“Osmanlı Arkeolojisinin Daha Sağlam Temeller Üzerinde Gelişmesine Öncüllük Etmek İstiyoruz”

Edirne Sarayı Arkeolojik Kazısı başkanı, İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi, Prof. Dr. Mustafa Özer ile Edirne Sarayı'nı ve Osmanlı Arkeolojisi'ni konuştuk.

Özüm İtez: Edirne Sarayı ve kentinden biraz bahseder misiniz? Diğer Osmanlı kentleri ve sarayları arasında nasıl bir yerde duruyor?

Mustafa Özer: Osmanlı dediğimizde zaman gözümüzün önüne geniş bir coğrafya getirmek gerekir. Bu geniş coğrafya içerisinde, özellikle Rumeli’ye Balkanlar’a doğru bir fetih politikası, genişleme politikası olduğunu biliyoruz. Bu doğrultuda, Edirne, Selanik, Dimetoka, Üsküp ve Filibe gibi şehirlerin ön plana çıktığını görüyoruz. Osmanlı döneminde, Selçuklulardan ve beylik döneminden kalan kentler her ne kadar kullanılmaya devam edilmiş olsa da, Bizans’tan ele geçirilen kentlerin de alınıp yeniden şekillendirildiğini, nüfus iskanı ve yeni inşa edilen yapılar ile fiziki ve sosyal yapısının değiştirildiğini görüyoruz.

Asya’dan itibaren Türk kentlerine bakıldığında, genel bir kentleşme şeması söz konusu ancak bu şemanın zaman içerisinde, ihtiyaçlar doğrultusunda değiştiğini, geliştiğini söyleyebiliriz. Osmanlı da (Selçukluların da yaptığı gibi) kentlerin karakterlerini değiştirecek adımlar atıyor, yeni mahalleler, yeni ticaret alanları, yeni dini merkezler oluşturuyor. Edirne’deki bu dönüşüm biraz daha öne çıkıyor çünkü Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti. Başkentlik dönemi kısa olmakla birlikte neredeyse 1800’lerin sonuna kadar fiili ikinci başkent görevini sürdürüyor. Hem Balkanlar’a ve Avrupa’ya açılan yol üstünde olması hem de etrafındaki nehirler olması; deniz bağlantısı ve verimli topraklara sahip olmasından dolayı pek çok yönden değişime ve gelişime açık bir kent olduğunu ve hızla da büyüdüğünü görüyoruz. 1361 yılında kent Osmanlı yönetimini girdikten sonra özellikle yeni yapılan külliyeler ile hızla değişiyor. Bir yandan da başkent Bursa’dan Edirne’ye taşınmış olduğundan bir saray inşa ediliyor. Bu sarayın (ilk saray) Selimiye Camii’nin hemen yanı başında bulunan alanda inşa edildiğini biliyoruz ancak burada yapılan kazılarda saraya dair günümüze çok fazla somut veriye ulaşılmış değil.

Başkent olması, sarayın burada olması, kenti bilim ve kültür alanında bir cazibe merkezi haline getiriyor. Aynı zamanda, Balkanlar’a düzenlenen fetih hareketlerinin de merkezi durumunda olması Edirne’yi bir ordu kentine dönüştürüyor. Böylelikle kente gelen bürokratlar, askerler, sanatçılar, bilginler, tüccarlar ciddi bir nüfus artışına neden oluyor. Bir yandan da Osmanlı, başta Edirne olmak üzere, tüm Rumeli’de bilinçli bir iskan politikası uyguluyor. Kolonizatör dervişler aracılığı ile, zorunlu iskan ile, bazen de kentin cazibe merkezi olmasından ötürü insanların kendi teşebbüsüyle kente göçmeleri sonucunda kentin nüfusu artıyor. Tüm bu nüfus hareketlerinin sonucunda şehir fiziki olarak büyüyor, yeni mahalleler kuruluyor ve 14. yüzyıl sonu – 15. yüzyıl başında Edirne büyük ölçekli kentler arasında yerini alıyor.

Yine bu dönemde, Osmanlı yönetimine geçtikten sonra inşa edilen ilk sarayın da ihtiyaca cevap veremediğini ve büyütülmesi gerektiğini görüyoruz. Böylece ikinci bir sarayın inşa edilmesi gündeme geliyor. “Yeni Saray” veya “Saray-ı Cedide” olarak adlandırılan, Tunca nehrinin iki yakasında kurulan yapılar topluluğu, 1450’li yıllarda inşa edilmeye başlanıyor. İnşaat II. Murat’ın saltanatının son yıllarında başlıyor ancak ömrünün yetmemesinden ötürü, saraya esas karakterini sağlayan ve inşasını tamamlayan II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) oluyor. Edirne sarayı sadece bir yönetim merkezi de değil, aynı zamanda İstanbul’un fethinin hazırlıklarının yapıldığı yer. Bu yönüyle de Edirne’nin tarihte önemli bir yeri var.

Saray-ı Cedide nasıl bir mekansal örgütlenmeye ve plan şemasına sahip?

Büyük meydanlar ve avlular etrafında konuşlanmış yapılardan meydana gelen Saray-ı Cedide, oldukça geniş bir sahaya yayılıyor ve plan şeması olarak Topkapı Sarayı’na da öncüllük ediyor aslında. Yeni Saray, yaklaşık 100 civarında yapıdan meydana geliyor. Ancak tabii ki bu saray birden bire ortaya çıkmıyor. Osmanlı öncesinde, Gazneliler’in, Selçuklular’ın, Anadolu Selçuklular’ın da büyük sarayları var. Bunlara bir gelişim çizgisi içerisinde bakıldığında, büyük avlular, meydanlar etrafında hiyerarşik biçimde konuşlanmış benzer yapılar görüyoruz.

Aslında başkent İstanbul olmasına rağmen Saray-ı Cedide sürekli kullanıldığı için bakım ve onarımları yapılıyor ancak devletin ekonomik yapısındaki gerilemelere da bağlı olarak bu bakım onarım faaliyetlerinin de zayıflıyor. IV. Mehmet (Avcı Mehmet)’in saltanatının büyük bir kısmını Edirne’de geçirdiğini biliyoruz.

“Yıkılmadan önce, sarayın ihtişamlı yapılar topluluklarından oluşan büyük bir ‘kent’ olduğunu söyleyebiliriz.”

Bu yönüyle de sarayın arkeolojik kazıları bize birçok veri sunuyor çünkü bu alanda Osmanlı arkeolojisine ait hemen her şeyi bulabiliyoruz. Dini yapılar, su yapıları, çeşmeler, köprüler sebiller, hamamlar, su kemerleri, su maksemi, su terazileri, idari yapılar, Cihannüma Kasrı, harem, Enderun’un mekanı, adalet yapıları gibi Osmanlı mimarisine ait farklı yapı tiplerini bir arada görebileceğiniz nadir yerlerden biri. Yalnızca sahada arkeolojik çalışma da yürütmüyoruz, Osmanlı arşivlerinde ve yurtdışındaki belgelerde Edirne Sarayı’nı inceliyoruz. Edirne Sarayı’nın hemen her sultan döneminde ilaveler ve onarımlar ile varlığını sürdürerek giderek büyüyen bir kompleks haline geldiğini görüyoruz. Bunlara dayanarak sarayın yıkılmadan önce çok ihtişamlı bir yapılar topluluğu olduğunu, büyük bir ‘kent’ oluşturduğunu söylemek mümkün.


Edirne Sarayı (Saray-ı Cedide-i Amire) tarihi sınırları (kaynak: www.bahcesehir.edu.tr/icerik/2244-dunden-bugune-edirne-yeni-saray-kazisi

Ancak yıllar içinde Edirne kenti ve sarayı, depremler, yangınlar, savaşlar nedeniyle tahrip oluyor ve saray büyük ölçüde yok oluyor. 1750 yılındaki deprem saraya büyük ölçüde zarar veriyor ancak 1829 ve özellikle de 1877-78 Osmanlı Rus savaşları, Edirne Sarayı’nın tamamen tahrip olmasına neden oluyor. ’93 Harbi olarak tarihe geçen ikinci savaş sırasında saray Osmanlı ordusu tarafından cephanelik olarak kullanılıyor ve cephaneliğin düşmanın eline geçmesini engellemek için dönemin Edirne valisi ve komutanının kararı ile ateşe veriliyor. Saray yapıları bu şekilde infilak ederek önemli ölçüde yok oluyor. 100 civarında yapıdan günümüze ne yazık ki 10 tanesi ulaşmış durumda. Bunların bir kısmı harap halde, bir kısmı da son yıllarda yapılan restorasyonlarla varlığını sürdürüyor.

2009 yılında başlayan kazılarda hangi noktaya gelindi, bundan sonraki hedefleriniz neler?

Ülkemizde Osmanlı ve Selçuklu arkeolojisi çok gelişmiş değil aslında. Edirne sarayı kazıları bu yönüyle de önemli bir çalışma. Belki de Osmanlı arkeolojisinin ülkemizdeki tek ve en önemli uygulama alanı. Bu ihmal edilmiş alanın gelişmesi gerekiyor. Başka ülkelere baktığımızda hemen her dönemin arkeolojisi çalışılıyor ancak bizde ne yazık ki Selçuklu ve Osmanlı arkeolojisinin çok fazla ihmal edildiğini söyleyebiliriz. Bu yalnızca uzmanlar tarafından değil, ülkenin kültür politikası açısından da çok ihmal edildi. Son yıllarda bu biraz değişmeye başladı ancak hala istenilen düzeyde değil. Bu konuda hala atılması gereken ciddi adımlar var. Biz bu yönüyle de burada çok disiplinli ve doğru işler yapmaya çalışarak en azından Türkiye’deki Osmanlı arkeolojisinin daha sağlam temeller üzerinde gelişmesine öncüllük etmek istiyoruz.


Edirne Saratı Matbah-ı Amire (saray mutfakları)

Önceki yıllarda, Tahsin Öz, Doğan Kuban ve Edirne Müzesi’nin sarayda kısa çalışmalar yaptığını biliyoruz. 2009 yılında itibaren biz burada kalabalık bir ekiple beraber ciddi bir çalışmaya başladık. Öncelikli olarak sarayın toprak üstünde kalan ve günümüze ulaşan yapılarını belgelemeye yönelik çalışmalar yaptık. Tüm yapıların rölövelerini aldık, fotoğrafladık, belgeledik, halihazır haritasını çıkardık. Bir yandan da TBMM’nin desteği ile restorasyonlar başladı. Bu kapsamda sarayın mutfak yapısı olarak bildiğimiz Matbah-ı Amire’nin restorasyonu gerçekleştirildi. Sarayın Kum Kasrı’nın bitişiğinde yer alan ve kasra ait olan hamamın da restorasyonu yapıldı. Bütün bu çalışmalar Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izin ve desteği ile sürdürüldü. Edirne Valiliği ve İl Özel İdaresi’nin de küçük destekleri oldu. Bağlı olduğum üniversite, İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile birlikte yürüttüğümüz bir çalışma bu.

Saray-ı Cedide-i Amire’nin kazılarında nasıl bir koruma/restorasyon politikası izleniyor?

Kazılar sonucunda özellikle taşınır kültür varlıkları niteliğinde birçok bulguya eriştik. Sikkeler, çiniler, seramikler, lüle, gülleler gibi buluntular sarayda yaşanan olayların da canlı tanıkları durumunda aslında. Bir yandan sarayın tarih boyunca geçirdiği evreleri ve yaşantıları ortaya koyarken bir yandan çok farklı disiplinlerden akademisyenlerle iş birliği yaparak tüm bunların lisansüstü tezler ile bilim dünyasına açmayı hedefliyoruz. Bir diğer yandan da hazırladığımız belgelemeler ile sarayın yapılarının bazılarının restorasyonlarını, rekonstrüksiyonlarını veya mevcudun konsolide edilerek korunmasını sağlamayı hedefliyoruz. Amacımız tüm saha yapılarını ortaya çıkarıp hepsinin yeniden ayağa kaldırılması değil. Zaten restorasyon ilkeleri açısından bakıldığında olmayan bir şeyi yeniden yapmak çok tutarlı bir davranış da değil ama en azından elimizde çok fazla doküman veya veri olan yapıların kısmen de olsa rekonstrüksiyonlarını yaparak, alanı en azından ziyaretçilerin algılayabileceği bir saray kompleksine dönüştürmeyi düşünüyoruz. En azından Sur-u Sultani denilen saray surlarını yükseltmeyi, kapılarını tamamlamayı, günümüze ulaşan harap yapıları statik açıdan sağlamlaştırarak ziyarete açmayı hedefliyoruz.

“Bir arkeolojik alanın içerisinden asfalt yol geçmesi kabul edilemez.”

Umarız saray yakında kontrollü ziyarete açılacaktır çünkü şu anki durumda sarayın çok ciddi sorunları var. Bu kapsamda yine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın öncüllüğünde geçtiğimiz yıllar yaptığımız bir başvuru üzerine sarayın çevre düzenleme projesi başlatıldı, projelendirildi ve ilgili koruma kurulunda onaylandı. Şu an uygulama aşamasında. Biz defalarca ören yerinin etrafını tel örgülerle çevirdik ancak ne yazık ki bunlar çalındı. Güvenlik açısından zaman zaman sıkıntılar yaşıyoruz. Zaman zaman Tunca Nehri’nin taşması nedeniyle yaptığımız çalışmalar zarar görüyor. Bir de sarayın içerisinden geçen asfalt yolun yarattığı sorunlar var. Bu yolu ne yazık ki kaldıramıyoruz. Belediye ile pek çok kez görüşüldü, koruma kuruluna da başvurduk ama bu konuda gerekli adımlar atılmıyor. Bunun herhangi bir mazereti olamaz, dünyada da başka bir örneği olduğunu düşünmüyorum. Bir arkeolojik alanın içerisinden asfalt yol geçmesi kabul edilebilir bir durum değil. Kaldı ki, şehir ve sarayı bağlayan tarihi köprülerin üzerinden de ağır tonajlı araçlar geçiyor, bunların da bir an önce engellenmesi gerek.

Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı 1980’lerde inşa edilen stat sarayın hasbahçesinin üzerinde bulunuyor. Bunun kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Güreşlerin yine bu alanda yapılmasını ancak portatif tribünler kurulup kaldırılarak yapılmasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. Kırkpınar güreşleri her ne kadar bölgeye değer katıyor olsa da, saray alanı güreşlerin yapıldığı dönemde otopark olarak kullanılıyor. Kontrolsüz bir biçimde insanlar buraya gelip çadırlar kuruyorlar. Bu ciddi bir zarar. Bu duruma dair de pek çok girişimimiz oldu, kamuoyuyla paylaştık, basın ile paylaştık ancak ne yazık ki engelleyemedik. Umut ediyoruz ki bu ören yeri çevre düzenleme projesi hayata geçtiğinde bahsettiğim sorunların en azından bir kısmı ortadan kalkmış olacak. Burada esas olan, sarayın bir bütün olarak korunması. Restorasyonlar için de her ne kadar yapı ölçeğinde uygulamalar olsa da sarayın bütününü kapsayan koruma projeleri geliştiriyoruz. Bir masterplan kapsamında sarayın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması sağlanmalı yoksa tek tek yapıların restore edilmesi bir anlam ifade etmiyor.


Doğan Haber Ajansı’nın 21.08.2014 18:10:00 tarihli haberine göre manevra yaparken tarihi Fatih Köprüsü’ne sıkışan 13 tonluk TIR.

Bu noktada yerel idarelerin desteği çok önemli. Pek çok yerde, yerel idareler kentteki kültür varlıklarını ciddi anlamda sahipleniyorlar ancak açıkça ifade etmek gerekiyor ne yazık ki Edirne’de biz böyle bir destek görmüyoruz. Aksine, içinde yıkıntı halinde birçok kasır bulunan hasbahçe alanı içinde bir rekreasyon projesi geliştirdi Edirne Belediyesi ve bu proje koruma kurulundan bile geçti. Pek çok müracaatlarımız oldu ancak herhangi bir sonuç alamadık.

Belediye projesinde derenin ıslahına dair de öneriler vardı sanırım?

Bana ulaşmış kesin bir proje yok ama belediyenin web sitesinden takip ettiğim kadarı ile derenin ıslahından çok adacıklar ve kanallar oluşturulmasından ibaret. Böylelikle saray alanının topoğrafyası değişiyor. Bu saray alanına çok ciddi bir müdahaledir, projenin önüne geçilmesi gerekiyor. Kaldı ki, koruma kuruluna saray alanının tamamının arkeolojik sit alanı olması yönünde başvurularımız oldu iki defa ancak bunlar da kabul görmedi. Saray parçalı bir korumaya sahip. Bir bölümü doğal sit, bir bölümü tarihi sit, bir diğer bölümü arkeolojik sit alanı. Öncelikle bunun çözülmesi gerekiyor.

İlk başvurumuzda, alanda yapılaşma ve müdahale olmasın diye koruma bandı da oluşturmuştuk saray için. Tüm bu adımlar uzun vadeli çalışmaların başlangıcı aslında. Bizden sonraki kuşakların, uzmanların, 50 yıl 100 sonra yapacağı çalışmalar için şimdiden koruma ilkelerinin belirlenmesi gerekiyor, yoksa çok ciddi zarar görecek saray. Onun için bu adımları attık ama hala tüm saray alanını arkeolojik sit olarak koruma altına alabilmiş değiliz.

“Çok geç kalındı, artık yok, tahrip edildi” diyebileceğiniz bölümleri var mı sarayın?

Sarayın içerisinde, DSİ’nin 1960’lı yıllarda taşkınları engellemek için yaptığı seddeler var. Edirne’yi güney ve batıdan çevreleyen, iş makinaları ile sıkıştırılan topraklardan oluşan setler bunlar. Bir bölümü Edirne Sarayı’na isabet ediyor ve sarayın bazı yapılarının iş makineleri ile yok edildiğini biliyoruz. O günkü şartlar için belki uygundu ancak artık bunların da ortadan kaldırılması gerekiyor. En kalıcı çözüm aslında Tunca ve Meriç nehir yataklarının ıslah edilmesi.


İHA’nın 04 Şubat 2015 10:55 tarihli “Edirne’de taşkının keyfini çıkardılar” haberinden

Osmanlı döneminde taşkın sorunu ile nasıl baş edildiğini biliyor muyuz?

Sarayda her zaman taşkın olmuş ancak günümüzdeki gibi taşkınlar değil. Osmanlı zamanında nehir yatakları bu kadar dolmamıştı. İkincisi nehir boyunca yükseltilmiş olan surlar da belli ölçüde sarayı taşkınlardan koruyordu. Son olarak da şu an Bulgaristan’da bulunan bir baraj var, günümüzde gördüğümüz taşkının nedenlerinden biri de bu baraj dolduktan sonra kapaklarının açılması ve kontrolsüz bir biçimde suyun Edirne’ye akması. Bunun önüne geçmek için ülkeler arasında görüşmeler yapıldığını duyuyoruz ancak 2009’dan beri atılmış ciddi bir adım da yok bu konuda.

Bundan sonra neler yapılabilir, hangi adımlar atılabilir?

Osmanlı arkeolojisi bilim dalının gelişmesi ile birlikte aslında kamuoyunun da bilinçlendirilmesi ihtiyacı ortaya çıkıyor. Yaklaşık 8 yıldır Edirne’de çalışıyoruz. Edirne’den yerel anlamda hiçbir destek ve ilgi görmedik.

Sizce neden sahiplenmiyorlar?

Bilmiyorum belki biz yeterince anlatamamış da olabiliriz. Basınla çalışmalarımızı paylaşıyoruz, sempozyumlar yapıyoruz, kitaplar yayınlıyoruz, web sitemiz var ama şimdiye kadar Edirne’de ne halk ne de yerel yönetimden, “burada ne yapıyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz?” diye soran olmadı. Böyle ilginç bir duyarsızlık var. 

Etiketler

Bir yanıt yazın