları insanların birbirleriyle muhabbet edebilmesi için uygun büyüklüğüne sahip. Tasarım Haftası’na gelen insanlara dinlenebilmeleri için bir alan yaratmak istedim. Kurulumun tam ortasında ise bu ahşap sütunlarla çevrelenmiş bir açıklık yer alıyor. 

Kurulumda ahşap ve taş gibi doğal materyaller kullandım. Zeminde kullanılan volkanik taşlar, üzerinde yüründüğü zaman sesler çıkartıyor. Hazırlanan zemin, Milan sokaklarına benzemiyor ve size farklı bir peyzaj sunuyor. Bir de kurulum içerisinde her şey kırmızı renkte. Bunun sebebi ise “şimdiki zaman”ı temsil eden kendi projem, “eski dünya”yı temsil eden Palazzo ve kafamda Mars olarak hayal ettiğim “yeni dünya” arasında kurgulamak istediğim yeni ilişkide Mars’ın kırmızı renkte olması. Uzaya ilgimiz olsun veya olmasın, hepimiz Mars’ın kırmızı olduğunu biliriz. Mars’ı temsil eden kırmızı, eski dünya ve şimdiki zaman ile böylece etkileşime giriyor. Özet olarak tüm bu proje ile eski ve yeni dünya arasında bir diyalog yaratmak istedim.

Etiketler

Bir yanıt yazın