“Camiler, Tekil Bir Fikrin Ürünü Değil, Yaşayan Tarihin Parçası”

17 Mart - 21 Nisan tarihleri arasında Studio-X Istanbul'da yapılan Praygrounds sergisi, L.E.FT'in tasarladığı Amir Shakib Arslan Camii'nin hikayesi ve cami tasarımının medeniyetler ve coğrafyalar boyunca geçirdiği evrimi konu ediniyordu.

Studio-X Istanbul’dan Selva Gürdoğan ile birlikte gerçekleştirdiğimiz söyleşide, L.E.FT Architects ortaklarından Ziad Jamaleddine ile serginin değindiği kritik alanları, “İslam mimarisi” sorunsalını ve kendi hikayelerini konuştuk. 

Selva Gürdoğan: Biraz kendinden ve ofisinden bahsedebilir misin?

Ziad Jamaleddine: Ortağım Makram El Kadi ile birlikte, birini New York’ta ötekini Beyrut’ta kurduğumuz L.E.FT Architects isimli iki şubeli bir mimarlık ofisimiz var.

2000’den 2005 yılına kadar ikimiz de Steven Holl Architects’te çalıştık ve akabinde kendi ofisimizi açtık. En başından beri, yapılı çevreyi şekillendiren somut yapılar üretme fikrinin yanı sıra akademik çerçevede üretilen araştırmalar, sergiler yapmakla da ilgiliyiz. Yapılı çevre ve mimarinin politik ve kültürel bağlamın nasıl bir parçası olduğu ve bu ikisinin kesişimine nasıl oturduğu ile ilgileniyoruz. Çalışmalarımızda da profesyonel mimarlık dünyası ve araştırma projeleri arasında zaman/enerji açısından bir denge kurmaya çalışıyoruz.

Selva: L.E.FT ismi nereden geliyor?

Şakayla karışık aslında kendimize L.E.FT değil Leftish diyoruz, hatta websitemizin adı bile www.leftish.net. Hem politik olarak solda olmak hem de ana akım solu eleştirmek üzerine bir laf oyunu bu*. Beyrut’ta hala süregiden, ciddi politik çalkantı ve çatışmalar içinde büyümüş kişiler olarak mimari çevreyi bu politik mercek içinden okumaya çalışıyoruz. Ancak “L.E.FT” kelimesi aslen Manhattan’daki ilk ofisimizin konumundan geliyor (Lower East [Side] Front).


Moschea del Mondo, L.E.FT Architects (Prag, 2011)

Özüm İtez: Akademideki çalışmalarınız mimarlık ediminizi nasıl etkiliyor?

Genelde birbirlerini besliyorlar ancak arada büyük boşluklar da yok değil. Aralarında direkt bir ilişki olmasa da bu iki alan arasında örüntüler oluşturmaya veya diyalog geliştirmeye çalışıyoruz. Özellikle bu sergiye konu olan proje ve araştırmayı soruyorsan, camileri neredeyse tesadüfen çalışmaya başladığımızı söyleyebilirim. 2011 yılında, İsviçre’de çıkan minare yasağı uygulaması bizi şoke etmişti. Böylesine liberal bir Avrupa ülkesinin bütün bir dini gruba karşı ayrımcı konum alması ve günümüzde yükselmekte olan İslamofobi’den yıllar önce, mimarinin bir tehdit olarak algınmış olması oldukça şaşırtıcıydı. Yine tam o dönemlerde Prag Quadrennial’inde küçük bir yerleştirme yapmak üzere seçilmiştik. Bu durumu araştırma konusu ve camiyi de araştırma alanı olarak belirledik. Böylelikle bu yerleştirmeye, Aldo Rossi’nin Theatro del Mondo’sundan esinlenerek, Akdeniz’de seyahat eden, doğu ile batı arasında bir müzakere sahnesi olan bir yapı/cami önermesi olarak ‘Moschea del Mondo’ ismini verdik.


Sheikh Amir Shakib Arslan Camisi (2016), L.E.FT Architects (fotoğraf: Iwan Baan, 2016)

Bu araştırmayı, önce Yale ve sonrasında Columbia üniversitelerindeki stüdyo ve atölye çalışmalarımızda da sürdürdük; öğrenciler cami yapısının ne olduğu ve modern toplumdaki İslam anlayışı adına neler söylediğini anlamaya çalıştı. Tüm bunlar Lübnan’daki Shouf Dağları kırsalındaki bulunan olan Sheikh Amir Shakib Arslan Camisi‘nin tasarımı işini almamız ile sonuçlandı. Bu projede 2011’den bu yana yaptığımız akademik çalışmaları açımlama ve teste tabi tutma fırsatı bulduk. Ancak, yıllar yılı cami tipolojisinin evrimi ve tarihini anlamaya çalışırken “İslam mimarisi nedir?” sorusu bizim için daha çok önem kazandı.

Elbette, günümüzde “İslam mimarisi” olarak adlandırılan sorunlu alanın, önce 19’uncu yüzyılda Arap coğrafyasına giden oryantalist seyyahlar, daha sonra sömürgeci güçler tarafından oluşturulduğunu biliyoruz. İslam mimarisi fikri, büyük ölçüde batılı bir bakış açısı ile oluşturulmuş ve yaratılmış durumda.  Bölgenin ve insanının, taraflı, yanıltıcı, bazen naif ancak hiçbir zaman masum olmayan bir çerçevesini sunuyor. 19’uncu yüzyıldan bize, 1.400 yılı ve çok geniş bir coğrafi alanı kapsayan İslam mimarisinin ne olduğunu -olması gerektiğini- anlatan, devasa bir bilgi birikimi miras kalmış oldu. Tüm bu bilgi, “İslam mimarisi ve sanatı”nı tanımlayabilmek üzere sonu gelmeyen bir türdeşlik ve bütünlük arayışı içinde bir yığın olarak var oluyor.

“Günümüzde camiler hamisinin veya devletin güç sembolüne dönüşmüş durumda.”

Bir yıl önce, camimiz henüz yapım aşamasındayken, ofiste ‘The Islamic City’ isimli bir harita oluşturarak araştırma projemizi genişletmeye başladık. Farklı zaman ve mekanlardan çok miktarda cami planı topladık, yeniden çizdik ve tüm bunları Nolli haritası benzeri bir çizimin içinde bir araya getirdik. Amacımız cephelerdeki estetik oyunları değil, plan tipolojisindeki değişimin kentsel bağlam ile olan ilişkisini anlamaktı. Bu haritanın ardındaki temel fikir, tüm çizimleri tek bir haritada göstermeye zorlayarak ve başarısız olarak, cami mimarisinde o sözde türdeşliğin var olmadığını kanıtlamaktı.


‘The Islamic City’ yerleştirmesi (Studio-X Istanbul’daki Praygrounds [2017] sergisinden. Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, 2017)

Nitekim, The City of Islams haritasına baktığınızda tekil bir cami tipolojisi olmadığını fark ediyorsunuz. Cami Hindistan’da ise hem yerel mimariden etkileniyor hem de onu dönüştürüyor. Anadolu’da ise mesela Osmanlı camilerinin kubbe örneğinde olduğu gibi, Bizans mimarisinden etkileniyor ve onu dönüştürüyor. Nereden ve zamandan baktığınıza bağlı olarak tipoloji sürekli farklılaşıyor. “İşte İslam mimarisi budur” diyebileceğiniz tekil bir cami yok yani. Yine bu süreçte caminin safi dini bir mekân olmadığını da öğrendik. Tarihsel olarak, çoğu dini mekânın, Orta Çağ kentlerinin ve/ya mahallelerinin merkezlerinde konumlanmalarından doğan çoklu kullanımları ve işlevleri vardı. Haritada kronolojik olarak bugüne doğru ilerlediğimizde caminin giderek izole olduğu, modern imar faaliyetlerindeki “zoning” politikalarının yarattığı ayrışmanın bir ürünü haline gelerek, hizmet ettiği toplum kitlesinden kopartıldığını okuyabiliyoruz. Günümüzde camiler, yalnızca dini işleve sahip ve genelde onu yaptıran haminin veya devletin güç sembolüne dönüşmüş durumda.  

Özüm: Kilise mekânının dönüşümünde de benzer bir süreç var mı?

Birçok cami, kilise veya tapınak yapılarının üzerine inşa edilmiş olmasına rağmen, kilisenin tarihi ve evrimi camiden farklı. Örneğin Avrupa kiliseleri, önce 17’inci yüzyılda başlayan Aydınlanma Çağı ve daha sonra 19’uncu yüzyıldaki Endüstri Devrimi ile yavaş ve istikrarlı bir de-sekülerizasyon süreci geçirdi. Bu güçler Batı’da çok daha aşamalı bir dönüşüm ile kiliseyi önce dini olmayan işlev ve sorumluluklarından arındırdı; zamanla onun toplum ile olan bağını zayıflattı. Oysaki, 20’inci yüzyılın başına kadar Osmanlı yönetiminde kalmış olan Arapların laikleşme deneyimleri daha çok istila, manda ve en nihayetinde reform ile yukarıdan aşağı gerçekleşti. Böylelikle, devlet seviyesinde laikleşme gerçekleşmiş olmasına rağmen, toplumsal çevreler dini ve laik arasında daha melez bir ilişki kurdu. Bu nedenle, modern dönemde caminin ani ve şiddetli bir biçimde toplumsal işlevlerinden koparılma girişimleri toplum ile cami arasındaki yakın ilişkiyi eritemedi. Bu arada dünyayı laik ve laik-olmayan şeklinde algılama usulünün de tamamen Batılı bir anlayış olduğunu belirtmek gerekir.

Özüm: 20’inci yüzyıl camisi ve onun modern mimari ile ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cami mimarisi günümüzde kesinlikle bir buhran içinde ancak 1960’lar, 70’ler ve 80’lerin başına kadar Arap dünyası çok daha aydın bir konumdaydı. Günümüzün aksine, o zamanlar cami de aydın bir rol oynuyordu. Bu rolü, dönem camilerinin estetiğinde, deneyselliğinde, mimari dilini yeniden üretme çabasında, ışık ile ilişkisinde ve yapı elemanlarını soyutlama biçimlerinde görebildiğimiz gibi ölçeği, bağlam ile itinalı ilişkisi, kullanıcılarına sunduğu mekanların ruhani meşruiyetinde de okuyabiliyoruz.


Sherefudin Beyaz Camii (1981, fotoğraf: www.akdn.org)

Selva: Örnek vermek gerekirse, hangi camilerden bahsetmek gerekir?

1981’de [o zamanlar Yugoslavya’ya bağlı] Bosna’nın Visoko kentinde inşa edilen Sherefudin Beyaz Camii iyi bir örnek. Beyaz badana duvarları ile Ronchamp Kilisesi‘ni andıran soyut bir dışavuruma sahip ama küçük ölçeği ile içinde olduğu ve hizmet ettiği mahallenin arka bahçesine tertemiz oturan bir cami…

Dini kimliğe sahip laik bir devletin akılda uyandırdığı soruları yatıştırırcasına karşısında duran meclis yapısından uzaklaşıp kendini kelimenin tam anlamıyla toprağa gömen, peyzajla güçlü bir ilişki kuran Ankara’daki TBMM Camii Kompleksi de son derece ilginç bir örnek. Ayrıca bu özel sosyo-kültürel bağlamda mimarın, cami mekanında -neredeyse tamamen tasfiye ederek- cinsiyet ayrımını da sorguladığını görüyoruz.


TBMM Camii Kompleksi (1989), Çinici Mimarlık

Aynı dönemde, Beyrut ve Bağdat gibi kent merkezlerinde küçük ölçekli, içinde bulunduğu çevreye duyarlı olduğu kadar eleştirel, değişimi tetikleyen daha birçok deneysel cami inşa edildi. Belki de sorun ölçektedir… Ölçek ne kadar büyürse cami de o kadar içine kapalı ve başarısızlığa açık oluyor.


King Khaled Uluslararsı Havaalanı Camisi (kaynak: www.kkia.gov.sa)

Öte yandan, 1980’lerin ortasında Riyad’da inşa edilen King Khaled Uluslararası Havaalanı Camisi kentin üst ölçek altyapısının, hem de bir havaalanının parçası olmayı başarmış bir örnek. Estetik açıdan büyük ölçüde geleneksel olsa da küresel seyahat ağlarının içine kendini konumlandırabilmiş bir yapı.

Günümüzdeki camiler gerçekten çok sorunlu. Birçoğu ölçek dışı boyutlarda, idealize edilmiş mimari bir geçmişi taklit ediyor ve her zaman ‘otantik’ olanın peşinde. Örneğin İran’da devlet eliyle yapılmış camiler Safevi mimarisini, Türkiye ise Osmanlı camilerini referans alıyor. Her biri kendi referansının İslam’ın en otantik temsili olduğunu iddia ederek dünyadaki etki alanlarına bu modeli yayamaya çalışıyor. Yale Üniversitesi’nden Kishwar Rizvi The Transnational Mosque isimli kitabında bu konudan bahsediyor.  

Oysaki cami tipolojisinin en katışık ve melez tipolojilerden biri olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla günümüzde, aşırı dinciliğin alameti farikası olan “otantik cami” fikrinin peşinden koşmak beyhude bir çaba. Bu nedenle MIT’den Nasser Rabat veya Harvard’dan Gülru Necipoğlu gibi akademisyenler 19’uncu yüzyıldan bu yana miras edindiğimiz bilgi birikimini bir yandan sorgularken bir yandan yenisini üretmeye çabalıyorlar; otantiklik atfedilmiş kanonik yapıları, tarihi ve coğrafi açıdan yeniden değerlendiriyor, dönemlerinin toplumsal, politik ve iktisadi ürünleri olarak yeniden anlamaya çalışıyorlar. Camiler tekil bir ilahi ve ezeli fikrin ürünü değil; diğer tüm yapılar gibi onlar da yaşayan bir tarihin parçası.

Özüm: İslam Mimarisi’nin yeniden tanımlanması, bu tanımların arttırılmasının ve bununla birlikte bu sorunlu alanı tartışabilmek için yeni bir dil üretilmesinin, gerekliliğinden bahsediyorsunuz. Önemli olarak tanımladığınız tüm cami örneklerinin Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülmüş olmalarına istinaden, Ağa Han kurumunun bu bahsettiğiniz konudaki rölü ve pozisyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ağa Han Mimarlık Ödülü güncel prefesyonel üretime odaklanıyor. Öte yandan AKPIA (Ağa Han İslam Mimarisi Programı), MIT ve Harvard Üniversiteleri, İslam mimarisi ve tarihinin kuramsal analizine odaklanıyor. Otuz yıl önce kurulmalarından bu yana her iki program da büyük bir değişim geçirdi. Salt, sözde İslam Mimarisi’nin, önceden kabul gören sınır ve tanımlarını pekiştirmekten kurtulup, bu disiplinin dönüşümünde öncül ve sorgulayıcı bir rol oynamaya başladılar. Ancak aynı zamanda bu programların ortaya çıkışındaki koşulların da farkında olmak gerekir. Bir diğer deyişle, her ikisinin de Ortadoğu ve diğer yerlerdeki laik düşüncenin gerilemesi ile oluşan boşluğa yerleşme çabası içindeki yeni İslamcılık’ın ve onun yarattığı kültürel çevrenin parçası olduğunun ayırdında olmalıyız.

Bununla birlikte, Ağa Han programları günümüzde, mimarlık tarihi disiplininin çoktandır bu coğrafyalarda yok saydığı, modern ve geleneksel trendler arasındaki ayrımı ortaya koymak açısından oldukça önemli bir konumdalar. Örneğin Ağa Han Mimarlık Ödülü, her ne kadar üç yılda bir verilse ve birkaç yapı ile sınırlı da olsa, İslam dünyasında üretilen mimarlık ve buna dair bilgi dağarcığına adım adım katkı sağlıyor. Bugün, program coğrafi veya kültürel sınırlarını da kaldırarak erimini Müslüman ve gayrimüslim kullanıcıları da içine alacak şekilde genişletti. Artık gayrimüslimlerin dünyadaki Müslüman toplumları ve yapılı çevreyi etkileyen projelerine de yer veriliyor. Bugün çok ihtiyacımız olan, İslam Mimarisi disiplinin yeniden üretimine dair sağladığı büyük fayda bir yana, insan ümit ediyor ki, Ağa Han Mimarlık programları bir gün, dur durak bilmeden “İslami” parametresini yeniden tanımlamayı bir kenara bıraksın ve günümüz Müslüman toplumlarının mimari üretimlerinin artındaki niyet ve isteklerin herhangi bir toplumunkinden farklı olmadığını idrak etsin.


İnşaatı devam eden Beyrut Marina projesi, Steven Holl Architects (kaynak: www.stevenholl.com)

Selva: Steven Holl ile birlikte yaptığınız Beyrut Marinası projesini nasıl değerlendiriyorsun, sence bağlamını romantize ediyor mu?

Hayır, mimari açıdan böyle bir yaklaşımı olduğunu düşünmüyorum. O proje ile ilgili -Beyrut’un merkezindeki diğer tüm projelerde de olduğu gibi- asıl sorun konut arzının yalnızca lüks kullanıcıya yönelik olması. Ancak mimari ve kentsel olarak, kaldırıma uzanan geniş açık platformları, çatısının yeşil doku ve havuz ile donatışmış olması gibi özellikleri tamamen o yere ait meselelere cevap vermeye çalışıyor. Programda hiç talep edilmemiş olsa da kıyıya kadar erişen, geçirgen (ve hatta kontrolü güç) bir kamusal alan oluşturmaya çalışıyor. Yapı ve çevresi, Beyrut kent merkezinin ehemmiyetli sorunlarına, özellikle kamusal alan ve hizmet yoksunluğuna, bir cevap olmaya da çalışıyor.


Sheikh Amir Shakib Arslan Camisi (2016), L.E.FT Architects (fotoğraf: Iwan Baan, 2016)

Selva: Sheikh Amir Shakib Arslan Camisi’nin de benzer bir yaklaşımı var, öyle değil mi?

Evet, bu camiyi tasarlarken hızlıca, caminin içinde ve etrafında bir kamusal alan oluşturma fırsatının peşine düştük. Mevcuttaki eski taş yapının etrafını geçirgen çelik bir strüktür ile sarmaladık. Eskiden otopark olan çevresini de kamusal plaza olarak yeniden düzenledik. Böylesine küçük ölçekli bir caminin ayinsel ihtiyaçlarını karşılamak zaten göreli olarak kolay; halihazırdaki yapının planına dokunmadan, tasarladığımız halı ve mihrabı kullanarak basitçe kıbleye çevirdik. 


Namaz ve abdest esnasındaki vücut duruş/oranlarını kadın ve erkek için Modulor biçiminde betimleyen yerleştirme. (Studio-X Istanbul’daki Praygrounds [2017] sergisinden. Fotoğraflar: Sahir Uğur Eren, 2017)

Öncelikle, bu yapının kırsal bir cami olacağı fikriyle tasarıma başladık. Shouf Dağı etrafındaki tarihi kasaba merkezlerini inceledik; bu camiyi gölge, istirahat ve yakınındaki kaynaktan gelen taze içme suyu sunan bir durak olarak düşündük. Hem seyahat edenlerin duraklayıp, dinlenebildiği hem de yerlilerin bir araya geldiği bir mekana dönüştü. Bu kamusal bölüm aynı zamanda çatı bahçesine de çıkarak aşağıdaki vadiye panoramik bir bakış da sunuyor. Caminin iç mekanı kamuya her zaman açık ve kadın erkek bölümü ayrımı yok.


1888-1910 yılları arasında Sébah & Joaillier tarafından basılan Rüstem Paşa Camii fotoğrafı (kaynak: Library of Congress)

En nihayetinde yapı, arada sırada ziyaret edilen bir anıt değil, gündelik yaşamın bir parçası olabilmeli. Örneğin İstanbul’dak Rüstem Paşa camisinin dehası zarif İznik çinileri ile donatılmış yüzeylerinde değil; dikkatlice ve hassas bir biçimde kendini çarşının üstüne konuşlandırmasında yatıyor. Neredeyse kentle birlikte yoğurulmuş olan bu cami gündelik hayatın içinde ve kesişim noktasında.  

Selva: ABD’de ‘Müslüman Yasağı’ olarak anılmaya başlanan olay hakkında ne düşünüyorsun?

İnsanlar ilk duyduğunda şoke olmuşlardı ancak pek ilginç bir olay değil. Ne kazara gelişen bir olay ne de halkın algısında ani kırılma yaratan sosyo-kültürel bir olay. Aslına bakarsanız, bu nesiller boyu süregiden dezenformasyon ve bilgi eksikliğinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Tüm bunları, daha önce konuştuğumuz, akademik alanda oluşturulan oryantalist birikimin kamusal alana sızması olarak da okuyabiliriz. “İslam, geleneği, gericiliği ve uygarlaşmamış bir medeniyeti, öte yandan Batı medeniyeti, moderniteyi temsil eder” diyerek oluşturduğunuz medeniyetler çatışması eninde sonunda böyle sonuçlar doğuracaktır. Bu düşünceye göre bir Müslüman otomatik olarak bahsettiğim sınıfta konumlandırılıyor. Arada kalan, müzakere edilmiş hiçbir konum mevcut değil ve insanlar sizi her zaman “diğer”i temsil eden uygarlaşamamış bir tehdit olarak algılıyor.

Studio-X Istanbul’daki sergi, İslami mimari ve sanatın ne olduğunu değil neler olabileceğini anlamaya çalışırken bu yanlış algılara meydan okuyarak yukarıda bahsi geçen anlatıyı dönüştürmeyi amaçlıyor.

* İngilizce left: sol, left-ish: solumsu anlamına geliyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın