Kent ve Doğaya Bakış Biçimleri Arasında Sıkışmış Bir Binanın Hikayesi

8Artı Mimarlık ve Kentsel Tasarım'dan Devrim Çimen ile yarışmayla yapılan Dicle Vadisi Kültürpark Fiskaya Kafe Binası projesini ve Türkiye'de kentsel tasarım kavramının günümüzde ne durumda olduğunu konuştuk.

Ekin Bozkurt: Mimarlık ve Yarışmalar Sempozyumu 2016’da “Türkiye’de Kentsel Tasarım Yarışmaları” sunumu yaptınız. Orada Türkiye’de kentsel tasarım kavramının batıya nazaran 20-25 yıl sonra kullanılmaya başlandığından bahsediyorsunuz. Yasal mevzuat tarafı bir yana, Türkiye kentsel tasarımı anlama ve uygulama sürecinde bugün nerede duruyor?

Devrim Çimen: Pratikte “kentsel tasarım”a tekabül eden uygulamalar var ama kavramın Türkiye’ye gelişi batıda eğitim görmüş akademisyenler tarafından, yarışmalar yoluyla bu alana enjekte ediliyor, kavramın yerleşmesi için uğraşılıyor. Batıda 1950’lerde başlayan süreç Türkiye’de 1970’ler 80’lerde karşılığını bulabiliyor. Bu tabii, tasarım ve uygulama alanının kentle kurduğu ilişki ile de ilintili. 1900’lerin başında kapsamlı planlama anlayışının oluşması ancak daha sonra bu müdahalelerin ölçeğinin küçülmesi ihtiyacı mimarlık ve planlama arasında ara uygulama alanları ortaya çıkarıyor. Kentsel tasarıma o anlamda, uygulamada var olanın kavramsal olarak temsiliyetinin ortaya çıkması olarak da bakılabilir.

Kent artık başka türden dinamiklerle şekillendiği için plan yapamayacak hale geldi. İstanbul Çevre Düzeni Planı yapılıyor, yapılamıyor, bozuluyor, tekrar yapılıyor… Özellikle Türkiye gibi öngörülemez, belirlenemez karmaşık süreçlerle kentlerin şekillendiği ülkelerde düzenlemede çok etkin olunamıyor ve böylelikle kentsel tasarım biraz daha önem kazanıyor. Planlamanın zayıfladığı noktalarda kentsel tasarımın içindeki planlama perspektifi kullanılabiliyor.

Kentsel tasarım, kendinin üstünde altında, sağında solunda bulunan disiplinler ile bir arada duruyor. “Türkiye nerede duruyor?” sorusuna dönersek, Türkiye’de kentsel tasarımın bu diğer disiplinler ile kurduğu ilişki iyi bir durumda değil. Çünkü kentsel tasarımın iyiliğinden ziyade içinde bulunduğu bağlamın iyiliğini konuşmak gerekli. Parsel değil ama bir veya birkaç ada bazlı dönüşümlere baktığımızda niteliksiz uygulamalar sürdüğünü görüyoruz. Çok az iyi kentsel tasarım örneği var Türkiye’de. O açıdan baktığımızda aslında mimarlığın ülkedeki durumundan çok da farklı değil, ne çok iyi ne çok kötü…

Türkiye’de iyi örnek saymanız gerekse hangi uygulamaları sayarsınız? İzmir’de Studio Evren Başbuğ’un tasarladığı Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü projelerini nasıl buldunuz?

Bunları kentsel tasarım olarak adlandırmak çok doğru değil. Bunlar aslında ağırlıklı olarak, kamusal açık alan tasarımı ve peyzaj mimarlığının alanına giriyor. Çünkü içerisinde herhangi bir mülkiyet ilişkisi yok, herhangi bir kentsel bağlama doğrudan etki edecek bir özelliği yok. Bir anlamda kentsel ölçekli bir proje ama buna “kentsel tasarım projesi” dememizi sağlayacak kadar farklı türde bileşenleri yok. Tasarım yaklaşımı olarak belediyelerin alışılageldik tasarımlarının dışında duran kıymetli bir proje. Ancak kullanıldıkça biraz göreceğiz, “amacına uygun kullanılacak mı?”, “aktif olarak kullanılacak mı?”, “insanların farklı kullanma pratikleri ile nereye evirilecek?”, “bu gibi farklılaşmalar için yeterince esnek bir tasarım mı?”

“İlk birincilik ödülümüz bu değil ama uygulamaya geçen ilk proje Fiskaya”


Uzun yıllardır yarışmalara katılıyorsunuz. Dicle Vadisi Peyzaj Planlama Kentsel Tasarım ve Mimari Proje Yarışması bağlamında gerçekleştirdiğiniz Dicle Vadisi Kültürpark Fiskaya Kafe Binası yarışma ile kazanılan ilk uygulamanız mı?

İlk birincilik ödülümüz bu değil ama evet uygulamaya geçen ilk proje Fiskaya. İlk birinciliğimizi 2004’te Pananos Plajı Kentsel Tasarım ve Peyzaj Proje Yarışması’nda aldık. Belediyeyle görüşmeye gittik yarışma sonrasında. Tam anlaşma yolunda adımlar atmaya başlamıştık ki, belirli uzaklıktaki ilçelerin tümünü büyükşehire bağlayan, büyükşehir yasası çıktı. Haber tam toplantının ortasında geldi ve toplantı orada bitti. Çünkü bu yasayla birlikte tüm plan/proje yapma yetkisi büyükşehir belediyesine devredildi. Akşam başkanla rakı içtik ve böylelikle bitti bu hikaye.


Dicle Vadisi Kültürpark Fiskaya Kafe Binası

“Farklı türden sosyal grupları bir arada tutabilecek ana temanın spor olabileceğini düşündük”


Dicle Vadisi için ürettiğiniz projenin bütününün tasarım sürecinden bahseder misiniz?

2006’da karlı bir günde ilk defa araziyi gezdik. Karlı olduğu için bembeyazdı ortalık ancak topografyayı ve ağaç dokusunu algılayabiliyordunuz. Yarışma raportörlerinden, belediyeden mimar bir arkadaş gezdirdi bizi.

Mevsim açısından yanlış bir zaman mı seçildi sizce yarışmayı açarken?

Kışın açıldı yarışma ve teslimi Mart ayındaydı, evet yer görme için zor bir zamandı ama aynı zamanda o yıl Diyarbakır’ın en sert kışlarından da biriymiş, öyle bir şanssızlık da oldu.
Şartnameyi çok iyi okuduk, beklentileri çok iyi anlamaya çalıştık. Zor koşullara rağmen yeri de iyi gezdik ve algıladık diye düşünüyorum. Bağlamı da güçlü bir yer. Gerek topografyası, gerek florası, gerek faunası ile kendinden menkul kıymetleri fazla bir alan; Fırat Kaplumbağası mesela burada yaşıyor. Farklı türden kuşların göç yolunda aynı zamanda. Kavak ağırlıklı enteresan bir ağaç dokusu var. Dünyanın en eski kentsel tarım alanlarından Hevsel Bahçeleri hemen komşusu. Bunların tümü alana ait veriler. Bunun dışına çıkıp Diyarbakır’a baktığımızda ise çok genç bir nüfus görüyoruz. Türkiye’deki eğitim koşulları çok iyi değil. Tüm bunları düşününce “farklı türden sosyal grupları bir arada tutabilecek ana tema olarak sporu kullanabilir miyiz, triatlon fikri ile toparlayabilir miyiz?” diye düşündük. Ama temel yaklaşımımız koruma/kullanma dengesini gözetmek oldu. Kent ve üniversite ile ilişkili noktalarda yoğunlaşmak ve onun dışındaki alanlarda daha korumacı bir yaklaşım sergilemekti amacımız.

Yarışmadaki en tartışmalı konulardan birisi aslında regülatörler meselesiydi. Şartnamede Dicle Nehri üstünde iki adet su tutucu yapı isteniyordu. Biz de bunu bir ön kabul olarak aldık. Şu an tabii ki gündemden kalkmış durumda bu yapılar ancak şartnamede bunların yapılacağı ve nereye yapılacağı tespit edilmişti. Yanlış hatırlamıyorsam oy birliği ile birinci olduk.

Fiskaya Kafe Binası projenin rekreasyon alanlarından biri. Binanın işlevini biraz açar mısınız?

Sur içinde kalan, bizim kent terası olarak adlandırdığımız alanda toplanan su eskiden şelale gibi buradan aşağıya akıyormuş; adı Fiskaya Şelalesi. Belediye o suyu başka bir yere yönlendirmiş ve şelale yok olmuş. İdare tarafından bunun tekrar canlandırılması talep edilmişti. O dönem bir yerden tekrar doğal su getirilmesi görüşüldü. Önce yapabilecek gibiydiler ama yapamadılar. Olamayınca suyu aşağıdan pompalar ile yukarı gönderip tekrar aşağı akıtan mekanik bir sistem kurmaya karar verdiler. O sistem görünmez zaten, Fiskaya’nın yanında yerin altında, üstü yeşil çatılı bir yapı var. Bunun içinde suyu yukarı basan dört tane büyük su pompası var. Çok pahalı bir yöntem. Anladığım kadarıyla bir süre çalıştırdılar ama şu an maliyetinden dolayı çalıştıramıyorlar. Doğrusu tabii doğal bir suyun akıyor olmasıydı ve şimdi tekrar gündemde sanırım doğal bir suyu kanallar ile getirtmek.


Dicle Vadisi Kültürpark Fiskaya Kafe Binası

“Projemizde alanın büyük bir kısmını korumaya ve küçük bir kısmını rekreasyona ayırmıştık”


Fiskaya yapısı uygulandı ancak bu projenin aslında çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Tamamı uygulanacak mı?

Bu çok karışık bir süreç, bununla ilgili uzun bir makale yazmayı da düşünüyoruz ama kısaca söz etmek gerekirse şöyle oldu: 2007’de yarışmayı kazandığımızda belediyenin projeyi hayata geçirmeye dair ciddi bir motivasyonu vardı. Diyarbakırlıların da beklentisi yüksekti bu konuda. “Dicle Nehri’ni Diyarbakır’la buluşturmak” gibi bir söylemleri vardı çünkü kale ve hemen arkasındaki kent topografik olarak volkanik bir platonun üstüne kurulu ve Dicle Nehri 1-1,5 kilometre ötesinde ve 50 metre kadar kent kotunun altında kalıyor. Dolayısıyla kent ve nehir fiziksel olarak kopuk ve rekreasyon anlamında çok fazla bir ilişkisi yok.

Yarışmada koruma/kullanma dengesine ağırlık verilmişti ve projemizde alanın büyük bir kısmını korumaya ve küçük bir kısmını rekreasyona ayırmıştık. İçinde şimdi uygulanmış olan Fiskaya binasının, amfi tiyatronun, kültür yolunun olduğu kapsamlı bir “kültür park” olarak teslim etmiştik belediyeye. Mülkiyet ilişkileri çözülemediği için yalnızca bu uygulama kısmı için ihaleye çıktılar. Fiskaya bittikten sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Dicle Vadisi’ni, afet durumlarında konut yapılabilecek rezerv yapı alanı ilan etti ve bir ekibe, yarışma projesi kapsamında bir proje hazırlatmaya başladılar çünkü rezerv yapı alanı ilan edince tüm yetkiler bakanlığa geçti. Yine rekreasyon, doğa parkları, vs. kapsamında bir proje hazırlandı. Zaten yarışmada önerilmiş olan içeriği, kendi inisiyatifleri ile tekrar yaptırmış oldular. Bu sürece belediyeyi dahil etmeyip yalnızca bilgilendirdiler. Buna karşılık olarak da belediye Hevsel Bahçeleri ve surları Dünya Miras Listesi’ne almak için hazırlıklar yapmaya başladı. Hevsel Bahçeleri, Diyarbakır Surları ile birlikte 2015’te UNESCO Dünya Miras Listesi’ne girdi. Bunu bakanlığın rezerv yapı alanı ilanına karşı bir hamle olarak düşünmek lazım. Daha sonra belediyenin bünyesinde alan başkanlığı kuruldu ve alan yönetim planı hazırlandı. Biz bu süreçlerin hep dışındaydık. Devamında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Bakanlığın rezerv yapı alanı kararını mahkemeye götürdü ve iptal ettirdi. Hazırlanan proje ve dönen onca para yok yere harcanmış oldu.

“Alanın Dünya Miras Listesi’ne girmesi ile daha radikal ekolojik bir perspektif hakim oldu”

Alanın Dünya Miras Listesi’ne girmesi ile ekolojik perspektif bölgede çok güç kazandı. Bizim projeyi yaptığımız dönem ile karşılaştırıldığında ciddi bir ideolojik sapma oldu. Yarışma açıldığında insanlar buranın rekreatif amaçlarla kullanımını benimsemişken bir anda bu tür üretimler Dicle Vadisi’nde istenmemeye başlandı ve tamamen koruma bölgesi haline getirilmesine dair daha radikal ekolojik bir perspektif hakim oldu. Bizim yapı ile ilgili de ciddi eleştiriler çıktı ama bunlar bizden bağımsız çünkü belediye Fiskaya’yı bir restoran işletmesine verdi, onlar yapıya eklemeler yapıp, ciddi müdahalede bulunup proje alanını duvarlarla kapattılar. Halbuki bizim çizdiğimiz projede hiçbir duvar yok, kamuya açık küçük bir işletme olarak düşünmüştük zaten. Bu kadar tepki alınca 1 yıl sonra boşaltıldı. Şu anda boş. Yıkmak da bir seçenekti ancak idareye bu yapıyı alan başkanlığı karşılama merkezi olarak, vadiyi gezmeye gelenlerin bilgi edinebileceği bir odak noktasına dönüştürmeyi teklif ettik. Bu fikir akıllarına yattı, şimdi yapıyı yeniden işlevlendirme aşamasındayız.

Yarışma döneminden beri Diyarbakır’daki mekansal sosyal dönüşüme dair gözlemlerinizden bahseder misiniz?

2007’den bu yana, gidip uzun süre kalmamış olsak da sürekli gidip geldiğimiz ve büyük ölçüde belediyesi ile ilişkide olduğumuz bir kent. Diyarbakır’da ciddi bir kentleşme dinamiği var. Kentin eski merkezleri olan Suriçi ve Ofis bölgesi dışında hızlı bir uydu kentleşme süreci gözlemliyorum. Çok iyi bir planlama öngörüsü olmayan bir kapalı siteler manzumesinden oluşuyor. Duvarlarla çevrilmiş büyük yapı adalarının içinde 8’er, 10’ar veya 15’er katlı konut birimlerinden oluşuyor bu siteler. “Bu bir talep görüyor mu?” diye sorarsanız, evet bence görüyor. Orta üst sınıf, merkezden uzak, güvenlikli ve kendi yeşil alanları olan bu tür mekanlarda yaşamayı tercih ediyor.

Bunun dışında tabii ki Suriçi’nin çok ciddi tahribata uğraması durumu var. Son değil ancak bir önceki gidişimde abluka altındaydı giremedik. Orası Diyarbakır’ın kalbi. İstanbul için tarihi yarımada veya Galata bölgesi ne ise Diyarbakır için de Sur öyle bir yerdi. Her türden sosyal sınıfın, en alttan en üst gelir grubuna kadar insanların paylaştığı bir yerdi. İçindeki camileri, sinagogları, farklı kültürlerin ürettiği mekanlar, hanları ile iç içe yaşayan çok hoş bir yerdi ama şu an iyi durumda değil. Suriçi diğer yandan UNESCO Dünya Mirası Listesine girmiş bir alan.

Fiskaya binası projenin rekreasyon alanlarından biri. Pompa binasının işlevini biraz açar mısınız?

Etiketler

4 yorum

  • oliver-walter says:

    Thank you Hüseyin, for the mention in your article!
    We just published the following film based on the Pare light:
    http://rktr.co/1APegNO
    The idea behind the film “the old elm” is to renounce well established marketing techniques that manipulate customers to buy often unneeded products. “the old elm” passes on responsibility to the viewer or customer to make his or her own interpretations and to mature genuine own felt desire. The script of this film was written around the luminaire Pare. The film does without conventional story telling and may leave the viewer perplexed behind.
    “the old elm” can be seen either as a non-typical commercial or as an independent work of art from Finnland.

  • huseyin-yanar says:

    Thank you for writing Oliver. Yes it was enjoyable to remember your beautiful Pare project and give it a space in my article. Very nice that you added the video “the old elm” as you described a non-typical commercial or as an independent work of art . http://rktr.co/1APegNO

  • huseyin-yanar says:

    Cok tesekkurler Zuhal SARI begendiginize sevindim…

Bir yanıt yazın