“EAA Olarak Bizi Ödül Endüstrisini Beslemek Adına Çağırarak Proje İsteyen Sergi ve Ödül Mekanizmalarıyla İlişkimizi Sınırlamaya Karar Verdik”

Ödül alan mimarlık ofisleri arasında ismini sıkça duyduğumuz Emre Arolat Architects'in kurucusu Emre Arolat ile ödül endüstrisi hakkında bir söyleşi yaptık.

Derya Yazman: Son zamanlarda aslında bir ödül endüstrisi oluştu. Emre Arolat Architects’in buna bakış açısı nedir? Sizce ödüller ofislerin ya da mimarların ön plana çıkabilmeleri açısından olmazsa olmaz bir şey mi?

Emre Arolat: Ödül meselesini iki yönlü olarak konuşabiliriz. İlkin ödüllerin mimarların ya da mimarlık ofislerinin işlerinin başkaları tarafından da fark edildiğinin, kabul gördüğünün, beğenildiğinin ya da önemsendiğinin bir tür göstergesi olduğu ve bunun ödül kazanan açısından yüreklendirici bir durum oluşturduğu söylenebilir. Sözgelimi 2000 yılında aldığım ilk kayda değer ödül olan Tepe Mimarlık Kültürü Merkezi’nin verdiği “Mimarlıkta Yeni Arayışlar” ödülü beni bugün alınan pek çok ödülden daha fazla sevindirmiş ve hatırı sayılır bir cesaret kaynağı olmuştu. Bunu önemli buluyorum. Zira o zaman kendi kendinize “galiba ben iyi bir şeyler yapmaya başladım” diyorsunuz.

Diğer yön ise daha genel bir platform üzerinden tartışılmalı. Sanırım az önce sözünü ettiğim ödülü aldığımdan beri dünyada verilen ödüllerin sayısı yüzlerce misline ulaşmıştır. Ödüllerin sermaye birikimine dayalı sistemin kendi kendisini beslemesine giderek daha da bariz bir şekilde yaradığı ve çoklukla bu sistemin kendi meşruiyetini oluşturmak üzere kullanıldığı malum. Bir tür röprodüksiyon unsuru yani. Son günlerde söz gelimi Ömer Yılmaz’ın “ödül endüstrisi” diyerek sıklıkla yazıp durduğu konu da bunun ta kendisi zaten. Ödüllere başvuran mimarlar tarafından bakıldığı zaman konu başka yönleriyle değerlendirilebilir. Farklı mimarlık ya da gayrimenkul dünyaları ile iletişim kurmak ya da başka coğrafyalarda görünür olmak gibi bir takım yönelimler ve motivasyonlar geçerli olabilir. Ama aslolan içinde bulunduğumuz sistemin, ödüllerin büyük bir çoğunluğunu kendisini beslemek için yaratıyor olduğu. Bu iyidir, kötüdür, doğrudur, yanlıştır diye söylemiyorum. Mimarlar bu sistemin neresinde duracağına kendi inisiyatifi ve iradesiyle karar verir. Duruma, bağlama ve değişen şartlara göre de durduğu yeri, aldığı pozisyonu değiştirebilir. Hatta değiştirmelidir. Söz gelimi biz de son zamanlarda yaptığımız değerlendirmeler neticesinde vermiş olduğumuz bir kararla, EAA’da birlikte çalıştığımız arkadaşlarımızın kazandıkları deneyimleri gözeterek seçtiğimiz birisi dışında, bizi bu sistemi beslemek adına çağırarak proje isteyen sergi ve ödül mekanizmalarıyla ilişkimizi sınırlamaya karar verdik. Bu bizim için yeni bir durum.

EAA’da birlikte çalıştığımız arkadaşlarımızın kazandıkları deneyimleri gözeterek seçtiğimiz birisi diye söz ettiğim oluşum ise World Architecture Festival (WAF) ve bunun da bizim için çok özel bir nedeni var. Ofisteki grup liderlerinin ve onlarla çalışan ekiplerdeki diğer arkadaşlarımızın önem verdikleri bir etkinlik WAF. Bu coğrafyada üretim yapan diğer ofislerin pek de sıklıkla benimsemedikleri bir yönelim olarak, festival kapsamında ödüllerle ilgili bir proje sunumu yapılıyorsa bu sunuşları o projenin tasarım sürecinde rol almış olan grup lideri arkadaşlarımızın yapmasını bekliyor ve destekliyoruz. Onlar da bir yandan büyük bir heyecan duyarak bu sunuşlara hazırlanıyorlar, diğer yandan festivalin düzenlendiği kenti deneyimliyorlar ve festival kapsamındaki ya da tamamen dışındaki pek çok konuda görgülerini arttırmış oluyorlar. Sunuşlar sonrasında jüri üyeleri ile birebir konuşuyor, tartışıyorlar. Söz gelimi geçen yıl Singapur’da Natali Tombak ile Peter Cook en az on dakika Abdullah Gül Üniversitesi Şehir Kampüsü bağlamında sıkı bir irdeleme diyalogu gerçekleştirdiler. İzlemesi bile zevkliydi. Peter Cook’un söylediklerine karşı Natali bazı cevaplar verdi. Peter Cook o cevaplardan bazısını benimsedi, bazısını benimsemedi. Arkasından birkaç soru daha sordu. Natali de bu kez bambaşka argümanlar öne sürdü. Bu tür temrinler arkadaşlarımız açısından önemli. Hiçbir üretim yapmadan sadece dangıl dungul konuşmaya, içi boş lafazanlığa benzemiyor bu süreçler. Bugün herhangi bir mimar için, içinde olduğu, birebir katkıda bulunduğu bir proje ile, hatta mimarlık mesleğinin kendisi ile bu denli doğrudan ilişki kurma fırsatını elde etmek kolay değil. Sanırım bizler için World Architecture Festival’i benzer etkinliklerden ayıran en önemli unsur bu katılım ve paylaşım odaklı süreçtir. Her ne kadar ben festivali farklı bağlamlarda eleştiriyor olsam da, ki gereken her durumda bunu yapmaya devam edeceğim, bu durum sözünü ettiğim gerçekliği değiştirmiyor.

Türkiye’de ilginç bir dönem yaşıyoruz. Bu coğrafyada aydın olmanın yolu, eleştirdiği durumdan uzak durmaktan geçiyor. Eleştirdiği durumla cepheden yüzleşmek, onu yakın mesafeden karşılamak ve eleştirmek, hatta gerektiğinde onunla bir tür iç savaşa girmek Türk mimarlık dünyasında bugünlerde pek revaçta değil. Sosyal medyanın kolaylıkla tek taraflı olabilen çerçevesiz ve hatta omurgasız etkinlik alanı da bu bağlamda bir tür toplaşma ve anlaşma alanı oluşturuyor. Örneğin birisi kalkıp kolaylıkla “Emre Arolat, İstanbul Tasarım Bienali çağrı metninde eleştirdiği Dünya Mimarlık Festivali’nde jürilik yapıyor” diye yazarak ortaya lafı bırakabiliyor. İşte tam da burası esas dertli olan yer. Esasen benim de sorunlaştırdığım durumun ta kendisi bu. Ben zaten WAF’ı, zaman zaman tam da onun göbeğinde durarak eleştiriyorum. O cümleyi yazan arkadaşımız benim o sözünü ettiği jüri çalışmalarının daha nitelikli olması yönünde ne kadar emek verdiğimi, kolaylıkla hafife alınabilecek bu sürecin inceltilmesi adına ne kadar çaba sarf ettiğimi biliyor mu acaba? Bir yanımda bütün yapılarını neredeyse ezbere bildiğim Brezilyalı bir mimar oturuyor. Onun yanında Bartlett Üniversitesi’nin bir yöneticisi ve daha önce adını bile duymadığım bir Avustralyalı. O jüri sırasında öğrenci projeleri üzerinden saatlerce tartışmalar yapıldı. Bunlar tam damardan, çok ciddi mimarlık konuşmalarıydı ve kendisinden sonraki deneyimlere bir tür çıta koyduğunu söyleyebiliriz kolaylıkla. Bir sonraki jüri süreci bundan çok daha hafif olmamalı mesela. Bu da önemli bir şey. Ben o sistemi zaman zaman kendi içine girerek de eleştirebilirim. Bazı şeyler ise daha ümitsiz görünebilir insanın gözüne. O zaman da hiç dokunmayabilirsiniz. Ayrıştırmak önemlidir yani. Ama biraz itina gerektirir. Düşünmekten ve anlamaktan imtina edip 140 karakterle mimarlık eleştirisi yapmaya kalkınca bu mecrayı oluşturan etkinliklerin hepsini aynı kefeye koyma saflığına da düşebilirsiniz.

Mesela European Property Awards adında bir ödül var. Doğrudan doğruya bir gayrimenkul ödülü. Projenizi yolluyorsunuz, bir de yüklüce para gönderiyorsunuz her bir proje için, neredeyse size direkt yolluyorlar şiltinizi. Bu ödül “artık” bizi ilgilendirmiyor. Neden “artık” diyorum, çünkü bu durumu en başında kavrayamamıştık. Bir Türkiye mimarlık bürosu için bir tür uluslararası görünürlük elde etmenin yollarından biri olarak bu mecrayı kullanmanın doğal olduğu aşikar. Bunun çok da başka yolları olduğu söylenemez. Eğer akademiyanın kendine has kanallarını kullanmaktan kaçınıyorsanız, oradaki köşeleri tutmak adına inanç ve ilkelerinizden taviz vermekten imtina ediyorsanız başka da şansınız kalmıyor pek. O zaman bol bol ödül alacaksınız. Bu arada deneyim kazanırken zaman zaman anlamsız bir iklimin içinde bulabiliyorsunuz kendinizi. Mesela biz iki sene evvel 20-25 tane uluslararası ödül aldık. Büyük bir kısmının adlarını bile bilmiyorum. Bunları alınca ne oluyor? Söz gelimi bazı uluslararası dergilerden projelerinizi yayınlamak isteyenler bulmaya başlıyor sizi. Mesela Kore’de yapılacak olan bir seminerde konuşmak üzere davet alıyorsunuz. Önemli midir? Çok tartışma götürür bu konu. Geçen yıl Gonca Paşolar Almanya’da bir dizi seminerde yer aldı. Bir yer gelebilir ve siz “tamam bu kadar yeter, artık sistemi besleyen parçalardan biri olmayabiliriz” diyebilirsiniz. Ama bu bizim durumumuzu tam olarak açıklamıyor. Benim kişisel okumam tam da bu değil. Biz bu mecrada biraz deneyim kazanınca yavaş yavaş sapla samanı birbirinden ayırabilmeye başladığımızı kavradık ve bu yıldan itibaren uygulanmak üzere yeni bir karar aldık. Bundan böyle ciddiye alınabilecek bir seçici kurul tarafından aday gösterildiğimiz ödüller ya da hakiki mesleki bir etkinlik olmaya nispeten daha yakın olan etkinlikler dışındakilere katılmak istemiyoruz. Ama World Architecture Festival’a katılmaya devam edebiliriz. O da az önce sözünü ettiğim gibi özellikle genç arkadaşlarımızın o ortamı deneyimlemelerini önemsediğimiz için. Orada ödül almak ya da almamak umurumda bile değil. Hatta ödül aldığımız bazı projelerin bir dijital perspektif harikası olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu yarışmalarda benim çok iyi bildiğim, kendisini yakından gördüğüm ve doğrusu berbat bir yapı olarak değerlendirdiğim kimi binaların kendisini yerinde hiçbir şekilde görmeden, sadece yakışıklı taraflarından çekilmiş afili fotoğraflarına bakılarak ödüllendirildiğini de görüyorum. Bu tür yarışmaların jürileri tembeldir. Seçim süreçleri genellikle niteliksizdir. Gerçi bu durumun son dönemde bu coğrafyada yapılan mimari proje yarışmalarında da çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Herhangi bir yarışmada, bir jüri üyesini alın, başka bir üye koyun, ödüller tamamen değişebilecektir. Bu nedenle ne çok ödül aldım diye çok sevinmek, ne de alamadım diye üzülmek anlamlı…

DY: Nomine edildiğiniz ödüller içerisinde de seçici davranacak mısınız?

EA: “12 Meşhur Mimardan 12 Ev” yarışmasına katılmayız mesela. Ama söz gelimi Mies van der Rohe Ödülleri’ne nomine edilirsek seve seve katılırız.

DY: Seminerleriniz, workshoplarınız arttı, öğrencilere burs veriyorsunuz. Ödüller için harcanan bütçeyi biraz da bu tür faaliyetlere mi kaydırmak istiyorsunuz?

EA: Evet. Böyle de söylenebilir. Aslında paradoksal bir durum olarak burs için ayırdığımız bütçenin kaynağının da bir mimarlık ödülü olduğunu söylemeliyim. EAAB Bursu’nun ilk ana kaynağı, 2010 yılında kazandığımız Ağa Han Ödülü oldu. Ödül’ün parasal bir bedelinin olduğunu daha önceden bilmiyordum. Yani böyle bir beklentim yoktu ve en faydalı biçimde nasıl ve nerede kullanabileceğini düşündüm. Böylece uzun zamandır gerekliliğine inandığım bir konu olarak, EAAB Bursu’nun temelleri atılmış oldu. Bunun bizimki gibi çalışan diğer mimarlık bürolarına da örnek olmasını, hatta bir tür tetikleyici unsura dönüşmesini istediğim için duyurulmasında bir sakınca görmüyorum. Yoksa benim kişisel olarak burs verdiğim başka insanlar da var ama onları hiç kimse, hatta benimle birlikte çalışan arkadaşlarım dahi bilmez. Kuşkusuz bunun için büyük bir bütçemiz yok. Keşke kaynaklarımız daha fazla olsa. O zaman kafamda bu anlamda oluşan eğitime yönelik projelerin bir bölümünü daha hayata geçirmek mümkün olacak. Burada benimle birlikte çalışan benim gibi bir sürü deli var. Onlarla birlikte gerçekleştirilebilecek bir sürü proje olabilir. Şu anda düzenlemekte olduğumuz seminerler henüz işin çok başı. Yeni bir döneme, yeni bir duruma başladığımızı söyleyebilirim. Biliyorsunuz Bilgi Üniversitesi’nde bir Yüksek Lisans Programı kurduk. Uzun süre üzerinde çalışılan, aslında çok daha parlak sonuçlar doğurabileceğini varsaydığım bir projeydi. Neticesi en azından benim için üzüntü verici oldu. Bu konuda ilişkiler bağlamında gerçek bir hayal kırıklığı yaşadım, yaşamaya da devam ediyorum. Daha iyi kurgulanmış, daha cesaretli ve daha bağımsız bir ekip gerekiyor. Bunu da yavaş yavaş yapacağız.

DY: Ama bir de şöyle bir durum var. Artık ödüllere de girmezseniz o bütçe nasıl olacak?

EA: Bu gayet anlamlı ve haklı bir soru. Ama ödüllerden zaten çok fazla para gelmez. Bu bütçeyi ödül dışında başka yerlerden yaratmak gerekiyor. Önemli olan gelirinizin önemli bir bölümünü buna vakfetmeyi önceden kabullenmeniz. Bugün Türkiye’de inşaat sektörünün ekonominin en önemli motoru olarak görüldüğünü ve desteklendiğini biliyoruz. Bu böyle olduğu sürece mimarlık büroları da iş yapacaklar. Bizimki gibi kazandığının önemli bir bölümünü yine ofise ya da bu tür mesleki eğitim etkinliklerine ayıran büroların sayısının artmasını bekliyorum ben. Onlar çoğaldıkça bu tür etkinliklerin yoğunluğu ve niteliği otomatik olarak artacaktır.

DY: EAA artık daha dışa dokunan bir duruş sergilemek istiyor. Bu duruşu sosyal sorumluluk projesi olarak adlandırabilir miyiz?

EA: İlle de bir dönüşümden söz edilecekse, belki de bir önceki döneme göre iletişime daha açık olduğumuz söylenebilir. Öte yandan bu girişimlerin bir sosyal sorumluluk projesi olarak adlandırılmaları bana pek de doğru görünmüyor. Diğer yandan kişisel olarak sosyal bir insan olmadığımı söyleyebilirim. Bununla övünmüyorum ama çok da şikayetçi olduğum söylenemez. Derinleşme şansı olmayan ilişkiler silsilesinden, havadan sudan yapılan sohbetlerden sıkıldığım için gün geçtikçe daha seçici davranıyorum bu anlamda. 30’lu yaşlarıma kadar arkadaşlarıyla ve çok farklı insanlarla birlikte olmayı seven sosyal birisiydim. İletişim kanallarında zorluk yaşadığımızı benden daha genç arkadaşlarım sıklıkla dile getirmeye başladı. “Sizi yanlış anlıyorlar. Tanımıyorlar, birçok şeye farklı yönden bakıyorlar. Biz niye kendimizi anlatamıyoruz” gibi bir takım sorgulamalar da oldu. Her ne kadar kişisel sıkıntılarımı EAA’nın kurum olarak ilişki kurma stratejilerinin tamamen dışına çıkarmam kolay olmasa da iletişim kanallarını biraz daha açık hale getirmek, düşünsel ve ilişkisel bağlamda ortamımızı bugünkünden daha zengin bir noktaya taşımak mümkün olabilir gibi görünüyor. Zira burada kişi ve kurum anlamında iki farklı olgudan bahsettiğimiz aşikar. Bir topluluk iletişim kanallarını açık tutmadığı sürece kendi içinde kavrulmaya adaydır. En iyisini, en doğrusunu biz yapıyoruz diye konuşulan bir kurumun sağlıklı bir gelişim göstermesi olanaksız. Biz burada hayli nitelikli bir kalabalığız ama bu bizim her süreci yeniden sorguluyor olma durumumuzu değiştirmiyor. Burada çok sesli bir dünya kurmak için uğraşıyoruz. Birlikte çalıştığımız arkadaşlarımızın fikirlerini özgürce beyan edebilecekleri ortamları destekliyoruz. Kuşkusuz bu yolda daha kat edilecek hatırı sayılır bir mesafe var. Ama kimi zaman bunu gerçekten becerebildiğimizi izliyorum. O zamanlarda büyük bir aileye dönüşüyor olduğumuz düşünülebilir. Bu aile içine kapanır ve kimseyle görüşmezse dejenere olma ihtimali artar. Seminerlerin, panellerin ve dışarıdan katılımlı atölyelerin böyle bir tarafı da var.

Nil Aynalı: Nomine edilmek bir tür turnusol kağıdı; ayrım sağlıyor dedik. Mimarı ya da mimarlık ofislerini nomine ederek ödül veren kurumlar, diğer kurumlardan genel yaklaşım olarak nasıl farklılaşıyor? Belki bunu açmak faydalı olabilir.

EA: Örnek üzerinden gidelim. Mesela bir tanesi Ağa Han, bir diğeri Mies van der Rohe Vakfı. Ödül verenler aslında genellikle bu tür kuruluşlar veya vakıflar. Kuşkusuz, bunların arka planlarını bilemeyebiliriz. Bu kuruluşların yıllardır neden böyle bir ödül veriyor olduğu hakkında pek çok şey söylenebilir ama konunun içine girdikçe, dibine indikçe, her hikayenin kendi iç sayfalarında ulaşamayacağınız, kolaylıkla kavrayamayacağınız nedenler, amaçlar veya hedefler olabilir. Ama en azından suyun üzerinde kalan ve netlikle görünen bölümünde söz gelimi Ağa Han’ın hayli okunaklı bir tüzüğü var. Ödül verilen projelerin seçim kriterlerine ilişkin çok açık bir biçimde tanımlanmış tarifler var. Müslüman topluluklarının yaşadığı coğrafyalarda yaşam kalitesinin mimarlık üzerinden arttırıldığı projelerin ödül yoluyla desteklenmesi gibi bir yönelimden söz etmek mümkün. Bu ödülün ne kadar ince eleyip sık dokunarak verildiğine 2010 yılında bizzat şahit oldum. Bir başka jürinin bir başka projeyi seçebileceği gerçeği her zaman ortada durmakla birlikte, İpekyol fabrikasının durup dururken o ödülü almadığını, tam tersine jürinin ödülü vermeden önce dikkate değer titizlikte bir çalışma yaptığını söyleyebilirim. Öte yandan Mies van der Rohe Vakfı gibi vakıflarda yine bir takım tüzükler, beyanlar, yönetmelikler var. Bu tür ödüllerin omurgasında toplum yararının gözetilmiş olması gibi bir genellemenin, biraz geniş ve gevşek bir anlamda da olsa yapılabileceğini düşünüyorum. Sistemi bu bağlamda hiçbir yönelimi olmadan körlemesine besleyen yapıların bu ödüllerdeki şansları doğal olarak daha düşüktür. Bu da bu tür ödülleri çılgın kalabalıktan ayrıştıran önemli bir unsur.

NA: Ağa Han gibi ödüllerin mimarlık üretimine yön verebildiğini az da olsa söyleyebilir miyiz?

EA: Kısmen de olsa evet. Şunu söylemek istiyorum. İnsan, kendisi ve yaptıklarıyla yüzleşebildiği ve onlardan ders çıkarabildiği ölçüde erdemli olmaya yaklaşır. Bu tür ödüller insanın yapıyor olduğu şeyleri gözden geçirmesi için faydalı olabilir. Bu pencereden bakarak, bir mimar için Ağa Han Ödülü’nü kazanmanın çok önemli olduğunu, bir diğeri içinse zaten hiçbir şekilde yanından bile geçilmeyecek kadar anlamsız ve uzak olduğunu kolaylıkla iddia edebiliriz.

Etiketler

Bir yanıt yazın