“Söz Konusu Kamusal Mekan Olunca Kadınlar Her Zaman Unutulur”

Doktora araştırması kapsamında Libya'da kadınların kamusal mekan kullanımını inceleyen Fathia Elmenghawi ile kent tarihi, kamusal mekan ve kadın üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Rutgers Üniversitesi ve New Jersey Institute of Technology’nin Urban Systems isimli ortak doktora programında çalışmasını yürüten Fathia ile tez konusu dahilinde Müslüman Arap toplumunda kadının kamusal mekan kullanımındaki değişimi Libya örneği üzerinden konuştuk.

Zehra Betül Atasoy: Öncelikle kendinden biraz bahseder misin?

Fathia Elmenghawi: Libya’da Tripoli Üniversitesi’nde Mimarlık ve Kent Planlama Fakültesi’nde lisans eğitimi aldım. Ardından National Consulting Bureau (NCB)’da ve başka mimarlık ve mühendislik ofislerinde çalıştım, pek çok ulusal ve yerel projelerde yer aldım. 2004’te Liverpool Üniversitesi’nde yüksek lisansımı tamamladıktan sonra Tripoli Üniversitesi Mimarlık ve Kent Planlama Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. Daha sonra Libya hükümeti tarafından bir eğitim bursu alarak Rutgers Üniversitesi ve New Jersey Institute of Technology’nin Urban Systems isimli ortak doktora programında çalışmalarıma başladım. Haziran ayında “Kentsel Tasarımda ve Kadınların Kamusal Mekanı Kullanımında Değişimler: Tripoli Örneği, Libya 1835-2014” başlıklı tezimi sundum.

Yüksek lisans çalışmanda kadınların özel veya konut iç mekan kullanımı üzerine odaklandığını biliyorum. Bundan biraz bahseder misin?

Aslında yüksek lisans tezimin ana konusu Müslüman konutlarında mahremiyet ve bunun kadınlık ve kutsallık nosyonu ile ilişkisi idi. Bu mesele Müslüman kadınlarla ve onların mekanı-özellikle de konut içi mekanı- kullanımıyla yakından ilişkili, ben de özel alanda (konutta) kadının merkeziliği üzerine çalıştım. Aynı zamanda Müslüman kadınların, konutların geleneksel ve çağdaş tiplerinin kullanımına bağlı tercihlerini inceledim. Bu süreçte bazı tarihi kentlere baktım çünkü geleneksel konut iç mekanının farklı tiplerini çalışmak istiyordum. Geleneksel avlulu ev örneği için Tripoli’yi ele aldım, merkezi bir ortak mekan bulunduran konut örnekleri için yine Libya’da Ghadames’ı inceledim, avlusuz konutlar içinse Yemen’e odaklandım. Konut iç mekanların kadınlar tarafından nasıl kullanıldığını anlamaya çalıştım. Müslüman konutlarının çağdaş tipleri için öncelikle, konut tasarımında yer alan dönüşümü ve değişimi izledim ve sonuç olarak bunların yeni mimari formları ve planları ortaya çıkardığını keşfettim. Sonrasında bu yeni tiplerin sunduğu mahremiyeti ve bunların kadının ihtiyaçlarına uyup uymadığını araştırdım.

Doktora tezinin konusundan bahseder misin?

Genel anlamda kadının kamusal mekan kullanımı üzerine diyebilirim. Müslüman Arap kentlerindeki mekan üç aşamada kurulur: Özel mekan, yarı-kamusal mekan ve kamusal mekan. Yüksek lisans tezimden beri kadının saydığım mekanlardan ilk ikisini nasıl kullandığıyla ilgileniyordum, bir de kamusal mekan kullanımını araştırmak istedim. Tez önerimde kadının kamusal mekan kullanımını Orta Doğu ve Batı arasında karşılaştırma isteğimi sundum. Müslüman Arap dünyasında konunun somut karşılığını biliyordum ve aynı zamanda Batı literatürünü de okumuştum, birkaç benzerlik yakaladım. Batı toplumlarında kadının kamusal mekan kullanımı da sorunluydu. Dolayısıyla eğilimleri aynı mı ve nerede ayrışıyor buna bakmak istedim. Prof. Zeynep Çelik, bir doğu-batı karşılaştırmasından veya Batı’yı örnek olarak belirlememden pek memnun olmadı. Yorumları benim için çok değerli oldu çünkü araştırmamı sınırladı ki bu benim gibi uzun bir dönemi ele alan bir araştırmacı için oldukça faydalı oldu. Konunun sınırlandırılması Müslüman Arap bağlamına odaklanmamı sağladı, böylece örnek inceleme için Tripoli’yi seçtim. Ayrıca önerisi beni, araştırma sürecinde kaybolmama neden olacak büyük bir iş yükünden kurtardı.

Bir sonraki adım konuyu nasıl ele alacağımdı. Sadece Libyalı kadınların günümüzdeki kamusal mekan kullanımlarını incelemek benim açımdan çok çekici değildi. Başlangıçta çok daha ilginç gelmişti. Şu an Libyalı kadınları kamusal mekanın her yerinde görüyorum ama bu ne zaman gerçekleşmeye başlamıştı? Kadınların bu tür mekanları kullanmasını etkileyen ana faktörler neydi? Kent dokusundaki değişimlerin ve kentte yeni açık kamusal mekanların üretilmesinin kadınların görünürlüğünü arttırıp arttırmadığını merak ettim.

“Tripoli’de kadının statüsündeki değişim ve kamusal mekandaki görünürlüğünün arttığı gözlemlenmeye başlıyor.”

Yani kadının kamusal mekan kullanımının değişimini incelemek istedin.

Evet, değişime bakmak istedim. Annemin kendi deneyimine göre 1960’lara kadar Tripoli’de kadınlar eve oldukça bağlıydı. Ancak kadının statüsündeki değişim ve kamusal mekandaki görünürlüğünün arttığı gözlenmeye başlıyor. Çocukluğum ve gençliğim boyunca annemin yaşam tarzındaki değişimi gelişen eğilimler doğrultusunda gözlemleyebildim. Öncelikle, oldukça dışarıya kapalıydı, daha sonra akşam kurslarına katılarak eğitimini devam ettirdi ve öğretmen oldu. Daha sonra topluma karıştı. Bütün bunlar benim için çok ilginçti ve Libyalı kadınların yaşam tarzlarındaki değişimi ve kadının kamusal mekandaki görünürlüğünün neden 1950’lerin sonunda artmaya başladığını araştırmama vesile oldu.

Aslında deneyimlerin ve gözlemlerin nedeniyle böyle bir konuya ilgi duyduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, ancak tabii ki belli bir ölçüde. Mimarım, ayrıca şehir planlama üzerine de çalıştım. Kısacası kentsel mekan ve mimari doku her zaman ilgi alanımdı. Ayrıca ben bir kadınım, kadınların kentsel mekanları kullanımı da ilgimi çekiyor. Bir yerleşim ve bir zaman aralığı gerekiyordu araştırma konum için. Böylece Akdeniz’in en önemli antik kentlerinden biri olan Tripoli benim için mükemmel bir saha araştırması oldu. Tripoli, bir Fenikeli çarşısı olarak kurulmasından beri beş yüzyıldan fazla süredir istilacılar ve fetihçiler tarafından şekillendirilmişti; Romalılar, barbarlar, Bizanslılar, Müslümanlar, İspanyollar, Osmanlılar ve İtalyanlar. Her biri kente kendi imzasını bırakmış. Tripoli sömürge bir kentti fakat sömürgecilik deneyimi Fransız veya İngiliz sömürgelerinden farklı. Bu yüzden konu benim için daha ilgi çekici hale geldi.

Kadınların kamusal mekan kullanımının değişimiyle kentte yaşanan değişimleri birbirine bağlamak istedim. Örneğin kadınlar dışarı çıktığında kentte bir şey değişiyor muydu? Böylece, zaman aralığı olarak nereden başlayacağımı ve nerede duracağımı düşünmeye başladım. Öncelikle, İtalyan sömürgeciliğiyle başlamayı düşündüm. Sömürge sürecinde kadın eve kapalıydı fakat bunun en önemli nedenlerinden biri sömürgeciliğin kendisiydi çünkü Arap ve Müslüman toplumlar kadını sömürgecilerden korumak isterlerdi. Bir de Osmanlı dönemine bakayım dedim. Osmanlılar da sömürgeciler gibi düşünülebilirdi fakat Libyalılar İspanyol istilasından kurtulmak için desteklerini istemişlerdi dolayısıyla başlangıçta sömürgeciden çok kurtarıcı olarak görülüyorlardı.

“Tanzimat dönemiyle birlikte kadınlar Libya’da kamusal mekanı kullanmaya başladı”

Osmanlı hakimiyeti ne zaman başladı?

1551’de. Ben de Osmanlılar’dan başladım çünkü bu dönem dahilinde hala çağdaş dokuda izleri süren fiziksel değişimler yakalanabilirdi. Fakat Osmanlılar Tripoli’de 350 yıl hüküm sürdü ki bu uzun bir süre. Bu yüzden, kenti çarpıcı biçimde etkilemiş olan Tanzimat dönemiyle sınırlamaya karar verdim. Modernite meselesiyle kentin değişimlerini bağlayabileceğimi düşündüm. Böylece ikinci Osmanlı rejiminin başladığı ve Osmanlı döneminde Tanzimat’ın başladığı yıllar olan 1835’i seçtim. Osmanlılar İspanya sömürgeciliğinden kurtulmaları için Tripoli’deki Müslümanlara önderlik etmek üzere gelmişler ve Libya 1551’de Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştu. Tripoli Levant’tan biraz uzak, çeperde bir bölgeydi. Bu nedenle imparatorluğun başkentindeki Osmanlılar’ın kentte temel bir etkisi olmamış. Türk-Libyalı bir aile olan Karamanlı Ailesi bu durumun avantajını kullanarak Bab-ı Ali’den ayrıldı. Karamanlılar Tripoli’de 1771-1835 yıllarında otonom bir rejim kurdu. Refahın sağlandığı bir dönemdi çünkü pek çok yeni yapı inşa edilmişti, kalenin restorasyonu gerçekleşmişti. Bununla birlikte ailenin hükümdarlığı kötüye gitmeye başladı, korsanlık yapmaya başladılar. Avrupalılar Karamanlı rejiminden rahatsızdı.Tabii ki Osmanlı İmparatorluğu da bu bölgedeki itibarını zedelemek istemiyordu. Böylece Osmanlılar 1835’te Tripoli’yi geri aldılar ve Karamanlılar’ın hükümdarlığı sona erdi. Bu dönemde Libya Sultan Abdülmecit tarafından yönetilen bir bölge oldu. Bu sebeple bu dönemi, Tanzimat’tan 4 yıl önce olsa da II. Osmanlı Hükümdarlığı olarak adlandırıyoruz. Araştırmama bu tarihsel dönemle başladım. Bu dönemde kadınların kamusal mekanı kullanmasına dair belirli bilgiler olmamasına rağmen araştırma sürecimde II. Osmanlı Dönemi’nde bir paşanın eşi tarafından bir kadın organizasyonunun kurulduğunu öğrendim. Tanzimat reformları dahilinde kadınların daha etkin olması ve eğitim almalarının desteklenmesi düşünülüyordu. Kadınlar kamusal mekanı kullanmaya başladılar.

Diğer bir konu ise, bu dönemde Libya nüfusunun kompleks etnik kompozisyonuydu. Yahudiler ve Avrupalılar -çoğunlukla Maltalı ve Yunan nüfus bulunuyordu- etnik kompozisyonun birer parçasıydı. Çünkü Tripoli Akdeniz’de tüm Avrupalıların geldiği bir liman kenti. Tabii ki Müslüman Araplar ve Osmanlılar da bulunuyordu. Yahudi meselesi ayrıca ilginçtir. Tarihi kentte yaşıyorlardı ve Müslüman geleneklerinden etkilenmişlerdi. Örneğin Yahudi kadınlar Müslümanlarla aynı kıyafetleri giyiyorlardı; sosyal ve dini geleneklerinde olmamasına rağmen eve kapanmışlardı. Müslümanlardan önce görünür olabildiler çünkü yerlilerin geleneklerinden ve yerleşimlerinden ayırılarak İtalyanları ve Avrupalıları takip etmek istediler. Ben de bu çeşit tarihi kesitleri ve sosyal gerilimleri bulmaya başladım.

“Kadının sosyo-kültürel sınırlamalardan nasıl sıyrıldığı araştırma sorularımdan biri.”

Çalışman II. Osmanlı hakimiyeti ile başlıyor, bu dönemden sonra İtalyanların egemenliği geliyor ve sonunda Kaddafi dönemi…

Kaddafi’den önce 1951-1969 yıllarında Libya Monarşisinin yaşandığı bir bağımsızlık dönemi var, bundan sonra Kaddafi rejimi başladı. Kentin tarihi baya ilgimi çekti, aynı zamanda geçmişi de araştırmak istiyordum. Ayrıca tarihsel perspektiften bakmak istedim günümüzü anlamlandırmak için. Fakat bugün neler yaşandığı daha çok ilgimi çekiyor çünkü kent çarpıcı şekilde değişti, özellikle de kıyı bölgesi. Büyük ölçekli bir park ve geniş bir gezinti alanı açıldı. Libyalı kadınlar sık sık böyle kamusal mekanlara gitmeye başladılar. Gözlemlemek ve bu mekanların mevcutta nasıl kullanıldığını görmek istedim. Bu benim çalışmamın güncel kısmını oluşturuyor. Kadının kamusal mekan kullanımkararlarını şekillendirmede dinin ve geleneklerin oynadığı rolü araştırmak istedim. Bu iki faktör hiç değişmedi ama kadının kamusal mekan kullanımı çarpıcı biçimde değişti. Kadının sosyo-kültürel sınırlamalardan nasıl sıyrıldığı araştırma sorularımdan biri.


Tripoli sahili, 1920-2010


Sahildeki yeni gezinti yolu

Tarihe bakış açından ve araştırma gündeminde tarihin nasıl bir yer tuttuğundan bahsettin. Sen kendini nasıl tanımlıyorsun; mimar mı, tarihçi mi yoksa sosyal bilimci mi?

Güzel bir soru. “Mimarım” diyemem. Aynı zamanda kendimi sosyal bilimci veya tarihçi olarak da tanımlamıyorum çünkü bu iki alan için çok nitelikli olmanız gerekiyor. Ben bir kent araştırmacısıyım ve kentsel yerleşimlerde olup biten bir olgu üzerine çalışma yürütüyorum. Bir kent tarihçisi tarihte bir dönem seçer ve onu çalışır oysaki kentsel araştırmacılar bir zaman çerçevesiyle kendilerini sınırlamak durumunda değiller.

“Aynı toplumsal bağlamdan gelen bir kadın olmak bir mimar olmaktan çok daha faydalıydı.”

Kentsel araştırmacılar farklı metodolojiler konusunda bilgi sahibi olmalı mı? Örneğin mimar olman senin için faydalı mı?

Tabii ki. Kentsel yerleşimi, kentsel olguyu, kentlerdeki değişimi anlamak için planlama ve kentsel vizyonları kavrayan bir mimar olman gerekir. Yine de benim için aynı toplumsal bağlamdan gelen bir kadın olmak bir mimar olmaktan çok daha faydalıydı. Mimar olmam kenti anlamamda faydalı oldu fakat Libyalı bir kadın araştırmacı olmam bilgi toplamamda daha çok yardım etti. Bir erkeğin benim konumu çalıştığını düşünün, kadınlardan bilgi alması ve röportaj için kamusal mekanda görüşmesi çok zor olurdu.

Alan araştırmandan konuşalım biraz da. Saha çalışmana nasıl hazırlandın? Ne kadar sürdü? Bu süreçte sıkıntılarla karşılaştın mı?

Kentte yaşanan değişimleri anlatmıştım. Büyük park benim için güzel bir alandı çünkü kente yeni eklemlendi ve kadınlar bu mekanı kullanıyor. Diğer bir alan ise Martyr Meydanı’ydı. Burası kentin tarihi meydanı ve eski kenti, 1920-30’larda İtalyanlar tarafından inşa edilen Avrupa mahalleleriyle bağlıyor. Osmanlı döneminde meydan bir açık pazar olarak kullanılmış. Daha sonra İtalyanlar alanı yeniden düzenleyerek kolonyal normlar dahilinde bir kamusal mekana çeviriyorlar.

Yani kentte İtalyanlar varlığını tescilliyor, öyle mi?

Evet, amaçları yeni Avrupa kentini tarihi kentten ayırmaktı. Bu tampon bölgeyi belirleyerek tarihi kenti bir zemin olarak kullanıyorlar. Tarihi kale ve kapılar meydan boyunca yayılıyor. Bundan sonra meydan önemli bir mekan haline geliyor. Her iktidar gücünü meydanda temsil ediyor. Bu yüzden burayı alan araştırmam için seçtim. Diğer araştırma alanı ise atıl halde olan bir kıyı bandı. Kamusal mekan çok geniş bir kavram; sokakları, parkları, kafeleri hatta okulları kapsıyor. Yani araştırmamın tarihsel bölümü için kamusal mekanı genel olarak inceledim. Fakat güncel bölümde üç alan araştırması ile açık kamusal mekanlara odaklanmak istedim.

Yani alan araştırmaların parkı, meydanı ve kıyı bandını kapsıyor.

Evet, bu alanları seçmemin sebeplerinden biri de birbirlerine yakınlıkları. Meydan parkla bağlantılı ve yeni otoyolla kesişseniz bile kıyı bandına ulaşabiliyorsunuz. Bu yakınlık, gözlem sürecim ve röportajlarım sırasında bana çok yardımcı oldu. Çoğu alan gözlemlerimi aynı gün üç mekanı da gezerek gerçekleştirdim. Bu aynı zamanda farklılıkları da görmemi sağladı. Başlangıçta alanlara gidiyordum ve gözlem yapıyordum. Gözlem yaparken aynı zamanda kadın görüşmecilerle röportaj yapıyordum. Mekanı değişik veya farklı biçimde kullanan bir kadın veya kadın grubu gördüğümde görüşmeler yapıyordum. Örneğin “Bu kadın neden burada oturuyor?” “Ayakta durmak yerine oturmasını sağlayan şey ne?” veya pazara gittiğinin göstergesi olarak çanta taşıyan kadınlar neden parkta oturuyor? 18 yaş üstünde farklı yaştaki kadınlarla görüşmeler yaptım. Aynı zamanda bir de anket hazırladım. Her kadın bu konuları konuşmaya hevesli değildi. Ben de bir anket hazırlamanın iyi olacağını düşündüm, eğer rahat konuşamıyorlarsa en azından anketi doldurabilirlerdi. Anket iki sayfaydı, çok uzun tutmak istemedim. 60 civarında kadın anketi cevapladı, 45 kadınla da yüz yüze görüşmeler yaptım.

“Gezinti bölgelerindeki spor aletleri erkekler düşünülerek konulmuş olabilir fakat kadınların bu aletlerde egzersiz yaptıklarını gözlemledim.”

Gözlem sürecin nasıldı?

Gözlemler için günün farklı zamanlarını seçtim. Sabah 6.30’dan gece 12:00’ye kadar farklı zamanlarda, haftanın farklı günlerinde ziyaret ettim hatta farklı hava koşullarını bile değerlendirdim. Mesela yağmurlu zamanlarda gidip aktiviteleri incelemek istedim. Çünkü çok geniş bir alan, mekanı bölgeler (zonlar) halinde gösteren bir haritam vardı. Martyr Meydanı’nı nirengi noktalarına göre üç bölgeye ayırdım. İlki “çeşme bölgesi” dediğimiz alan. Bu, merdivenli bir platformda yer alan tarihi bir İtalyan çeşmesi. Bazıları bu alanı oturma alanı olarak da kullanıyor. İkinci bölge tarihi kalenin önünü, üçüncü bölge ise parka yakın bir alanı tarifliyor. Kadınlar meydandan parka bu bölgeden geçerek gidiyor. Parkı da tasarım şemalarına göre altı bölgeye ayırdım. Park, organik bir alan ile asfaltlanmış başka bir alandan oluşuyor. Merkezinde büyük bir çeşme ve çocuk oyun alanları bulunuyor. Böylece parkı tasarım elemanlarına göre bölgelemiş oldum. Gezinti için kullanılan uzun şeridi de bölümlere ayırdım. Bölgeleme en azından gözlemlerimi nerede yapacağımı belirledi ve bölgelerde olağan veya genel şeyleri algılamamı kolaylaştırdı.


Park alanındaki gözlem bölgeleri


Kıyıdaki gözlem bölgeleri

Örneğin bazı spor aletleri gezinti alanı bölgelerinden birinde yer alıyor. Bu aletler erkekler düşünülerek konulmuş olabilir fakat şaşırtıcı biçimde alana gerçekleştirdiğim iki ziyaretimde kadınları bu aletlerde egzersiz yaparken gördüm. Otoyoldan çok uzak bir konumda bulunmadığı için kadınların bu aletleri kullanmayacağını düşünmüştüm, çünkü röportaj yaptığım çoğu kadın egzersiz yapmayı sevdiklerini fakat açık alanda yapmak istemediklerini söylemişlerdi.

Orada bir at eğitimi kulübü var 2000’lerin başından beri yenileniyordu ve çocuk oyun alanları, dinlenme mekanlarıyla dev bir kamusal mekana dönüştürüldü. Aynı zamanda kadınlar ve erkekler için ayrılmış egzersiz ekipmanları da tamir edildi. Kadınların ve erkeklerin yürüyüş yapabileceği ayrı parkurlar oluşturuldu. Kadınlar oraya gitmeyi tercih ediyor çünkü orası kapalı, ayrışmış bir mekan. Açık alanda spor aletlerini kullanan kadınların hikayesine geri dönersek, bir gün gözlem yaptığım sırada iki kadının egzersiz yaptığını gördüm. 40 yaşlarında iki kız kardeşti. Onlarla röportaj yaptım. Kapalı mekanı kullanmak üzere geri döndüler fakat ısınmak için açık alandaki egzersiz mekanına gidiyorlar. Sabahın erken saatleri olduğu için civarda pek insan yoktu. Aynı zamanda oraya yakın oturuyorlar, bu yüzden bu mekanı tercih ediyorlar, ısınmak için egzersizlerini burada yapıp ardından kulübe ve parkura gidiyorlar. Kısaca kadınlar bu aletleri kullanmaya başladı. Aynı zamanda hamile kadınları da açık alanda yürüyüş yaparken gördüm. Çoğunlukla parklarda hamile kadın görmezdim. Fakat onları açık alanda görmemin sebebi uzun bir yaya yolu bulunması ve kalabalık olmaması. Yani bu tip şeyleri yakalamaya çalıştım. Koşmak veya egzersiz yapmak için açık alana veya kulübe gidiyorlar. Eğer yanlarında çocuklar varsa çok fazla imkan olduğu için parkları tercih ediyorlar. Çiftler parkın içindeki tek bir alana ve kıyıdaki bazı mekanlara gidiyorlar fakat kıyıyı daha az tercih ediyorlar çünkü daha göz önünde bir alan. Meydan bir açık mekan, tamamen asfaltla kaplı, oturma alanı bulunmuyor. Kadınlar burayı bir mekandan diğerine geçerken, sirkülasyon alanı olarak kullanıyor çünkü tarihi kent merkezini İtalyan mahallelerindeki mağazalara bağlıyor. Bununla birlikte devrimden sonra 2012’de meydanda güvercinler için tahıllar atılmaya başladı ve böylece kuşlar meydanı doldurmaya başladı. Kadınlar burada durarak kuşları izleyip vakit geçirmeye başladılar. Kısacası bir şey kadınların burada durmasını sağladı ve bu mekanı sadece bir geçiş alanı olarak kullanmayı bıraktılar.


2012’de Martyrs Meydanı

Röportajların konusunda bize bilgi verir misin? Bazı sorular hazırladın fakat kadınlarla görüşmeye başladığında bu sorularını aldığın yanıtlar doğrultusunda revize ettin sanırım, değil mi?

Evet, çünkü yarı yapılandırılmış görüşmeler yaptım. Sorulara odaklanmaya çalıştım fakat konumla ilgili ilginç bir şeyden bahsetmeye başladıklarında o konuyu da açtım. Temel olarak üç sorum vardı; “Kadınların parka gitmesinin nedeni ne?”, “Kiminle gidiyorlar?” ve “Ne giyiyorlar?”. Bunların cevaplarını salt gözlemlerimden elde etmem mümkün değildi. Bazen belli, gözlemlenen aktiviteler için gizli cevaplar oluyor. Mesela gözlem yaptığım sırada “kadın oturuyordu” şeklinde not alıyorum ama çoğu kadın bana alışveriş yaptıklarını ve bu alanı dinlenmek için kullandıklarını söyledi. Kısacası oturmak başka bir aktivite. Bu yüzden röportajlar bana detaylı bilgi sağladı. Aynı zamanda giyinme biçimleriyle ilgili de detaylı bilgi alabildim. Tabii ki çoğunluk İslami giyimi benimsiyor fakat hepsinin farklı bir tarzı var. Bazıları oldukça bol kıyafetler giyerken bazıları ise dar pantolonlar ve rengarenk giysileri tercih ediyor. Giyinişin ardındaki soru; gittikleri kamusal mekana göre kıyafetlerini değiştirip değiştirmedikleriydi. Tabii ki bu da anket sorularımın arasında vardı fakat görüşmelerde çok daha derinlikli cevaplar aldım. “Kamusal mekana kiminle gittikleri” sorusunun yanıtını da yine sadece gözlemlerden çıkaramazdım. Örneğin bazen kadınları yalnız otururken görsem de kocaları civardaki başka bir alanda çocuklarıyla oynuyor oluyordu. Kadınlarla görüştüğüm sırada yalnız kalmayı tercih edip etmediklerini görmüş oldum. Kadınların kamusal mekan kullanımını kısıtlayan faktörlerle bağlantı kurmak açısından bu sorulara odaklandım çünkü erkek eşliğinde bu mekanlarda bulunmak veya giyim biçimi, dini ve geleneksel olarak dayatılmış önemli konular.

Arşiv araştırmandan da biraz bahseder misin?

Osmanlı ve İtalya dönemleri için Tripoli’deki devlet arşivinden yararlandım, burada tarihi dokümanlar ve mahkeme kayıtları yer alıyor. Çok zengin bir arşiv. Kadınların dava dosyalarında yer alıp almadığına ve nasıl temsil edildiklerine baktım. Kendilerini mi savunmuşlar yoksa başkaları tarafından mı temsil edilmişler? Bunun sonucunda kadınların kendilerini temsil ettiklerini keşfettim. Mahkemeye geliyor ve mesela onu bırakan kocasından şikayetçi oluyor. 19. yüzyılda bu çığır açan bir olaydı.

Mahkeme kayıtlarına bakmaya nasıl karar verdin? En erişilebilir kaynak onlar mıydı?

Dava dosyalarından başka süreli yayınları da inceledim. Bazıları geç Osmanlı döneminde yayınlanmaya başlamış. Ayrıca bağımsızlık döneminde yayınlanan yayınlara da baktım. Aynı zamanda Türkiye ve İtalya’da da pek çok arşiv materyali var. Ancak bursum gezi masraflarını karşılamadığı için Tripoli ile sınırlamak durumunda kaldım. İtalyan sömürgesi döneminde çıkan yayınlar arasında iki yayın keşfettim: Biri Tripolitana isimli bir İtalyan yayınıydı. İlginç biçimde derginin kapaklarının yüzde 60’ı kadın imajlarıyla doluydu. Libyalı kadınlar değillerdi, Avrupalı olabilirler fakat geleneksel Libya kıyafetleri içindeler. Tabii oryantalist vizyonun bir parçası olan sömürgeciler, sömürge ülkede kadının temsiline odaklanmak istemişler. Neler olduğunun farklında olduklarını ve kadınların yaşamına karışabileceklerini ve onları dergilerde sergileyebileceklerini göstermek istemişler. 1950’lerin kadın dergilerine de odaklandım çünkü bu dönemde 3-4 dergi yayınlanmaya başlamış. Aynı zamanda başka süreli yayınlar da var; kadın dergisi olmasa da mesela her sayının 2-3 sayfasında mutlaka kadın seçkisine yer veren Modern Libya adında bir dergi de var. Bu yayın ülkedeki sosyal ve ekonomik değişimleri anlatıyor, kenti ve yaşayanları nasıl etkileyeceğinin yolunu gösteriyor. Yayınlar bana çok iyi bilgi verdi. Tabii ki tarihi haritalara ve kentin master planlarına da baktım. Sadece Tripoli merkezine ve bahsettiğim üç mekana odaklandım. Orada ve çevresinde neler oldu? Tamamen kent ve kadın üzerine olan makaleleri inceledim.

“Parkları veya yürüyüş parkurunu tasarlarken kadını belirleyici bir kullanıcı kategorisi olarak ele almamışlar.”

Doktoranı tamamladıktan sonra planların neler? Mesela çalışmanı bir kitaba dönüştürmeyi düşünüyor musun?

İki makale yayınlamayı planlıyorum. Biri kent tarihine odaklanacak, diğeri ise kamusal mekanda kadın üzerine olacak. Ayrıca Libya hükümetinden burs aldığım için Tripoli Üniversitesi Kentsel Planlama ve Mimarlık Fakültesi’nde dönüp eğitim vermeye başlayacağım. Branş olarak, yeterince çalışılmadığını düşündüğüm kadın ve çevre konusuna odaklanmayı düşünüyorum. Çünkü her zaman modern mimarlığı ve onun kullanıcısını konuşuruz.

Önemli bir noktayı anlatmayı atladım. Röportajlarımı kamusal mekanı kullananlar ve belediyedeki Libyalı mimarlar ve plancılar olmak üzere ikiye ayırdım. Üç erkek ve iki kadın görüşmecim vardı. Parkların ve yürüyüş bandının tasarım ekibinde yer alan kadın mimarlara tasarım sürecinde kadınların düşünülüp düşülmediğini sorduğumda “hayır, kullanıcıların cinsiyetini veya aile olup olmamalarını dikkate almadık” cevabını adım. Yani aslında kadını belirleyici bir kullanıcı kategorisi olarak ele almamışlar.

Kullanıcıları sadece erkekmiş gibi mi kabul etmişler?

Evet, bu durum kültürün hatta dilin bir parçası. Konu kamusal mekan olunca kadınlar her zaman unutulur. Bilinçaltları kadınların dışarı çıkmayacağını söyler. Onlara göre nasılsa çoğu kadın ailesiyle veya çocuklarıyla gezer. Yani çocukları için oyun alanları veya aileler için özel alanlar sunmak yeterli. Peki, farkındalık neden yükseltilmesin? Bu nedenle birincil planım mimarlık fakültesinde kadın ve çevre üzerine odaklanmak.

Çok teşekkürler…

Etiketler

54 yorum

  • omer-yilmaz says:

    Arkitera gibi bir kurumdan beklemezdim.

  • sedat-bayrak says:

    “Avrupai” kelimesini tırnak içinde yazılmasının, evde ayakkabıyla dolaşma fikrini Avrupai bulmak gibi aptalca bir yaklaşımla dalga geçtiğinin anlaşılacağını umdum. Mesleğimi bölümde kız var diye seçtiğimin kabulune kadar geldiyse artık, direnmeyip her yazımın altına “yazılanlar yalan dolandır, kolay hazımlıktır, midede dağılmalıktır.” satırını eklemekte fayda var.

    Bunu eklemeye ısrarla direniyordum ama beklentimi düşürmenin vakti geldi sanıyorum (ofansif almayın lütfen). Aynı görüşte olduğum ve aynı şeyleri eleştirdiğim insanların, bu anlatıma kızmalarını hayretler içerisinde izliyorum.

    Aslında tüm yazılarımın mimarların egosuyla dalga geçtiğini belli ki iğnelemeyle anlatamayacağım. Eprimiş çoraplarımdan bahsetmek suretiyle toplumda prim yaptığımın düşünülmesi mimarlarla dalga geçmekte haklı olduğum konusunda güvenimi tazeledi.

    Yazılanlar iğneleme, iğneleme. “Why so serious” diyeceğim, bu sefer de başkaları gelip niye ingilizce diye kızacak.

    Bu yayına yakışmadı denilince bir an kafamı kaldırıp sol üste baktım. yazıyı Arkitera yerine “Quarterly Journal of Economics”e mi göndermişim diye, yoo, oraya da göndermemişim. Ama bu konuya benim cevap vermem yanlış olur. Belki de böyle bir kuruma yakışmamıştır hakikaten. Editörler de bu yorumları okuyor, eleştiriyi alıyorlardır diye tahmin ediyorum.

    Size aşağıda bir kaç link vereyim, neşemizi bulalım.

    http://rktr.co/1uZ2FdX
    Bu yazımda benzinciden 10 liraya aldığım gözlükle ne kadar üstün bir mimar olduğumu, mimarlık mesleğini kutsayarak anlattım.

    http://rktr.co/1xLNu4X
    Bu yazımda mimarların ne kadar seksi olduğunu ve diğer insanların ne kadar seksi olmadığını anlattım.

    http://rktr.co/1uZ2GPd
    Bu yazımda da çatı katı yerine penthouse diyerek diğer insanlardan ne kadar daha üstün olduğum üzerinde durdum.

  • ced-oner says:

    Yazıyla ilgili söylenebilecekler aşağıda çok net ifade edilmiş zaten . Ancak, Arkitera’nın yayın politikasını anlamakta zorlanıyorum, anladığım kadarıyla içinde mimarlık kelimesi geçen herhangi bir şey yayınlanabiliyor. Ya da yazarın mimarlık diplomasına sahip olması yeterli. Öte yandan son 30 gün içinde en çok okunan yazı olmuş bu “şaheser”. Demokrasi güzel şey, pek tabi herkes istediğini söylesin de, bu sene üniversite tercihini yapacak olan ve kazara bu yazıyı okuyan çocuğa karşı hiç mi sorumluluğumuz yok?

  • duygu-yarimbas says:

    Kendisine hiç bu kadar dışarıdan bakan bir insan görmemiştim, gördüysem de bu şekilde fütursuzca dışa vuran . Bir ”mimar” kişi ki( kendini tanımazmış gibi) gözleriyle sürekli kendi bedenine dıştan bakıyor, çoraplarını gözlemliyor, kendini o şekilde inceleyip, inşa ediyor. Maskeler gerçekten de iç ile dış (ruh ile akıl yani) arasında bir varolma sorununu çözen bir şeyden ziyade, sorunun kendi kaynağı haline gelmiş. Tüpçü, seramikçi bölümlerine zaten hiç gitmeye gerek yok, parantezi açıp kapatıyorum. Bir mizah kaygısı güttüğü belli olan yazı aslında gülünç bir duruma geliyor. Dışarıdan kendini şöyle prestijli böyle entelektüel belki hümanist gösteren bir takım meslek imajlarının içi aslında bu derece yüzeysel, yapay ve saçma sapan. Yazarın henüz genç olduğunu düşünüyordum ki, 2002 de Üniversite sınavına girmiş olduğuna göre bu seçenek de ortadan kalkıyor. Ne kendine ne başkalarına bu derece vitrinden bakmayan her insan bir mimarlık (vb. prestijli olduğu varsayılan meslekler -kime göre neye göre- ) diplomasının gerektirdiği (ki aslında gerektirmez) saygı ve sevgiden daha fazlasını hak eder, seramikçi , tüpçü, işsiz, aylak vb. hiç farketmez , zaten neden farketsin ki. Neye dayanarak toplumun belli bir kesiminin başka kendisinin başka tavırlara ve ayrıcalıklara sahip olması gerektiğini düşünür ki insan. Amaçsız, saçma bir yazı olmuş, biraz da üzücü. hedeflendiği gibi matrak da değil.

  • ceren-26 says:

    Henüz , tenkit üslubu konusunda yeterince “avrupai” değiliz sanırım. Batının lüzumsuz ciddiyetini almışız galiba onun yerine. Hep yazdın, hep eleştirildin. Olsun. Yine yaz yine eleştiril. Daha iyi eleştiril.

  • ilker-kutukoglu says:

    yaşanan bir evde rölöve almaya gittim, hala gidiyorum. ayaklarım da 46 numara, yanımda galoş var. tıpkı emlakçılar, elektrik süpürgesi pazarlayanlar, kombi bakımı yapanlar vb. gibi!

  • sezen-ozdemir says:

    Yazarın kendi blogundaki yazıları takip eden biri olarak -içlerinde eğlenceli, ve ilginç bulduklarım olmuştur – bu son yazısının altındaki sert eleştiriye hak vermeden edemiyorum. Yazılarındaki samimiyet ilgimi çekmiştir ancak geldiği nokta samimiyetin ötesinde çevremizdeki çoğu mimar(!)da gözlemlediğimiz kendini mesleğinden ötürü büyük görme, adeta mesleğini bir birikimden, deneyimden çok giysi/ maske olarak olarak kullanan ve ‘mimarlık bir yaşam felsefesidir’ diyen hocalarımızı/ büyüklerimizi ( kaldı ki ben böyle düşünmüyorum) yöntem olarak bile değil sadece şekil olarak izleyen birinin yaklaşımını görüyorum bu yazıda. Belki yine bir blogda bu kadar kötü karşılanmayabilirdi ama Arkitera’da böylesi içerikten yoksun bir yazı olmamalıydı çünkü şekilcilikten öte bir şey yok yazıda maalesef, mizah bile.

  • sezen-ozdemir says:

    Konu bunun gibi bir yazının eleştirisi , yayınının eleştirisi ise bir an için kendi kabuğunuzdan sıyrılıp özeleştiri yapmayı aklınıza getirebilirdiniz belki. Bir sürü yerde mimarlıkla ilgili gerek iğneleyici gerek mizah içeren ama eninde sonunda içinde yaratıcı bir incelik bir farklılık barındıran yani değer katan yazı bulmak ve bunları keyifle okumak mümkün. Ama linkini verdiğiniz yazıları da okumuş ve tarzınızı bilen biri olarak bence bu, eleştirilere karşı gerçekten ‘ofansif’ bir tavır.

  • sezen-ozdemir says:

    Oo arkadas destegi de gecikmemis. Sen yaz da berbat bile olsa biz arkani koruruz tavirlari gercekten umut verici. Bu yazinin basarisi okunma sayisiyla alakali degildir. Baslik ilgi cekici yazarin uslubu da ilgi cekici bence. Kaldi ki ben kendisiyle hicbir alakam olmadigi halde diger yazilarindaki samimiyeti ve mizahi elestirileri ve saglam gozlemleri begendigimi ama bu yazida bir icerik sorunu oldugunu belirtmeme ragmen en ufak bir ‘acaba mi? ‘ olmadi , bu egoyla ve savunmaci yaklasimla olmayacak da galiba. Cunku biz gercekten en iyisini biliriz yaptik mi en iyisini yapariz. Her zaman! Bravo , yürü, supersin , harikasin. Bir de biz var ya millet olarak cok komigiz, ya da cok ciddiyiz, ya da cok asagilik bir irkiz, ama hep birlikteyiz iste boyle hep ayni kefedeyiz. Komedinin dibi budur, aynen devam.

  • naz-ekim says:

    Arkadaşlar şu an yazacaklarımı buradan yazmam aslında uygun değil fakat yapmak zorundayım ; hem sizlere hem de yazıyı okuyacaklara uyarı olması için. Yazının sahibi arkadaşla ilgili, kendisinin henüz bilmediği, herkesin kendisinden gizlediği önemli bir bilgi vermem gerekiyor. Arkadaşımız uzun bir süredir tedavisi oldukça acılı, zor bir hastalığın pençesinde. Tüm ailesi, arkadaşları, “patron”ları, rölöve almaya gittiği evin sahibi ve itüye girmesi bir hayal olan genç, doğalgazın olmadığı zamanlarda evine tüp hizmeti getiren tüpçü amca, “yaptığı işe “bok” sürmeden görevini profesyonelce yapan” tesisatçı dayı ve etrafındaki kendisi hariç diğer herkes ondan bu onulmaz hastalığını gizliyor. Hastalığını öğrendiğinde “kutsal meslek” mimarlığı bırakacağından, kendini dağlara taşlara atacağından, derviş misali yollara düşüp çare aramaya kalkışacağından korkuyorlar, o doktor senin bu doktor benim gezip kendini perişan etmesinden korkuyolarlar. Zavallı arkadaşımız ne yazık ki çok zor durumda. Tedavisini ise hastalığı tanımlayan ve reçetesini veren Alfred Adler bize söylüyor,

    “Üstünlük kompleksi, Alfred Adler tarafından ortaya atılan Bireysel Psikolojinin temel ilkelerinden biridir. Kişinin doğuştan var olan aşağılık kompleksine dayanarak kendini diğer insanlardan daha üstün görme, yüceltme karmaşasıdır.

    Kişi hep üstün duruma geçme, sahip olma, kendini kahraman gibi görme davranışları gösterir.

    Adler, bu gibi insanların aile, geçmiş anılar gibi faktörlerden dolayı toplumun dışında kaldığını, soyutlandığını ifade eder.

    Tedavi şeklininse dostane ve güleryüz çerçevesinde, içinde bulundukları durumu hoşgörüyle kendilerine anlatarak onları bu durumdan kurtarmamız gerektiğini savunur. Onun için bundan başka çıkar yol yoktur.”

  • fatih-selim-keskin says:

    itüsözlüğe çok yakışan bir yazı olmuş tebrik ederim

  • huseyin-kezer says:

    Öncelikle Sedat Bey,
    Anlaşılan size 4sene geceli gündüzlü İTÜlü eğitim az gelmiş. Bir mimar artis artis sembolik gezen bir birey değildir. Birçok konu ve alanda okumalar yapmış, birşeylerin farkında olan, ve nerede nasıl davranacağını bilen bir bireydir.
    Şayet eve ayakkabınızla girmek istiyorsanız, bunu kendi eviniz dışında kimseden ne beklemeli, ne de teklif etmelisiniz, insanlar sizin gibi dışarının pisliğini evlerinde istemiyor olabilirler. Size göre terlikleri olmamasına da laf etmeniz değil, sizinle nazik konuştuğu için teşekkür etmelisiniz, ya da bu kadar sorun ediyorsanız, kendi terliğinizi yanınızda taşımanız gerekir, hem de üstünde yaldızlı “ben mimarım” yazanından.
    Bir de mimarlık da her meslek kadar kutsaldır, onu kutsallaştıran aldığın röleve değil, tanıştığın güzel kız sayısı değildir, yaptığın işi ne kadar özveri ve ne kadar insanlık için, başkaları için yaptığındır.
    Hani sadece mimarlara değil, lazer metreye ve seramikçilere bile laf etmişsin, bu mimarlık ne kadar yere düştüğü ya da seramikçilerin garip işler yaptığı anlamına gelmez, bu lazer metrenin ne kadar işlevsel hale geldiği ve ne kadar alınabilir bir şey olduğunu gösterir, Dua et ki, bu röleveyi normal bir metreyle bir ahırda almadın. O zaman neler yazardın hayal bile edemedim.
    Son olarak arkitera gibi hepimizin sevdiği bir siteye yazı yazarken bir amacın, gayen ve söyleyecek mantıklı birşeyin olmasını en içten dileklerimle sana iletirim.

  • yunus-emre-kustas says:

    Hüseyin Keser yorumuna aynen katılıyorum .Bu yazınında buraya değilde zaytung gibi bir yere yazılmasını daha uygun görüyorum

  • yunus-emre-kustas says:

    düşündümde bende mi bi acayiplik var okulda röleve dersinde süleymaniyede boş bir sıbyan mektebinde röleve alırken tavan kaplamasının içinde dolaşan farelerin sesi bana çok heyecan verici geliyodu.(bu arada ben röleve alırken ayakkabılarımla girdim malum her yer fare pisliği olunca şlla ayakkabıyla girmek istiyosan etilerde değil de yarım adada çalışmanı tavsiye ederim etilerdeki gibi havası olmasada ayakkabıdan tatmin olabilirsin

  • emre-akyazi says:

    Allah başka dert vermesin “starchitect” kardeşim. Çok zor durumlarda mesleğini icra ettiğin aşikar. Bu millet de hiçbir zaman ayakkabıyla eve girecek muasır medeniyet seviyesine ulaşamaz. Yine de ben ayakkabını çıkardığında da bir mimar olduğunu anlatabilecek imkanları geliştirmeni beklerdim. Bilemiyorum şimdi ama şık bir gömlek pantolon kombiniyle tüpçüden ayrılabilirdin sanki ya da afili bir çorap takımın olabilirdi şöyle üzerinde “I am THE Architect” yazan ama gerçi İngilizce sorun olabilir. Ben mimarın her şartta ve durumda seviyesini koruyabileceğini düşünüyor ve sana çok geçmiş olsun diyorum. Bir de Fikirtepe işi biraz karışık. On sene önce orada evi olanlar senin kadar güzel kız görememiştir diye düşünüyorum. Başarılar dilerim.

  • emre-akyazi says:

    “why so serious?” maaan. Be cool with your Campers (bu arada ithal ayakkabılara da acayip vergi geldi Fikirtepe’de)

    Yazınızı on kere okudum yorum yazmadan önce. Baya kötü bir yazı. Baya baya kötü bir yazı. Anlatımda iğneleme bulmaya çalışmak okuyucunun işi değil. Yazarın bu hissi verebilmesi gerek. Sizin yorumunuzu okuduktan sonra tekrar dönüp okudum; yok. Bir mimar olarak aynı zamanda büyük bir edebiyatçı olduğunuzu zannetmeniz dışında bir iğnelemeyle karşılaşmadım. Bu “avrupai” yazı stili belli ki biz okuyucular tarafından anlaşılamayacak kadar derinmiş.

  • emre-akyazi says:

    Ağır anlaşılan bir yazıya karşı ağır eleştiri yapmak gayet normaldir. Kötü bulunan bir yazı kimi okuyucu tarafından ciddi cümlelerle, (benim gibi) kimi okuyucular tarafından da “iğneleyici” şekilde eleştirilmiştir. Yazıyı ne kadar okursak okuyalım yazarın içsel dünyasını ve yazarkenki iç sesini bilmiyorsak bu yazıdan iğneleme çıkarmak imkansız. İnsanlar okuyup okuduklarına inanamayıp tekrar başkasına okutup daha da inanamayıp etraftakilere okutup inanamama şeklinde bir zincir örerek bu okunma sayısına ulaşılmış vaziyette. İnanın ya da inanmayın Sedat Bey’in yorumundan sonra dahi kinaye, tenkit, iğneleme vs. bulmak pek mümkün değil. Kimin ne tür bir mizah anlayışı içselleştirdiğini gerçekten bilmemekle birlikte ben Nasreddin Hocanın dahi buradan bir fıkra çıkaramayacağını düşünüyorum. O da benim cehaletim olsun. Ama yazı neresinden tutarsan tut, bence, kötü.

  • vural-armutcuoglu says:

    Evde ayakkabıyla dolaşmak bir üstünlük belirtisi midir ? Bir tüpçüden veya tesisatçıdan daha mı üstünsün ?

  • mehmet-bey says:

    Mizahi içerik ve mesleğin kutsallaştırılmasına özeleştiri içerdiği belli, gerçekte olanı abartan ve yaşanılanlardan komiklik çıkarmaya çalışan bu yazıya yapılan yorumlardan kişilerin fazla alıngan olduğunu anlıyorum. X Meslek derneğinin, “bu filmde niye bizim işimizi yapanlar böyle gösteriliyor, biz öyle değiliz” diye basın bildirgesi yayınlayan üyeleri geldi aklıma. Mizah dergileri satışlarında dünya ülkelerini geride bırakmış bir ülkeyiz halbuki, daha anlayışlı ve eleştirilerde üslup sahibi olmamız gerekir.
    9Gag yerine Oğuz Aral’ın Huysuz İhtiyar’ını mizah olarak içselleştirmiş olsaydık, Wikipedia psikiyatristliğiyle komik olduğumuzu sanmazdık mesela.

  • seden-ozdil says:

    eleştiriler bence yersiz ama yazılanlar mizahtır diye eklemenizde bencede iyi olur. insanların tek bir yazınızı okuduğunda ne amaçla yazdığınızı anlayamaması normal. bir de iyi olmayan yazı bir gün bitmeden 500 paylaşılıp 4500 okunmazdı. devamını da bekliyoruz biz.

  • ekin-tufan says:

    Bastan soyleyeyim bu yaziyi begenmedim. Ama buraya yazmama asil sebebiyet veren sey yorumlarin acimasizligi. Bir de aslinda kime kizdiginizi anlayamadim. Yazara mi yoksa arkiteraya mi? Yol yordam ogretmek haddime degil ama nacizane; yaziyi begenmediyseniz begenmezsiniz; arkitera gibi bir sitede ne isi var bu yazinin acaba ben mi bir sey kaciriyorum derseniz yazarin bir yazisini daha okursunuz; yine mi olmadi, yazara notunu verir bir daha okumazsiniz; illa fikir beyan etmek isterseniz ” guzel kardesim sundan sundan dolayi bu yazini begenmedim dersiniz”; hizinizi alamadiysaniz arkiteraya atarsiniz bir mail, onlara karsi olan hayal kirikliklarinizdan bahsedersiniz. Begenilmeyen bir yaziya istinaden kullanilan elestiri uslubu sikayet ettiginiz yazidan daha korkutucu. Mimarligin, insanligin, mesleklerin vs nasil oldugu veya olmadigiyla ilgili nutuklarin arkasinda adam gommeye hevesli eli baltali bir topluluk gorunuyor disaridan. Ben de ITU mimarlik mezunuyum, bu yorumu yazarken bizi asla kirmadan, yapici elestirileri ile ilerlememizi saglayan saygideger hocalarim geldi aklima. Kendilerine buradan tesekkur etmek isterim. Ayrica bir konuda Sedat a katiliyorum: “why so serious?”

  • omer-yilmaz says:

    Arkitera gibi bir kurumdan bunu da beklemezdim Emre Akyazı.

  • omer-yilmaz says:

    Yazıyı değil ama eski bir Kültür Bakanı’nı (güncel bir bakan da gelebilirdi) etkinliğe davet etmesini Arkitera gibi bir kurumdan beklemezdim.

  • omer-yilmaz says:

    Trol, İskandinavya folklorunda genellikle dev ya da cüce olarak resmedilen, mağaralarda yaşayan efsanevî, çirkin bir yaratıktır.

  • faruk-ozgokce1 says:

    Önceki yazılarınızdaki hissedilen ağır ironi kokusu bunda biraz hafif kalmış. Bu yazı biraz daha hızlı ateşte piştiyse demek. 🙂

    Bu arada yorumlarda dikkatimi çekti. röleve değil rölöve olacak. 🙂

  • ced-oner says:

    Bu yazı seksist ve sınıf ayırımcıdır. 100 editöre sorun cevap bu olacaktır. Dalganızı geçin Ömer Bey, biz at gözlüklü mizah anlayışı olmayan mimarlarla. Ama siz de bir at gözlüğünüzü çıkarın da öyle okuyun bu yazıyı, “güzel” olmayan kadının gözünden. Lazer metresi olan tüpçünün gözünden. Evini mimara yaptırmak isteyen ev hanımının gözünden.

  • duygu-yarimbas says:

    ”Arkitera….. (vs) bunu beklemezdim.” olmadığına göre paydaşlar kısmı biraz rahatsız etmiş, -nasıl desem- , ironisi biraz eksik kalmış. İmam trollük yaparsa cemaat 3 dakikada yazdığı yazıyla”mizah” arar, bu yazıda cemaat imamı aşmış bile mesela. (metafor yapıyor olduğumu belirteyim,karışmasın, tek söz sanatı ironi değil.)

    Çirkinlik meselesine gelirsek, canlı ve cansız varlıkları, özellikle de canlıları- güzel ya da çirkin diye tasnif etmemeye gayret ediyorum. ama kendini bu şekilde teşhis eden ”efsanevi ”kişinin bu özeleştirisine (ya da eleştiri demeyelim), itirafına saygı duymam gerektiğini düşündüm. bir de sanki cüceymiş gibi göründü bu mesafeden, uzaklık yanılgısıdır belki, ironili aynadır, odakla merkez arasında farklı göstermektedir.

  • e-seyma-beyler says:

    “İroniden anlamayan nesle aşina değilim.”

  • sezen-ozdemir says:

    Sizi kutluyorum. Elestirilere karsi her seferinde tek dozda kullanacaginiz guzel bir taktik. Arkiterayi gozunde cok buyutenler varsa demek ki.

  • gulistan-durmaz says:

    rölöve alan anlar ancak. Nişantaşında bir dükkanın rölövesini almıştık. ayakkabıları çıkarmadık ama bir usta karizması vardı tabi. o an mimar olduğumu haykırmak istedim beni yok sayan teknisyene ve mal sahibine.

  • emre-akyazi says:

    Arkitera gibi bir kurumdan beklenecek bir yazı (yo yo ironi yok. ciddiyim). Daha iki gün önce AKP’nin yıllardır silahşörlüğünü yapmış, bakanlığa kadar yükselmiş ve ülkenin bu hale gelmesinde büyük pay sahibi olmuş bir zatı AKlama girişimini güya AKP eleştirisi gibi vermiş bir kurumdan bahsediyoruz (http://rktr.co/1Co5g6c) “Halkın üstüne basa basa” bakanlık yapan kişi şu an sanki hiç sorumluluğu yokmuş gibi çıkıp arkiteranın naif ve utana sıkıla sorulan çanak sorularına güler yüzlü cevaplar veriyor. Doğal olarak bu yazı da o röportajdaki kadar ironi dolu algılanıyor. NOT: Bu eleştirimi doğrudan arkitera algısı üzerine yapmaktayım. Bu yazı nasıl yayınlanır (diğer anlamda nasıl sansürlenmez) gibi bir tavrım kesinlikle yoktur. Önceki yorumlarımı da tamamen yazıya yöneltmiş olma niyetindeydim.

  • emre-akyazi says:

    Peki sayın Yılmaz. Şu an birazcık “anlat daha anlat çok güzel anlatıyorsun” algısı oluştu bende. Sizler yazıdan tatmin olmuşsanız elbette bize de tatmin olmak düşer, daha ötesi ne olabilir ki zaten. Yazınıza ve diğer röportajınıza verdiğim rahatsızlıktan dolayı kusura bakmayın.

  • deniz-gezmis says:

    Sayın Emre Akyazı ,

    Ben de Arkitera ve paydaşlarını hiçbir şekilde eleştirmenizi beklemezdim. Ne kadar saçmalasalar da yılmaz bir şekilde eleştiriye karşı koymakta üstlerine yoktur.

    Saygılar ,

  • pinar-demir says:

    Mimarlığın, bir tüpçüden, bir marangozdan yahut bir tesisatçıdan farklı olmayı gerektirdiğini düşünmüyorum. Türkiye’de ki çalışma koşullarını özellikle sorguladığımız bu dönemde bu yazı oldukça sevimsiz gözüktü.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Efendim ben de daha yeni yazı verdim Arkitera’ya Hindistan’a bir gezi hakkında. Yorumları görünce korktum. Arkitera’dan beklemezdim hemen kabul ettiler. Umarım hızlıca yayınlanır. Bana bu kadar sıkı “dalmazsınız” umarım. Keza Sedat’ın en beğendiğim yazısı olmasa bile “mimarın evdeki hali” açısından kabul edilebilir dozda.

    Şimdi ben de bir anı patlatayım. Ekonomik krizde özel butik tasarım yapan ve yeni açtığım mağazamın yeri dolayısılığıyla ciddi kira ödeyen biriydim ben. İmanım gevriyordu kiraya para yetiştirmek için. Elemanım bile yok durumum o kadar fena. Bir odasında mahalle arasındaki raylı dolaptan yaptırıp verim alamayan üst gelir grubundan birileri mağazama genel ölçüler ve fotolarla geldiler. Parasını verip tasarlanmış bir dolap yaptırmak istiyorlardı. Genel olarak tasarladım, fiyatta anlaştık. Evelerine gidip kesin ölçü almam gerekti. Keza ilk ölçüde bazı yanlışlar olabilirdi.

    Eve gittim ailenin yatak odasındayım. Oğlan var harbiden sevimli. Komik bir çocuk çok sevdim ama sevdiğimi anladı pek bir hiperaktif, ölçü almamı engelliyor. Çantamı karıştırıyor, efenim tam ölçü alacağım o köşede arabasıyla oynamak istiyor. Ayaklarımın arasında dolaşıyor. Bu kadar rahatsızlık verirken annesi normal karşılıyor. Çocuğun ismi Demir. Babası da Demir tüccarı. Ben de çocuğum olursa ismini AutoCAD koyarım filan diye düşünürken annesi içeri gidiyor. O sırada yatakta zıplamaya devam eden Demir’e

    “Demircim bak çok zıpladın oynadın, koştun. Bak yanakların kıpkırmızı oldu. Bir rahat dursan ha yavrucum”
    dedim o da bana “Koşmaktan değil o, domates yedim de ondan” dedi. Ay yaramaz ama sevimli. Sormayın.

    Neyse içeri geçtik. Baba da geldi. Hanımefendiden genel olarak son kez istekleri hakkında konuşurken konu yine Demir’e geldi. Ben de içeride bana dediğini anlatayım dedim.

    Kadın şaşırarak “Aaa Demir domates mi yedin” diye panikledi. Baba da açıkladı Demir’in domatese alerjisi varmış. Panikle doktor arandı evde hazır tutulan ilaçlara hücum edildi. Ben de o hengamede ayak altında dolaşmadım kendim kapıyı kapadım ve çıktım evden.

    Neyse ben de arada bir anımı şeetmiş oldum. Bir rahat olsanız arkadaşlar. Bence o kadar kıyamet kopacak bir yazı değil.

    Kolay gele.

  • ahmet-turan-koksal says:

    sonra da o adam gelmiş ve buraya yorum yapmış.
    Yazık piyano da çok acıtır ya…

  • kutlu-bal says:

    Sedat, yapılan bütün bu yorum ve eleştirilerden , bir sonraki yazın için gayet sağlam bir malzeme çıkmış gibi görünüyor. Lucky you!

  • murat-aydin says:

    Sedat, o terliklerle tarz değilsin. Mimar gibi tarz olman için sana pabuç lazım.
    (Bu arada önceki yazılarını okurken hissettiğim “Bu kişi hangi gezegende yaşıyor acaba?” sorusunun cevabını bu yazınla ” Bizim dünyamız hatta Türkiye’de” olarak kanıtladığın için teşekkür ederim.)

  • vural-armutcuoglu says:

    ADAMIN KAFASINA PİYANO DÜŞMÜŞ ÖLMÜŞ

  • onder-yilman says:

    Yazinin ilk okundugunda, usluba yabanci olanlar ustunde yarattigi algi malum. Bu sebeple editoryal acidan “elestirilebilir” bulunabilir. Sedat Bayrak da, yazisinin -klasik tabirle- methiye ile hiciv arasinda dans ettiginin farkindadir zaten ve editoryal yorumlari cevaplamaya deger bulacaktir saniyorum. Belki ironisini bi’ tik daha belli edebilirdi. Ancak bu elbette yazarin ve kismen editorun tercihidir.

    Ve saniyorum ki; “Vay efendim ne kadar sacmalamis. Bu adam kendini ne zannediyor, hangi ulkede yasiyor.” yorumlarinin gelme ihtimalinin hic de dusuk olmadigini, yaziyi Arkitera’ya gonderirken de farkindaydi. Ilk yorumlar sonrasinda istemeye istemeye de olsa alt yazi gecmek zorunda kalinca; ilk yorum sahiplerinin yapacaklari sey, 6 dokunusla “pardon” yazmak olmaliydi kanimca. Ancak “yenemedigin kaleme camur sicrat” siariyla, yazinin 10.000’den fazla kez okunup, 1.000’den fazla kez paylasilmasini, aslinda anlasilmazligina/zor anlasilirligina baglamak, David Lynch, Andrei Tarkovsky, Lars von Trier, Woody Allen gibi yonetmenlerin basarisina da su yorumu yapmak gibidir: Aslinda kotu yonetmenler; sadece anlasilmaz filmler yapiyorlar. Sadece kafa karistiran filmler cektikleri icin oduller aliyor, juri uyelikleri yapiyorlar, filmleri milyonlarca sinemasever tarafindan onlarca yil, kisi basina birden fazla sefer izleniyor.

  • cc-go says:

    Merhabalar,

    Lise son sınıf öğrencisiyim. Hangi okulu tavsiye edersiniz? (yurtiçi yurtdışı farketmez) Tşk.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Terlikle mimarlık konusu çok güzel gelsenize.

  • vural-armutcuoglu says:

    burası bir harika dostum

  • zuhal-sari says:

    Çok hoş 😀 Yazarına baktım tesadüf değil ya, adam güzel yazıyor.

  • seyda-g says:

    “Herkes istediği şeyi söyleyebilmeli ama bazı herkes istediği şeyleri bu şekilde söylemese iyi olur”cu –affınıza sığınarak- yerli George Orwell’ler basmış. Yani üyelik almama sebep oldunuz, hepinize gönül koydum, biliniz.

    Sedat’ın (Sedat diye sesleniyorum, ani samimiyetimi affetsin, affetmiyorsa beni ikaz etsin, derhal tekzip edeyim, kendisine bir kutu çikolata göndereyim. Cümlem zerre sarkazm barındırmıyor.) eleştirdiği her şeysiniz. Her biri birbirinden “Zeus’um, yıldırımlarımı, bulunduğum yüksek yerden banalliğe salmalıyım.” alt metinli paragraflar… Işığı gören gelmiş. Örnekleri paylaşmanız gerçekten düşünceli ve zarif bir tavır. Sanıyorum farkında değilsiniz bu durumun. Olsun. Konu örneklerle açıklansın da makul insanlar daha net vakıf olsun konuya.

    Kimi ironinin dozunu yetersiz bulmuş. İlk etapta ironi olduğu anlaşıldıysa ve anlanan da buysa, dozu yeterlidir. Kimse size ironiden ‘boy vermek’ zorunda değil. Kimse size yazının esas içeriğini bildirmek zorunda da değil. “Şunu yazmalısın, bunu yazmalısın, onu ise böyle yazmalısın.” demek kimsenin haddine değil. Bir iletişim yöntemi olarak, anlaşılmayan noktaları sorarsanız zannediyorum cevap verilecektir, cevap vermek nezaket gereğidir çünkü. Ancak, “Ben beğenmedim, sebeplerim şunlardır” demek hakkınızdır, hakkınızı yedirmeyiniz.

    “Akp” demiş. “Nasıl ki?” demiş. “Davet” demiş. “Bizden değildir :/” demiş. Şu anki oy yüksekliğinin, kinin sebebi; susturmaktır, izin vermemektir. Demokrasi bazı kişilerin daha iyi bilmesi ve dolayısıyla konuşma hakkına sadece o bazılarının erişmesi değildir. Demokrasi “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu nasıl bir olur?” demez. Demokrasi her fikrin kendini beyan edebilmesini, her dileyenin kendi fikri etrafında örgütlenebilmesini ve çalışabilmesini sağlamalıdır. Susturarak, sansürleyerek, bastırarak hiçbir yere varılmamıştır, varılmayacaktır. Bu konuda her bireyin özeleştirisini yapmasının vakti gelmiştir. Yapılmıyorsa, elimizde kalan insanlık değil, ziyandır. Voltaire’e ve cümlesine bir “duyan kulak” tutmak lazım: “Seninle aynı fikirde değilim ama bunu söyleme özgürlüğün için canımı veririm.” Mevzu akp’li bir eski bakanın bir yere davet edilmesi olmamalıdır, aksine susturulmasını engellemek olmalıdır. Karşıt fikirler ile nezaket içerisinde konuşmak elzemdir ve nezaketin tezahürü her bireyde farklıdır. İnsanlar karşıt fikre gülümseyebilir yani arkadaşlar. Arkitera’nın gülümseyen bir muhalif olduğunu iddia etmiyorum, zira bunu benim bilmem imkânsız, işaret etmem ise yaftacı bir tutum olacaktır, aynı zamanda bir kişi üzerinden bütün kitleyi bir potada eritmek haddime değil. Demeye çalıştığım şey; Arkitera’nın ifadesinin, beyanının, düşüncesinin, salt bu sebep sana uymadığı için, ‘tu kaka’ ilan edilmesinin korkunç olduğudur. Aslında bu tavır, Sedat’ın eleştirdiği tutumla uyuşuyor. Biri rakıysa diğeri buz, biri Laurel ise diğeri Hardy. Çağdaşlık kisvesi zannındaki bu dimağ ürünleri, akp muhalefetini tek ve gerçek muhaliflik addetmekte, bundan dolayı ‘haklılık’ talebinde bulunmakta ancak içerikte buram buram faşizm kokmaktadır. Bu noktada saldıracağınız için bir not daha düşmek isterim: Akp şiddetle muhalefet ettiğim bir siyasal partidir. İşte, faşizm susma zorunluluğu değil, söyleme mecburiyetidir. Bu paragrafı yazarken klavyeye basan parmaklarım sempatiyle değil, hedefine yönelmiş safi bir öfkeyle güdümlenmiştir, bilmenizi ve cümlemdeki samimiyete inanmanızı dilerim. Düşünsel yumruklarım (gerçeğinde onları klavyede kullanıyorum, okuyor olduğunuz gibi) ve gerçek dişlerim sıkılmış durumda. İnsanlık onurunu savunmakla mükellefsiniz. Düşünceye karşı argüman sunma hakkınız için, karşıt düşünceyi duymakla mükellefsiniz. O düşünceyi duymakla, duymuyorsanız duyulmasını sağlamakla mükellefsiniz. Şövalyelik suçlamasında bulunmak için, sir ilan etme yetkisindeki –yani monarşi zincirinin en üstündeki- kişiye açılan yolların sebebini anlamakla mükellefsiniz. Bu yolların tekrar açılmamasının yolunu öğrenmekle, uygulamakla mükellefsiniz. Suya sabuna dokunmakla mükellefsiniz. Biz’lerle ya da Onlar’la fikir yarıştırmakla, gerektiğinde çatışmakla mükellefsiniz ve çatışabilmek için, Siz’ler dışındaki cümlelerin güvenliğini sağlamakla mükellefsiniz. Her cümlemin sonuna “mükellefsiniz” yazmamı engelleyecek izanı edinmekle mükellefsiniz.

    Guy de Maupassant Eyfel’i çirkin bulurmuş bir söylentiye göre ancak her gün de Eyfel’de yemek yermiş. Nedenini sormuşlar, cevap vermiş: “Yemek yerken bu çirkin yapıyı görmek istemiyorum, görmediğim tek yer de burası.” diye. Yok saymış. Ancak yok etmemiş tabi. Yok saymak, görmemeye çalışmak; yok etmek değildir. Şimdi yemek yemekle konu arasında kurduğum ilişkiye gelecekte alt yazı geçme tehlikesi olduğunu fark ettim, inceden bir dert bastı ancak silmeyeceğim. İçimdeki çakma Nostradamus, tekrar gelip cevap yetiştireceğimi fısıldıyor, o zaman bakarız.

    Bir de naçizane sıkıntımdır. Bağlaçların bitişikliğini, noktalama işaretlerinden önce bırakılan boşluklar ile sonrasında bırakılmayan boşlukları kınıyorum. Öyle yazmayın. Şaka şaka, nasıl isterseniz yazın, müdahil olacak halim yok. Kendimle çelişmeye akşam akşam gücüm yok. Yalnız okunması çok zor.

    Cinsiyetçilik ile ilgili bu notu düşüyorum, not herhangi bir zümreye, kişiye, kuruma sataşmamaktadır, konuyla ilgili direkt Arkitera’ya seslenmektedir (şikayeti başka nereden iletebileceğimin yollarına bakmam gerekiyor olabilir, bilemedim şimdi): Arkitera’nın kendinden yüklü profil ‘resimsizliği’ cinsiyetçidir. Üye olan ancak profil resmi/ fotoğrafı bulunmayan kişi neden erkek silüetinde olmak zorunda kalsın? Bal porsuğu silüeti talep ediyorum. Verilebilecek en yaygın cevabı kurup, ona da cevap verip, aşağıdaki hayali dialog ile derhal konuyu ekarte ediyorum:

    – Kendin yükleyebilirsin, dert ettiğin şeye bak.
    – Kardeşim, her şeye bir yorum yapmayın ya. Ben ekstra bir şey yapmak zorunda değilim. İster yüklerim, ister yüklemem. Dayatılmaya tepkimi ekstra bir hamle ile vermek zorunda değilim.
    Efendim, saygılar, sevgiler.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Her şey iyi gidiyordu da şu cinsiyetçiliğe gelmeseydik. (Seyda g yazınızı beğendim demek istiyorum)

    Arkitera içinde numunelik birkaç erkek çalıştıran dişi dolu bir kurumdur. Bazen ofislerini ziyaret ettiğimde (Arkitera ile arkadaşlarımın orada çalışması dışında bir bağım yok) erkek muhabbeti yapmak için arka odada tek başına kalıp sonra yine içeri girdiğim doğrudur. Arkitera’da bugüne kadar 100 kişi çalışmışsa bunun 93’ü dişidir. Vallahi öyle. Hal böyleyken dişilere kötü muamele gibi bir durum her yerde olur burada olmaz.

    Ne Sedat’ı ne de Arkitera’yı koruyacak değilim. Zaten Sedat’a “Diğer yazılarını çok hoş. Çok beğenmiştim onları ama yalan yok bunu beğenmedim” diyecek kadar dürsütüm.

    Gelelim avatar meselesine. Ben kısa saçlı kadınları daha estetik bulurum. Zaten söz konusu avatarın kaynağı şuradan olabilir.

    http://rktr.co/12oFmi0

    Hem ne güzel, dişi üyelerin hemen bu avatardan kurtulması için bir dürtü de yaratabilir.
    Fakat sizi temin ederim ki dert “kadınları aşağılamak” olmasa gerek.

    Yine de haklısınız ben Arkitera’daki arkadaşlara bir baskıda bulunayım da “yumurta” gibi bir şey yapsınlar. Tivütır gibi.

    Yani Arkitera gibi bir kurumdan beklemezdim diyorum. hehehe

    Yorumunuzu beğendim ama. 🙂

  • derya-gursel says:

    Gülmek devrimci bir eylemdir… Somurtmaya lüzum görmüyoruz. Sevgiler herkese.

  • seyda-g says:

    Ahmet Turan diyorum, samimiyetimi affetsin o da, “demeyeceksin” diyorsa hemen bir tokat aşk etsin bana 🙂 İfade tarzımın bir miktar saldırgan görüldüğü doğrudur. Zaman zaman hakarete vardığı düşünülebilir. Amma lakin ki böyle değildir. Bu durum üzerinde çalışıyorum, daha gözle görülür bir başarı kaydedemedim. Sonuç olarak derdim saldırmak değil, sert kelimeler, ben onları daha iyi ifade edemediğim için. Bireysel saldırı gibi algılamazsa sevinirim.

    Şimdiiiii,

    Arkitera’nın numunelik erkekleri ile dişi çoğunluğu benim bilmem gereken şeyler değil. Burada, bir önceki yazımda bahsettiğim konuya değmiş oluyoruz esasen. Arkitera’yı, olduğu ama bizim bilmediğimiz bir tarafından kitlesel olarak doğru nitelemem beklenmiş. Bunu yapmayacağım. Akp’nin eski bakanı ile gülerek yapılan röportajdan dolayı, siyasi görüşlerini bilmediğimiz insanların oluşturduğu bir yapıyı, kitlesel olarak iktidar ‘sevici’ addetmediğim gibi, bunun mutlak uzantısı olarak gelen “ve onlar bundan dolayı kötüdür” algısını takip etmediğim gibi. Burada bir yanlış anlaşmaya da değinmekte fayda var, yeri geldi çünkü. Cümlemi aynen alıntıyorum: “Arkitera’nın kendinden yüklü profil ‘resimsizliği’ cinsiyetçi”liği. Cümlem “Arkitera cinsiyetçidir” demiyor, “avatarı cinsiyetçidir” diyor. Cümlem “ve onlar bundan dolayı kadınları aşağılıyor, dertleri bu” demiyor, “bunu beğenmedim, bu bu sebepten” demeye çalışıyor, daha demedi, devamında öyle diyor da devamını alıntılamadım. Bu kadar cümleyi de devamından alıntı yapmadığım için yazdım, goygoya büyük bir sevdam var. Neyse. Daha önceki yorgunluğum yine var, kendimle çelişmeye gücüm yok. Bana sunulan yegâne avatar alternatifi üzerinden bütün oluşumu cinsiyetçi olarak ‘yaftalamam’, eleştirdiğim diğer bütün insanlarla aynı kulvarda koştuğumu gösterir. Bundan şiddetle imtina ederim. Onun dışında, çelişkilerimi seviyorum tabi, ilginç buluyorum onları, kendilerine ilgim var yani. Doğrularım mutlak doğrular değil.

    Ahmet Turan Arkitera adına konuşmadığını belirtmiş. Bu paragraf, bu bilgiyi hep hatırlayarak yazıldı. Şimdi bir de şu var: biliyor olsam bile, bu bir savunma değil, bu elimde bulunan yanlış şeyi doğru yapmaz. Yanlışlık “Ama aslında doğru bir kaynağı var, ondan bence doğrusal bir yanlışlığı var bu konunun” diyerek, daha az yanlış bir hale getirilemez. Bir şey daha az yanlış, daha çok yanlış diye değerlendirilemez, yanlışlık hakkaniyetine bakılmaksızın elimine edilmelidir. “Belki kısa saçlı kadınlardır onlar” afakî bir bakıştır, duruma “ha tamam o zaman” diye bakmamı sağlamaz. Ahmet Turan’ın daha estetik bulduğu kısa saçlı kadınlar, konunun ‘belki’ açıklaması olmuyor, biraz kaçak güreşmek, laf olsun diye laf söylemek oluyor. Ahmet Turan’ın bu avatara baktığında ‘belki’ kısa saçlı kadınlar görmesi, ‘belki’ kısa saçlı kadınlar olabileceğini düşünmesi, orada bulunan silüetin genel algısı değildir. Orada saçları uzun, zemini de pembe renk olan bir avatar bulunsun diyelim. Erkeklerin buna reaksiyon vereceklerini varsayalım.

    Bu arada, varsayalım? Varsayılmayacak kadar reel reaksiyonların geleceğini hepimiz biliyoruz. Erkekler, geleneksel olarak, kadın gibi addedilmemeye, bizimkinden çok daha yoğun bir çaba harcarlar. Çünkü kadının erkek gibi kadın olması literatürde iltifat, aynı anda kadın gibi davranmaması da hakaret iken, erkeğin “karı gibi gülmesi” kabul edilemez. İnsanlar adem ‘oğlu’dur.

    Şahsi fikrimdir; kadınlara yapılan haksızlıklar aşikar, belki de insanlığın oluşundan bu yana var, kadınlar azınlık da değildir, çok korkunç bir durum yani bu genel çerçevede. Her tür sömürü kadınlar üzerinde uygulanır, her türlü hak erkeklerindir. Ancak erkeklere de haksızlık ettik. Erkekleri gülmemeye ‘teşvik ettik’, dövüşmedikleri zaman “nasıl erkeksin sen”le ‘hadlerini bildirdik’, kıskanmadıkları zaman masaya vurmamakla, adam olmamakla ‘suçladık’, askere gitmek istemeyişlerini ‘erkeklikle bağdaştıramadık’… Erkeklerin muazzam ‘haklılığına’ zemin hazırlamaya devam ettik, devam ediyoruz. Bizler erkeklerin gözyaşlarına yazık ettik. Şimdi Ahmet Turan’a değil, genel okuyucu kitlesine sesleniyorum: “Kadınların çektikleri ile erkeklerin çektikleri bir mi?” ile bana gelmeyelim, bahsim o değil. O bahse geçersek, haksızlıkları karşılaştırıp üstün gelen haksızlıkları sıralayacaksak, kadınların yanında olacağım da aşikar. Ya da gelelim, siz bilirsiniz, şimdiden –aynı cümleyi tekrarlayayım- kadınların yanında olacağım ve yazının çift kişilik çarşaf kadar yer kaplamasından da anlayacağınız gibi, çok konuşuyorum.
    Şimdi devam edelim.

    Benim bu reaksiyonlara “Yha ben de küçükken Terry Grandchester’a aşık olduğum için sanırım, uzun saçlı erkekleri daha estetik bulurum. O, o demektir, Arkitera size “karı gibi” demiyor bence. O bunu demek istemiştir http://rktr.co/1vmYnsf

    Dişi üyelerin bu avatardan derhal kurtulması çözüm değil. Sonuçta rahatsız olmamak için benim bir şey yapmam gerekiyor. Kimsenin, beni rahatsız etmemek adına bir çabası yok. Rahatsız olduğum durumlardan, kendi çabamla bireysel kurtulmam öneriliyor, bunu sağlamanın genelliği önemsenmiyor. Bunu yapabilirim pek tabi, lütfedilmiş bir hak. Ancak benim bahsettiğim şey hedonizm değildir, politik bir tavırdır. Ulrike Meinhof der ki: “Protesto, bana neyin yanlış geldiğini söylememdir…”

    Bu arada renk konusunu da empati sürecine kolaylık olsun diye dile getirdim. Renklerin cinsiyetlere atfedilmesi benim doğru bulduğum bir şey değil tabi, bütün renkler hepimizindir. Arkitera’ya “altına bir de mavi koymuşum yaaa, pembe yap onu :/” demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Renk demişken, mimarlar mimar oldukları için süper insanlar olduğundan, başka bir şey yapmaya gerek duymuyorlar. Ben yine de bu ‘mimarlıklarından dolayı kendiliklerinden mikemmel’ oluşlara naçizane bir öneri getireyim. Ying xiong filmini seyrediniz.

    Not: Terry Grandchester hayranlığım gerçektir. Evet. bir anime karakteri. Çizilmiş bir şey. Evet :/

  • yasin-ozcelik-2 says:

    Sizin zamanlarınızda Galoş yoktu herhalde. 🙂 Lazerle Show yapacağına Galoş ile show yapabilirdin.
    Bu arada seramikcilerde de lazer var dedin küçümsedin ya. Emin ol o lazeri seramikciler senden daha iyi kullanıyor.

  • zuhal-sari says:

    Güzel bir yazıdan tat almayı bilmeyenlerin ‘keşke benim olsa’ cinsi yorumlarına anlam veremiyorum gerçekten

  • mehmet-hilmi-duysak says:

    Dilerim bundan sonra rölöve almaya giderken yanında bir çift ayakkabı (evde giymek için tabi…) bulundurursun… 🙂

  • isa-haeri says:

    Bence burdaki çözüm GALOŞ ola bilirdi:))galoşu hafife almiyalım ,aldırtmıyalım…

  • beyza-yaran says:

    hikayenin bir yerinde kendini über karizmatik hisseden mimarın arsızca sırıtan bir ayak parmağıyla gözgöze gelmesini bekledim. mimara oradan hello bende burdayım demesini hoş olurdu 🙁 yaşayan ev rölövesi 2 kısımda ele alınmalı çünkü 1) ayak kokusu 2) delik çoraptan fırlayan baş parmak 🙁

Bir yanıt yazın