“Planlama Sistemindeki Revizyonun Belirleyicisinin Rant Olmaması Gerekiyor”

Şehir Plancıları Odası Genel Başkanı Necati Uyar ile Oda'nın faaliyetleri ve kentlerin güncel konuları hakkında bir söyleşi yaptık.

Derya Yazman: Şehir Plancıları Odası Genel Merkezi’nin faaliyetlerinden ve gündeminde neler var bahsedebilir misiniz?

Necati Uyar: Şehir Plancıları Odası Genel Merkezi’nin gündeminin oluşumunda, Oda Yönetim Kurulu kararları ile oluşan gündemin yanı sıra ülke gündemi ve Oda’nın şubelerinin gündemi belirleyici oluyor. Genel merkeze özel, şubelerimizin, kentlerimizin ve ülkenin gündeminden ayrışan bir gündem yok. Özellikle son dönemde ardı ardına yasal düzenlemelerin yapılıyor olması nedeniyle, TBMM gündemi ile birlikte bizim de gündemimiz biraz değişime uğruyor.

Genel merkezin gündemini iki gruba ayırmak gerekir: Birincisi Oda’nın rutin üye işleri ile ilgili olan gündem; üye yazılması, üyenin talepleri, bürolar, mesleki denetimin kontrolü, yayınların çıkarılması gibi… İkinci gündemi de dediğim gibi kentlerin gündemi ile bağlantılı… Kentleri, planlamayı ilgilendiren gündemin tamamı aslında bizim de gündemimizi oluşturuyor. Gündemi belirleyici olmaya çalışıyoruz, ancak o kadar hızlı değişen bir gündem var ki bizim belirleyiciliğimiz ikinci planda kalıyor. Etkinliklerle, yayınlarla, basın açıklamalarıyla belirleyici olmaya çalışıyoruz ama ülkede o kadar yoğun bir gündem var ki Odamızı ilgilendiren, zaman zaman o gündemin takipçisi haline de geliyoruz.

Bugünler özellikle kentsel dönüşüm ve afet riski konusunun tartışıldığı günler… Yasanın yürürlüğe girmesi ile birlikte merkezde olan gündem takibimizi aslında tüm kentlere yaygınlaştırmak durumundayız. Çünkü yasanın uygulanmaya başlanması ile birlikte hemen hemen tüm kentlerde bir hareketlilik başlayacak. Yasanın çıkarılması öncesinde öyle bir beklenti yaratıldı ki gerek halkta gerek belediyelerde, bu yasa ile her şey çözülecek, kentler tümüyle afet riskinden arındırılacakmış gibi beklenti oluşturulmak istendi. Gerçeğin bununla çok ilgisi yok, bunu da yaşayıp göreceğiz. Şimdi bunu biraz izleme sürecindeyiz. Diğer taraftan Oda’nın rutin planlanmış etkinlikleri var. Bu etkinliklere göre çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu bu yıl Ankara’da yapılacak. Bu yılki kolokyumun konusu da mekansal değişim ve dönüşüm olarak belirlendi. Doğrudan Türkiye’nin gündeminde olan konuyu kentsel dönüşüm, doğal alanlarda yaşanan, mevzuatta yaşanan değişimi tartışacağımız, dünya örnekleri ile karşılaştıracağımız, neyi yanlış yapıyoruz, ne yapmak gerekli ortaya koymaya çalışacağımız bir kolokyum planlıyoruz.

Şehir Plancıları Odası olarak ilk kez planlama öğrencilerini bir kamp düzenleyerek bir araya getirmeyi hedefledik. 16-22 Temmuz tarihlerinde İzmir Selçuk’ta bir hafta süren kampta Türkiye’nin her yerinden planlama öğrencilerini bir araya geldik. Öğrencilerimize bir yandan TMMOB ve Şehir Plancıları Odası çatısı altında mesleki örgütlenmenin önemini aktarırken, diğer yandan mesleki etik, mesleğin uygulanması, koruma, arkeoloji, kentsel dönüşüm, insan hakları ve demokratikleşme konularında eğitim verdik. Eğitimlerin yanı sıra sanat ve spor etkinliklerini hep birlikte gerçekleştirdik.

Hiç değişmeyen bir gündemimiz daha var. Türkiye çapında tüm şubelerimiz ve genel merkezin aracılığıyla meslek alanında yapılmış olan yanlış uygulamalara karşı yürüttüğümüz hukuksal mücadele… Çok sayıda davamız devam ediyor. Her yönetim kurulu toplantısında istisnasız bir yeni dava kararı almak durumunda kalıyoruz ki çok eliyoruz, çok seçici davranıyoruz.

DY: Ülkeyi yönetenler tarafından Oda’lar hep itiraz eden taraf olarak görülüyor. Ama bunun başka bir çözümü var mı ki? Yanlış olan bi duruma insan susup kalamıyor öyle değil mi?

NU: Şöyle bir şey aslında; Sayın Başbakan, bakanlar aslında geçmiş yıllarda münazaralarda bulunmuşlardır. Birisi bir şey söyler, diğeri de tersini söyler ve bu tartışmalar böyle başlar. Herkes yapılanı alkışlarsa, batarız, ilerleyemeyiz. Niye böyle söylüyorlar bilmiyorum. Eskiden beri söylenen bir şey bu, sadece bu iktidara özgü bir şey de değil. Bundan önceki iktidarlar da aynı şeyi söylüyordu.

Şöyle bir bilgiyi paylaşmakta yarar var. Şehir Plancıları Odası’nın dava açtığı belediyelerin içinde her partiden seçilmiş belediye başkanları var. Yani bir belediye başkanının siyasi partisine göre dava açılmıyor. Yapılan yanlış nedeniyle dava açılıyor. Dava açılan iller içinde İstanbul, Ankara var ama İzmir, Eskişehir, Adana ve Konya da var. Çok farklı kentlerde devam eden davalarımız var. Bakanlıkların yaptıkları işlere karşı açılan davalar, doğrudan bugünkü iktidarın yapmış olduğu işlere karşı açılmış davalar oluyor. Aslında normal koşullarda bir ülkede bir başbakanın meslek odalarının karşı çıkışına sevinmesi gerektiğini, doğru yolu bulmak açısından bunu desteklemesi gerektiğini düşünüyorum. Ama biz de iktidarlar ve belediye yönetimleri meslek odalarını hep itiraz eden, istemezükçü olarak nitelendiriyorlar. Ama “Neden istemiyorsunuz, neden karşısınız?” sorularına verilen cevabı da beğenmiyorlar. Süreç katılımcı ve tarafsız bir şekilde gelişse… Bu sorunlarla karşılaşmayacağız, bu sözü kullanmayacaklar belki… Doğal olarak karşı çıkıyoruz.

Örneğin; seçim öncesinde İzmir’de trafiğin en yoğun olduğu Konak’a trafiği arttıracak tünel açıyorsanız ve hala inşaat başladığı halde bu planda yoksa, birilerinin çıkıp bu yanlışları söylemesi gerekir. Sanıyorum o yüzden yapılan işleri engelliyor gibi gösteriyorlar ama yapılan yanlışların engellemesine yönelik açılan bu davaların genel anlamda ülkeye faydalı olduğu düşünüyorum. Gerek ekonomik olarak, gerek zaman açısından bakıldığında Şehir Plancıları Odası’nın da belli bir yere kadar gücü yetiyor. Şu anda Türkiye’nin genelinde 300’ün üzerinde devam eden davamız var.

DY: Peki bu davaların sonuçları ne yönde oluyor?

NU: Çok kritik davalar dışında, elde ettiğimiz davaların sonuçlarını düzenli olarak basına duyurmuyoruz. Üyelerimize duyuruyoruz. Her hafta en az birkaç davadan ara karar ya da karar ulaşıyor, çoğunlukla kazanıyoruz. Biz mücadelemizi yürütüyoruz, itirazımı yapıyoruz. Kabul etmezler, itirazımızın gereğini yapmazlarsa da yargıya taşıyoruz. Yargıda da iptal ettirdiysek de zaten biz istediğimizi elde etmiş oluyoruz. Amacımız “Biz bunları engelledik” diyerek şov yapmak, kimseye bunları anlatmak değil. Bunların yanlış olduğunu ilgili kurumlara da söylüyoruz. Tümünü duyurmaya kalksak, 300’ü aşkın dava nedeniyle her gün bir davayla gündem oluşması demek. Düzenli olarak geliyor ve çok sayıda davamız da bu şekilde karar var. Bunların içinde kritik davalar da var. Özellikle Ankara’da aynı alana ilişkin 3-4 kez kazandığımız davalar var. Ama belediye aynı kararı almaya ısrar ediyor ve normal koşullarda bu belediye yöneticilerinin yargılanması gerekiyor.

Örneğin; Sayın Başbakanın seçimler öncesinde büyük bir proje olarak Ankara için hazırladığı, çılgın proje diye açıkladığı Güney Kent Projesi. Önce tek etaplıydı. Dava açtık ve yürütmeyi durdurduk. 4-5 etaba bölüp tekrar onayladılar. Onlara da dava açtık, onlar da tek tek durduruldu ama buna rağmen tekrar tekrar onaylanmaya devam ediyor. Güneypark Projesi de benzer şekilde. Bunlar kentsel dönüşüm adı altında belediye meclisinden geçirilen ama aslında boş olan alanlarda, üzerinde yapı olmayan arazilerde yapılan projeler.

DY: Kuzey Ankara Girişi Projesi değerlendirmek gerekirse…

NU: Kuzey Ankara geçmişte gecekonduların olduğu bir alandı. Orası biraz daha farklı. Orada şu iddiada bulunabilir Belediye yönetimi; “Burası sağlıklı bir kentsel doku değil, ben burayı sağlıklı hale getirdim,” diyebilir. Sağlıklı hale gelip gelmediği, başarılı olup olmadığı tartışılır ama orada kentsel dönüşümün olup olmaması konusu diğer alanlardan farklı. Zaten özel bir yasa çıkarılmış bir yerdi. Bana başarılı buluyor musunuz diye sorarsanız ben başarılı ya da doğru bulmuyorum. Oradaki nüfusu üç kat arttırdı. Kuzey Ankara Projesi’nin yapıldığı alanların eski imar planlarında o alanların tamamı afet riski taşıyan alanlar. Son çıkan yasaya göre yani Afet Riski Taşıyan Alanların Dönüşümüne ilişkin olan yasaya göre büyükşehir belediyesi tarafından yapılan bu Kuzey Ankara Projesi’nin yıkılması gerekir. Çünkü orası jeolojik etütlere göre riskli alandır. Heyelan riski taşıyan bir alandır. Neden oralar hiç yapılaşmadı hep gecekonduyla kaldı? Planları vardı. O planların hepsi yapı yasaklı alandı. Şimdi böyle bir alanda bu yapıların yapılmış olması Türkiye’ye özgü bir çelişki. Devlet bir taraftan bir yasa çıkarıyor. Afet riski taşıyan alanları boşaltacağım hepsini yıkacağım diyor ama öte yandan da oraya toplu konutlar yapıyor.

DY: Afet riski taşıyan alanların dönüşümüne ilişkin kanundan bahsettik ama biraz daha içeriğini açıklayabilir misiniz?

NU: Şimdi kanunun amacını okuduğunuz zaman çok iyi niyetli hazırlanmış gibi gözüküyor. Böyle bir amacın varsa böyle bir yasal düzenleme yapmak gerekir dedirten bir amaç tanımlaması var. Afet riski taşıyan alanların ve yapıların yenilenmesini amaçlayan bir yasa. İnsanların olası bir depremde ölmesini engelleyecek bir düzenleme amaçlanıyor. Bu amaçtan hareket ederken şöyle bir örnek verilebilir. Hasta insanların kurtarılması için belli yetkiler alınıyor. Bu yetkiyle artık kurtarılamayacağına inanılan insanları öldürme yetkisi var. Bunun yanı sıra eğer grup halindelerse içindeki sağlam olan insanların da proje bütünlüğü açısından öldürülmesine yetki veriyor. Çünkü sağlam yapıların da yıkılmasını öngörüyor. İsterse yıkabilir diyor. Ekonomik ömrü dolmuş olan yapılara yıkım izni veriliyor. Bu ekonomik ömrü dolmuşun tanımı yok. Afet riski taşıyan yapının ve alanın tanımı yok. Bir grup insanın değerlendirilmesine bırakılıyor. Sağlam yapılar içine girilebildiği gibi ekonomik ömrünü dolduran yapılar da bu yasa kapsamına alınıyor. Yasa kapsamına alınması demek bakanlığın yazacağı bir yazıyla 60 gün içerisinde bu evi yıkma hakkını tanıyor demek. Yıkmazsanız 60 günün sonunda polis zoruyla sizi çıkarıp yıkma hakları var.

Yasada yer alan uygulanmayacak yasalara ilişkin düzenlemeler son derece vahim. Örneğin; 2863 sayılı yasa burada uygulanmaz deniliyor. Yani korumaya ilişkin yasa, yani kentsel sit alanları açısından baktığınız zaman bugün Türkiye’deki tescilli yapıların belki abartarak söylüyorum ama % 90’ı ekonomik ömrünü tamamlamış yapılar. Birçoğu boştur, terkedilmiştir. İzmir’in Alsancak’ında, Ankara’ın Ulus’unda, İstanbul Tarihi Yarımada’da ya da İstanbul’un diğer bölgelerinde çok sayıda terkedilmiş eski yapı vardır. Onarılmamış, restore edilmemiş, harap hale gelmişlerdir. Çünkü rant beklentisi içinde ve konuya ekonomik kazanç açısından bakan kesimlerin elindedirler. Yeni çıkan yasa tescilli ve kullanılmayan tüm yapıların yıkılmasının önünü açmış bulunuyor. Bu yüzden karşı çıkıyoruz.

Diğer yandan yasada barınma hakkını hiçe sayan düzenlemeler var. Bunlara da karşı çıkıyoruz. İşgalci ve kaçak yapı yapanlar ile ruhsatlı yapıya sahip insanlar arasında dahi bir ayrım öngörülmüyor, bunu da eleştiriyoruz. Yasaya göre, yasa kapsamına alınan konutlara hemen bir yazı yazıp, yapının boşaltılmasını isteyebiliyorsunuz. Yapıların boşaltılmaması durumunda ise elektriğini, suyunu, doğal gazını kesebiliyorsunuz. Terke zorluyorsunuz, polis zoruyla çıkarıyorsunuz, bu kiracı da olsa ev sahibi de olsa çıkarıyorsunuz ve hiçbir sosyal güvencesini yasayla vermiyorsunuz. “Verilebilir” gibi, “Kira yardımı yapılabilir” gibi tamamen yöneticilerin inisiyatifine bırakıyorsunuz böyle şeyleri. Düzenlemeler bu yönüyle insan haklarına aykırı. Bu haliyle baktığınız zaman içerisinde barınma hakkını hiçe sayan düzenlemeler var. Bu nedenle de karşı çıkıyoruz.

Eğer bir düzenleme olacaksa, barınma hakkı güvence altına alınmalı, yani insanlar, barınma hakkını dikkate almayan düzenlemelerle sokağa atılmamalı. Bu nedenle de yasa kabul edilebilir bir yasa değil. Diğer yandan Türkiye’de korumaya ilişkin diğer tüm yasalar, orman kanunu, mera kanunu, kıyı kanunu, Boğaziçi Kanunu gibi korumaya yönelik olan tüm kanunlar da kapsam dışına çıkarılmış durumda. Yani bu yasanın kapsamına alınan alanlarda diğer yasalar geçerli değil. Bu yasanın kapsamında sadece afet riskli alanlar ve binalar yok. Bu yasanın kapsamında rezerv alanlar var. Bir kentte yıkacağınız afet riskli alanları tespit ederken bir yandan bunları taşımaya yönelik rezerv alan belirleme hakkı veriyor bakanlığa ve onun yetki vereceği belediyeye. Böyle bir yetki veriliyor. Bunun hazine mülkü ya da kamunun mülkü olması gerekir ki pratik olsun ya da özel arazi olabilir. Kıyı Kanunu uygulanmaz diyor. Bu da isterseniz Boğaz’ı ya da Haliç’i doldurup rezerv konut alanı üretebilirsiniz demek. Yani Bakanlığın önünde yasal bir engel kalmamış durumda. Benzer biçimde bir antik kentin dozerlerle tamamen yıkılıp yeni yerleşim alanı olarak belirlenmesi bile olanaklı. Böyle bir şey olamaz. Bu kişilerin iyi niyetine bırakılamaz. Herkesin, yöneticilerin aklının yerinde olduğunu kabul etsek bile böyle bir yetki verilemez. Kaldı ki öyle bir belediyeye bu yetki devredilir ki oradaki yöneticiler bu yetkiyi tümüyle kötüye kullanabilirler. Önünde hiçbir yasal engel de bulunmadığı için yetki devrinden itibaren Türkiye’de kentlerde bu anlamda her tür kayıp yaşanabilir. Bu haliyle bakıldığında korumaya yönelik önlemlerin tümünü reddettiği, korumayı dışladığı için Türkiye’nin bugüne kadar koruduğu meraları, kıyıları, Boğaziçi’ni, sit alanlarını tümüyle yapılaşmaya açık hale getirdiği için karşı çıkıyoruz, eleştiriyoruz. Amacına katılıyoruz ama içeriğine katılmıyoruz.

DY: Bu yasaya karşı bir çalışmanız var mı?

NU: Yasa olduğu için bizim buna dava açma hakkımız yok. Ama bir rapor hazırlayıp biz TBMM’de komisyon çalışmalarında da ilettik. Bütün partiler bunu aldılar. Meclis görüşmelerinde de bizim raporlarımız kullanıldı, dikkatle izledik. Bizim hazırladığımız raporda da anayasanın hangi maddelerine aykırılık taşıdığı konusunda değerlendirmelerimiz var. Buna katılırlarsa mecliste yeterli sayıda milletvekili ya da ana muhalefet partisi de bunu anayasa mahkemesine götürebilir. Umarım götürürler çünkü anayasaya aykırı bir yasanın olmasını kabul etmek mümkün değil.

DY: Emek sineması olsun, AKM olsun, Ali Sami Yen Stadyumu, Likör Fabrikası olsun sürekli insanların zihninde yer eden yapılara bir müdahale söz konusu.

NU: Yalnız bu tavır yani izlenen politika sadece İstanbul’da değil. Şimdi de İzmir’de Alsancak Stadı için aynı şey söz konusu. Kentin ilk stadyumu, hala kullanılan stadyumu Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli spor olaylarının gerçekleştiği, kentin hafızası açısından çok önemli bir alan. Önemli tartışmalara da neden olabilecek bir yapı. Diğer yandan aslında eski mezarlık alanı. Şimdi kentin merkezinde kalmış alanlara böyle bir mirasyedi anlayışıyla bakmak, bu bize kaldı biz bunu istediğimiz gibi değerlendiririz diye düşünmek kabul edilebilir bir anlayış değil. Bu ne yazık ki Ali Sami Yen için de geçerli, yakında belki de Beşiktaş’taki İnönü Stadı için de aynı tartışmalar yaşanacaktır. Yeri ve zamanı geldiğinde belki Şükrü Saraçoğlu Stadyumu için de yaşanacaktır İstanbul’da. Ali Sami Yen ve Likör Fabrikası ile ilgili bu kararlara karşı devam eden davalarımız var.

Bir yeni stad yapılması eskisinin ortadan kaldırılmasını gerektirmez. Tam tersine o alanların açık yeşil alan olarak tutulması o kentlinin elde edebileceği en büyük kazançtır. Ali Sami Yen’in olduğu yerde yaratılacak bir yeşil alanın toplumsal değeri hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. Herhangi bir kişinin elde edeceği rantla ya da devletin elde edeceği herhangi bir kazançla karşılaştırılması olanaklı olmayan bir değerdir. Bu değeri algılayacak bir yönetici olduğunda zaten bu sorunlar çözülecektir diye düşünüyorum. Buradaki sorun elde edilecek toplumsal değeri algılamamaktan kaynaklanıyor. Bütün değer hesaplamalarını para üzerinden yapmaktan kaynaklanıyor. Çok basit müteahhit hesabı olabilir bu. Sami Yen Stadı’nı yıkıp yerine şunu yaptığınızda ya da Alsancak Stadı’nı yıkıp yerine bir alışveriş merkezi yaptığınızda şehrin merkezinde bu kadar değerli bir arazide şöyle bir gelir elde edilir. Bu hesaplama kolaydır. Ama kaybettiğimizi hesaplamıyorsunuz bu hesapta. Kaybettiğimiz çok büyüktür. Aslında bunu hesaplayabildikleri anda zaten bundan vazgeçeceklerdir diye düşünüyorum.

Ne yazık ki şu anda izlenen politika sadece merkezi iktidarda değil, yerel iktidarlarda da aynı. Belediyelerin de büyük bölümü tümüyle bu hesaplar üzerinden gidiyor ve elde ettikleri yetkiyi o rantı yönlendirmek, kentsel rantın bir elden diğer bir ele geçmesi için kullanıyorlar. Buna hizmet eder durumdalar. Bu kararlarla kentler ileri noktaya gitmez, gerileyecektir. Oradaki sıkışıklık artacak, trafik ve insan yoğunluğu artacaktır. Zaten yaşanmaz hale gelmiş kent bölgeleri daha da yaşanmaz hale gelecektir. Bunları da düşünmeleri gerekir. Stadyumlar konusu gerçekten hassas bir konu ve ne yazık ki bunu Kayseri’de de yaptılar. Yerine daha iyi bir stadyum yapmak bir kısım insanı susturmak için yeterli olabilir ama şehrin dışına atılmış olmak ve bilerek insanların yürüyerek gelebildiği bir stadyumu ortadan kaldırıp insanları otomobil ve toplu taşımayla stadyuma götürmek kabul edilebilir değildir.

İstanbul bunun örneklerini yaşadı. Olimpiyat Stadı’nda her futbol maçından sonra yaşanan rezalet ortada. Galatasaray için Ali Sami Yen’in yerine yapılan yeni stadın kullanımında da ortaya çıktı benzer sorunlar. Daha merkezi bir yerde olmasına rağmen Ali Sami Yen’de yaşamadığımız bir sıkışıklığı oralarda yaşıyoruz çok doğal olarak. İnsanlar kent merkezindeki stadyumlara çok daha farklı yöntemlerle gelip gidebiliyorlar, nasıl geleceklerini biliyorlar, yürüyerek gelebiliyorlar, farklı noktalardan ulaşarak yürüyebiliyorlar ama yeni yapılan otoyol, karayolu bağlantılı, başka da ulaşım seçeneği olmayan yeni kent dışındaki stadyumlar gelecekte o kentler açısından daha büyük sıkıntılara neden olacak. Umarım vazgeçilir bu anlayıştan.

DY: Bu projelerle İstanbul’un trafiği daha da çekilmez bir hale gelecek şüphesiz. Ankara’nın ulaşımı açısından sorunları neler?

NU: Ankara’da başlayan ve Türkiye’deki kentlerin hepsine bir hastalık gibi bulaşan battı çıktı alt geçitler, ulaşım sorunlarına çözüm amacıyla geliştirilmiş ve kendisi önemli sorun oluşturan yapılardır bugün için. Ankara’da kış aylarında alt geçitler oldukça tehlikelidir. Hava kirliliği nedeniyle, egzoz nedeniyle zehirlenme ihtimali var. Yağmurlu havalarda trafik sıkıştığında beklerken boğulma ihtimali var. Bunun örneklerini yaşadı, can kaybı da yaşadı Ankara. Tümüyle tıkanabiliyor çünkü altyapı düşünülmeden yapılmış alt geçitler bunların büyük bölümü. Çok ciddi yağmur yaşandığı günlerde Ankara’da alt geçitlere girmemek gerekiyor. Umarım böyle bir şey gerçekleşmez. Ama toplu ölümlerin yaşanabileceği mekanlar yaratılmış durumda.

Diğer yandan yeni uygulamalarla bu geçitler giderek daha tehlikeli hale getiriliyor. Yeni bir dava açtık. Alt geçitlerin girişlerine reklam panoları kondu üstlerde. Yol dört şeritten iki şeride düşüyor. O iki şeride düşen noktada da karşıya bir reklam koyuyorsunuz. Zaten orada bir karmaşa yaşanıyor insanlar birbirinin üstüne çıkıyor. Kesinlikle kaza riskini arttıran uygulamalar bunlar ve düşüncesizce kararlar. Son derece düşüncesizce kararlar alınıyor. Bunlara dava açtığımızda da hiçbir şeyi istemeyen oluyoruz. Biz neden bir reklam panosuna karşı çıkalım? Her yere koyuyorsunuz zaten ama oraya koymayın. İnsanlara yaşam riski yaratacak türden düzenlemelerden kaçınmak gerekiyor.

Ankara ulaşımı İstanbul’dan daha iyi görünebilir ama şunu da iddia ediyorum Ankara’dan çok daha fazla sayıda insan ve araç olan İstanbul’un trafiğine Ankara’dan daha kısa sürede çözüm bulunacaktır metro yapımı sürerse. Ankara’da 15 yılı aşkın süredir hiç metro yapılmadı. Başlayan çalışmaların tamamı da tünel çalışmaları olarak kaldı. Şimdi Ulaştırma Bakanlığı devraldı yeniden bu çalışmaları yapıyor. Umarım Ankara’nın da metrosu geliştirilir ve trafik sorunu biraz azalır. Çok geç kalınmış durumda. Ankara şu ana kadar bütün metro hatlarını tamamlamalıydı oysa. Belediyenin gereksiz yatırımlarına harcanan kaynaklarla çoktan bitirebilirdi.

Aslında Ulaştıma Bakanlığı’na Ankara’daki çalışmaları için teşekkür etmek gerekir. Diğer bazı bakanlıkları da Ankara’da göreve çağırmak yerinde olur. Ankara Belediyesi’nin eksik bıraktığı, yapmadığı, beceremediği işler için. Böyle bir ihtiyaç var Ankara’da. Gerçekten Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin açığını kapatacak bakanlıklara ihtiyaç var. Bakanlıkların el atması gerekiyor yoksa Ankara Belediyesi’nin bu işleri yapacağı yok.

DY: Daha iyi kentler için planlama sürecinde ne yapılmalı?

NU: Yani aslında ben de karamsarlığa doğru sürükleniyorum. Çünkü Türkiye’deki şehir planlama eğitiminde nitelik cidden çok düştü. Yöneticilerin niteliği zaten düştü. Niteliği düşmüş bir plancı, niteliği düşmüş bir yönetici işbirliğinden niteliği yüksek kentler hayal etmenin kendisi bir hayal. Şu anda Türkiye’de 13 farklı üniversitede şehir planlama eğitimi veriliyor. Kurulmuş henüz öğrenci almayanlarla beraber 20’nin üzerinde bölüm var. Türkiye’de Avrupa’nın bütün ülkelerinde daha fazla şehir plancısı var ve giderek artıyor. Her yıl 500’e yakın kişi şehir plancısı oluyor. 1980’li yılların başında çıkarılmış olan İmar Kanunu ve planlamaya ilişkin düzenlemeler aynen duruyor. Türkiye’deki plancı sayısının 500 olduğu tarihte çıkarılmış bir yasal düzenlemeden ve o mantıktan vazgeçilemiyor. Çünkü doğrudan rantı yönlendiren ve belediye meclisindeki 10 kişinin el kaldırmasıyla karar alınabilen bir planlama sistemi pek çok yöneticinin hoşuna gidiyor.

Şu gerçeğin farkına varılması gerekiyor bugün var olan yasal düzenlemeler 500 plancının var olduğu Türkiye gerçeğine göre yapıldı. Şu anda Türkiye’de Odaya kayıtlı plancı sayısı 5.500, kayıtlı olmayanlarla birlikte 8.000’in üzerinde şehir plancısı var. On katını aşan bir şehir plancısı oluşmuşken hala aynı düzenlemelerin devam etmesi gerçekten sistemdeki hatanın en somut göstergelerinden biri. Türkiye’nin bugünkü sistemi hızla revize etmesi gerekir ama planlama sistemindeki revizyonun belirleyicisinin rant olmaması gerekiyor. Özellikle son zamanlarda alınan bütün kararlar, gelip gelip sonunda ranta dayanıyor.

Afet riski için çıkarılan yasada da öyle. Bunu çıkarıyorsunuz ama afet riski taşıyan yapıların yapılmasını engelleyecek bir düzenlemeye gitmiyorsunuz. Bir taraftan afet riski taşıyan yapıları (6,5 milyon yapı) yıkacağız deniliyor ama yeni 6.5 milyonun oluşmasını engelleyecek bir düzenleme hala yok. Bugün de Türkiye’de kaçak yapı yapılıyor. Bugün için şu sorunun cevabı bile verilmedi: Afet yasası kapsamında, kaçak yapılar bu kapsama giriyor mu girmiyor mu? Bu sorunun cevabının verilmesi gerekiyor. Eğer siz afet riskli yapıyı, mühendislik hizmeti almamış, projeli yapılmamış, ruhsatlı yapılmamış yapılar olarak tanımlarsanız, Türkiye’deki yapıların çok büyük bölümü bu kapsama girer. 6,5 milyonu geçecektir, salt bu yapılar. Bu ayrım dahi yapılmadı. Bir taraftan bunları çözeceğim diye iddiada bulunurken bir taraftan da yapılan yasal düzenlemelerde plansız, projesiz, ruhsatsız, mühendislik hizmeti almadan yapı yapılmasını daha da rahatlatan, yapı denetimini daraltan, yapı denetiminden 5.000 nüfusun altında tüm yerleşimleri çıkaran kararları da alıyorsunuz. Böyle olunca geleceğe umutla bakmak pek mümkün olmuyor. Türkiye kentleri ve kent planlaması açısından ne yazık ki böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Ne yapmak gerekiyor? Gerçekten bu planlama sisteminin ve yapılaşma sisteminin tümden yeniden ele alınması gerekiyor ama bunu üç beş kişi hayır dendiğinde kızan yöneticilerin emrinde çalışanlar tarafından olmamalı. Yani yöneticinin sözüne itiraz etmeyen kişilerden doğru kararların çıkmasını beklemek hayal. Eğer başbakanın ya da bakanların, belediye başkanlarının söylediği şeye tümden evet diyen bir bürokrat kadrosu tarafından hazırlanacaksa hayır diyerek el kaldıramayan TBMM milletvekilleri tarafından yasalar çıkarılacaksa umutlu olacak bir şey gerçekten göremiyorum. Ben bu anlamda baktığınız zaman giderek kötümserleşiyorum, umudumu yitiriyorum ama gerçekten üzerinde herkesin katılıp tartışabildiği bir sistemi Türkiye kurgulayabilirse kent toprağında oluşan rantların tekrar kamuya kazandırılmasını esas alıp, hiçbir şekilde kişisel kazanca yönelik olarak düzenlemelerin yapılmadığı bir sistemi kurgulayabilirsek, zaten bu sorunlar kendiliğinden çözülmeye başlayacaktır.

Sistemdeki temel hatanın ortadan kaldırılması gerekiyor. Rantı önceleyen ya da yöneticilerin dilediğine rantı aktarmasına izin veren sistemden vazgeçmek, toplumu önceleyen yeni bir sisteme geçiş yapmak gerekiyor. Ama böyle bir yönetim anlayışı da maalesef görmüyorum. Şehir ve Bölge Planlama bölümlerinin giriş puanları git gide düşüyor. Yozgat’ta bölüm açıldı. Yozgat küçük şirin bir kent. Ancak kentsel sorunların büyük bölümünün yaşanmadığı bir yerleşme. Gecekondu ya da ulaşım sorununun olmadığı bir kent. Böyle bir kentte şehir plancısı yetiştiriyorsunuz. Metro nedir, trafik sorunu nedir, derse ulaşım sorunları nedeniyle geç kalmak nedir? Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okuyorsanız bunu bilirsiniz. Karşıda oturuyorsanız, sınavınız varsa sabah kaçta çıkmanız gerektiğini hesaplarsınız, kafa yormaya başlarsınız. Bir sorun var nasıl çözülecek diye düşünmeye başlarsınız. Yozgat’ta bir binada okuyor, karşısındaki binadaki yurtta da kalıyorsanız, ortada sorunlu bir şehir de yoksa orada şehir plancısı yetiştirilemez. Orada mimar da yetişmez. Ama yetişiyor. YÖK’ün bunları denetlememesi, hangi bölümlerin nerelerde kurulabileceğine ilişkin kriterleri belirlememiş olması da vahim.

Etiketler

3 yorum

  • zubeyir-balli says:

    Selin Biçer merhaba. paylaşımınızı keyifle okudum. Mon Oncle filmini izleyeceğim. Arkitera üyesiyim. Ege Üniversitesi 2011 Sosyoloji mezunuyum. ilgi alanım mimari yapılar. bu film çok yararlı olacak, teşekkür ederim. iyi çalışmalar dilerim. zübeyir balli

  • selin-bicer says:

    çook teşekür ederim 🙂

  • ozlem-ozdemir says:

    Selinciğim, yazına çok sevindim, bu film benim favorilerimden biri … herkesin mainstream’e uyması ne kadar komik olduğunu hatırlatıyor. Maalesef sözde isim yapmış ve ödül almış mimarların da ekseriyeti böyle eserler yaratıyor, yalnız buna işaret etmeye cesaret edilemiyor – veya bu durumlara karşı zaten kör duruma getirilmiş oluyor insanlar; bu işler eğitimde başlıyor zaten – öğrenciler acaba hakikaten kendi yolunu / tarzını bulmak için, zaman ve ilgi/destek bulabiliyor mu acaba üniversitelerde?
    Sevgiler … Özlem

Bir yanıt yazın