“İnsanların Mağduriyetleri Toplumsal Dayanışmayla Giderilebilir”

Suriçi'ndeki çatışmalar ve acele kamulaştırma sonrası durum ve Diyarbakır'daki diğer kentsel dönüşüm projeleriyle ile ilgili, Diyarbakır Mimarlar Odası Yönetim Kurulu Üyesi Herdem Doğrul ile konuştuk.

Ekin Bozkurt: Sur’daki en son durum nedir? Acele kamulaştırma kararından sonra bir çalışma başlatıldı mı hiç?

Herdem Doğrul: Sur’un durumuyla ilgili çok sağlıklı bilgi vermek mümkün değil çünkü henüz Sur’a girebilmiş değiliz. Alanda hasar tespiti yapamadık. Başvurularımıza rağmen alana girişimize izin verilmedi ve şu an orada gayri hukuki bir çalışma yürütülüyor. Çatışmaların bitmesinin hemen ardından orada ciddi bir yıkım işlemi başladı. Uydu fotoğraflarından ya da 14 sokakta kısmi olarak kaldırılan yasaktan sonra içeride halkın ve basının çektiği fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla çok büyük bir yıkım var. Yasağın kaldırıldığı 14 sokaktan birinin binasından fotoğraf çekilmiş. Fotoğraflarda Sur’da koca koca meydanların açıldığı, yüzlerce konutun yıkıldığını görüyoruz. Bunların arasında tescilli, tarihi yapılar da var. Planlı bir yıkım işlemi yok aslında. Sur’la ilgili alınan, 9 yerde geçici güvenlik noktasının yapılması kararıyla birlikte, o güvenlik noktalarının oluşturacağı bölgelerde geniş caddelerin açılması, bulvarların, meydanların oluşturulması şeklinde bir çalışma yürüyor ve önlerine ne çıkarsa yıkıp gidiyorlar. Geçici güvenlik noktaları da kısmi olarak yapıldı. Onların da bir iki fotoğrafını gördük sadece. Güvenlik noktalarından kaçını yapıp kaçını yapmadıkları konusunda detaylı bilgi sahibi değiliz.


Suriçi 2015, Suriçi 2016

Acele kamulaştırma meselesinden sonra henüz başlatılmış bir çalışma yok. Acele kamulaştırma kararı alındı ama Sur’daki mülk sahiplerinin özellikle bu konuda henüz temin ettiği birşey yok. Dava süreçleri devam ediyor, biliyorsun bir itiraz süresi var bunun. 750’ye yakın başvuru oldu ve 750 başvuruda dosyalar ortaklaştırılarak toplamda zannediyorum 30’a yakın ayrı ayrı dosyayla dava başvurusu yapıldı. Biz davaları açarken hem acele kamulaştırmaya, hem 2012’deki riskli alan kararına itiraz ettik. O iki kararı tek dilekçeyle verdiğimiz için dosyayı kabul ettiler, incelediler, incelemeden sonra savunma da aldılar. Savunma aldıktan sonra dediler ki “usülde hata var, dilekçe böyle olmaz, bu iki ayrı itirazı tek dilekçe ile veremezsiniz, ikisi farklı konulardır, ayrı ayrı dilekçeler düzenlemeniz gerekir.” O yüzden dilekçelere ret cevabı verildi. Mahkeme yoluyla da henüz bir aşama katedebilmiş değiliz. O dilekçeler şu an tekrar düzenleniyor ve tekrar verilecek. Yani dava açılmış durumda şu an. İtiraz ettiğimiz tarihten itibaren dava açılmış görünecek.


Suriçi’nde yıkımın olduğu alanlar


Suriçi’nde yıkımın olduğu alanlar

Sur’daki durum özetle bu. Toplamda 550’ye yakın tescilli yapının bulunduğu Suriçi’nde, 550 yapının 332 adeti çatışmaların yaşandığı yasaklı mahallelerde bulunuyor. O yapılardan kaçı ayakta, kaçı sağlam, kaçını yıktılar; kaçı çatışmalardan dolayı yıkıldı, kaçı sonradan kepçelerle yıkıldı, bunlara dair bir tespit yapma şansımız yok. Kentsel sit alanı olan bir yerde normalde iş makineleri çalışamazken, orada kapsamlı bir yıkım çalışması ağır iş makineleriyle yürüyor. Yani bu süreç aslında başından sonuna hukuksuz bir şekilde ilerliyor. Acele kamulaştırma kararının kendisinde zaten hukuksuz bir yol alındı. Çünkü 2012 Riskli Alan kararı gerekçe gösterilerek acele kamulaştırma kararı alındı ama riskli alan kararı acele kamulaştırmaya gerekçe olamaz.

Çatışmanın hiç yaşanmadığı mahallelerde bile acele kamulaştırma kararı alınıyor. “


Yani zaten iki ayrı durum aslında. Riskli alan ilan edildiği tarihte neticede orada savaş yoktu.

Evet. Riski alan kararı 2012’de alınmıştı ama 2012’den bu yana bu kararla ilgili Suriçi’nde herhangi bir işlem yapmış değiller. Suriçi’nde kısmi olarak bazı çok katlı yapıların yıkılması öngörülüyordu. Bu yapılarla ilgili riskli kararının alınması için zannediyorum Büyükşehir Belediyesi’nin bir talebi olmuş. Bakanlık bunu fırsat bilerek bütün alanı riskli alan ilan ediyor. Belki daha uzun vadede, örneğin 5 senede yapılacak yıkım, çatışmalar gerekçe gösterilerek 3 ayda yapıldı. O yıkım çalışmaları hala devam ediyor. Ve hem riskli alan kararı, hem de acele kamulaştırma kararı sadece çatışmaların yaşandığı mahallelerle sınırlı bir karar değil. Suriçi’nin tamamını kapsıyor. Yani acele kamulaştırma kararı, bütün bir ilçenin, Suriçi’nin devletin mülkiyetine geçmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla burada da bir çelişki var. Çatışmanın hiç yaşanmadığı mahallelerde bile acele kamulaştırma kararı alınıyor. Çatışmaların olduğu dönemde bir günlüğüne yasak kaldırıldı. Yasağın kaldırıldığı gün çatışmanın yaşanmadığı bu mahalleler de boşaltıldı. Şimdi yasak kaldırılmadığı için insanlar evlerine dönemiyorlar. Döndüklerinde de zaten evlerini bulamıyorlar yerlerinde.

Ne kadar kişi evlerine dönemiyor şu an tahmini olarak?

O çatışmaların yaşandığı bölgelerden göç eden nüfus tahmini 20.000’in üzerinde. Çatışmalardan dolayı insanlar çıktılar oradan, bir daha da geri dönemediler. Buna izin verilmedi. Çatışmaların bitmesinden sonra da insanlar evlerine geri dönemediler. Yasaklar hala devam ediyor. Sadece 14 sokakta göstermelik olarak yasağın kaldırılması söz konusu oldu. 14 sokakta yasağı kaldırarak aslında Sur’daki yasağı gündemden düşürmüş oldular. Sur’daki yasak konuşulmamaya başladı. İnsanların algısında, toplumun algısında Sur’daki yasak kalkmış gibi algılandı ama yasağın kalktığı 14 sokak toplamın onda biri bile değil. Çok küçük bir alan.

Yasağın kalkmadığı sokak sayısı?

Sokak sayısını bilmiyoruz. Ama yasak 6 mahallede devam ediyor.

“En büyük miras insandır. Onu kaybettikten sonra oradaki yapıları korumanız birşey ifade etmiyor.”


2012’deki Suriçi’nde Riskli Alan kararı verilmeden önceki süreç nasıl? Suriçi’ni dönüştürmekle ilgili bir süreç var mıydı 2012’den önce?

Evet, kentsel dönüşümle ilgili çalışmalar 2009’da başladı. 2012’de bu fiiliyata geçti. Bazı mahallelerde yıkım da başladı. Özellikle Alipaşa ve Lalabey Mahalleleri’nde yıkım işlemi yapıldı. Evlerinden çıkarılan insanlar Diyarbakır Çölgüzeli’nde Urfa Yolu üzerinde bulunan yeni TOKİ binalarına yerleştirildi. Sorun aslında zaten oradan başlıyor. O dönemde bu çalışmalar yapılmaya başlandığında buna dair çok ciddi bir itiraz gelişmedi; bir muhalefet gelişmedi; aslında bu meşru da görüldü. Çünkü Suriçi’nde yaşayan kitle ve mevcut yapılaşma, gecekondulaşma toplumun büyük bir kesimi tarafından, yerel yönetimler tarafından ve hükümet tarafından bir tehdit olarak görülüyordu. Kentsel dönüşümü Büyükşehir Belediyesi TOKİ’yle birlikte yaptı o dönem. Dönüşüme gerekçe olarak gösterilen şey, Sur’da silueti bozan, kimi çok katlı binaların olduğu, bu binaların yıkılması gerektiği, risk teşkil ettiğiydi; ama sonradan yapılan saha çalışmasında görüldü ki o çok katlı yapılaşmalar alanın sadece %6’sını kapsıyor. Yani öyle çok da vahim bir durum yokmuş ortada. İşte o dönem birlikte başlanılan bir çalışma, bu güne kadar getirdi bizi. Bir yerden başlanıldı mı, ipin ucu kaçtı mı, gerisi geliyor. Devlet bunu her türlü fırsata çeviriyor.

O dönemde belki çok “masum” yaklaşıldı bu meseleye ama devletin bu konudaki politikalarını biliyoruz. Çok da masum değiller. Gayet de acımasız davranıyorlar. Bunun Türkiye’de bir sürü örneği var: Sulukule var, Tarlabaşı var, Ayazma var, Ankara’da Dikmen Vadisi var mesela. Ve bu tamamen orada yaşayan yerel halkın oradan çıkarılmasına yönelik bir politikadır. Kavramsal olarak “soylulaştırma” diye nitelendiriliyor. Mahalleliyi, yoksul halkı oradan çıkarıp, orayı ranta açma; yeniden inşa etme ve birtakım kimselere peşkeş çekme politikası vardır. Sur’da biraz mesele değişti. Daha politik, daha ideolojik bir kavgaya dönüştü bu iş. Büyük bir travma yaşanıyor aslında Suriçi’nde. Mesele, orayı soylulaştırma, ranta açma üzerinden yürümüyor. Bu aslında bir iskan politikası olarak da güncelliğini koruyor. Çünkü baktığınız zaman bu yasaklar, kamulaştırma, yıkım işlemleri sadece Suriçi için geçerli değil. Silopi’de, Cizre’de, Gever’de, İdil’de, Nusaybin’de, bu alanın tamamında böyle bir planları var, yıkım işleri devam ediyor. Nusaybin’de de mesela hala yasak kalkmadı. Planlanan şey, o nüfusu oradan göç ettirmek.

Bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri devam eden bir iskan politikası. Devletin resmi politikasıdır yani, bunu gizleyerek de yapmıyorlar. En başta oradaki nüfus, orada yaşayan halk devlet nezdinde tehlike arzediyor. Dolayısıyla, devlet aklıyla baktığımızda, o nüfusun oradan çıkarılması gerekiyor, dağıtılması gerekiyor. Politika da buna dönük ilerliyor. Bu meseleyi sadece rant odaklı olarak tartışmanın, ya da sadece yapısal, fiziki yapıyı tartışmanın, konuşmanın bize çok da bir getirisi olacağını düşünmüyorum. Çünkü kültürel mirastan bahsediyorsak, en büyük miras insandır. Onu kaybettikten sonra oradaki yapıları korumanız birşey ifade etmiyor. Dolayısıyla bu tartışmayı, bütün bu süreci insan odaklı değerlendirmek ve insan odaklı tartışmak, konuşmak en makbülü, en mantıklısı ve bunun üzerine yoğunlaşmak gerekiyor.

Bir kent yeniden inşa edilebilir, bu çok da zor değil, bu kentler ilk defa savaş görmüyorlar, ilk defa yıkılmıyorlar, dolayısıyla daha aklı selim bir yöntemle bu kentler yeniden inşa edilebilir. Esas, halkın yaşadığı travmaları ve mağduriyetleri konuşmak gerek. Bakıyorsunuz, bugün insanlar çadırlarda yaşıyorlar. İki ay sonra kış koşulları başlayacak. Diyarbakır merkezde belki çok sıkıntı olmayacak, yani Sur’daki aileler bir şekilde kendilerine barınabilecek bir yer bulabiliyorlar. Ama mesela Cizre’de, Gever’de insanlar çok daha zor koşullarda yaşamak zorunda kalacaklar. Yani daha büyük tehlikeler, riskler bekliyor bizi.
Gever’de biliyorsunuz insanlar ilk geri döndüklerinde evlerinin yıkıntılarının olduğu alanlara çadır kurdular, kenti terketmemek adına. Ama emniyet görüntü kirliliği yaratıyor gerekçesiyle o çadırları kaldırdı. Diyarbakır’da öyle bir durum yaşanmadı. Burada insanlar ya köylerine gittiler, ya akrabalarına gittiler. Ya da kentin başka bir yerinde ev kiraladılar. 3 aile, 3 nüfus aynı evde kalmak zorunda kalıyor bazen. Ama mesela Şırnak’da ve Cizre’de bu çok yoğun yaşanıyor. Şırnak’a yakın yerlerde halk çadırlarda yaşıyor. Gever’de keza öyle. İnsanlar kentin dışında bir yerlerde çadırda, sokakta yaşıyorlar.

Oralarda yerel yönetimin kış şartları için herhangi bir hazırlığı yok mu?

Yani şimdi aslında, toplumsal dayanışma bu toplum için artık bir tercih olmaktan çıktı, bir zorunluluğa dönüştü. Devletin bu konuda makul bir adımı yok. O insanların mağduriyetlerini giderme konusunda bir adım atmıyorlar, çünkü mağdur edenin kendisi devlet. Bu konuda esas görev aslında sivil topluma düşüyor. O halkın mağduriyetlerini gidermek bizlerin üstüne düşüyor. O konuda çalışmalar var, kampanyalar yürütülüyor. Örneğin beyaz eşya, buzdolabı kampanyası var. Kardeş aile kampanyası yürütülüyor mesela. İki gün önce Nusaybin’e gidilerek kardeş aile kampanyası başlatıldı. Bu sorun ancak bu şekilde bir dayanışma kültürüyle aşılabilir. Onun dışında, tek başına yerel yönetimlerin altından kalkabileceği bir iş değil bu, öyle bir imkanları da yok. Onların da önümüzdeki dönemlerde başlarına ne geleceği belli değil. Bu meseleye toplumsal dayanışmayla yaklaşmak gerekiyor.

“Bir kentsel sit alanında, ağır iş makineleriyle enkaz kaldırılmaz.”


Mimarlar Odası’nın yerinden edilenlere yardım konusunda çalışmaları oluyor mu?

Odanın yardım toplama yetkisi yok. Böyle bir kampanya yürütemiyoruz. TMMOB yarı kamu kurumu niteliğinde olduğu için yetki alanımızda değil. Ama biz daha çok üyelerimizle iletişim sağlayarak bunu yürütmeye çalışıyoruz. Üyelerimiz de sağolsunlar bu konuda ellerinden gelen katkıyı sağlıyorlar. TMMOB genel merkezinin aldığı kararla buzdolabı kampanyası başlatıldı. O şimdi bütün Türkiye genelinde yürütülmeye çalışılıyor. TMMOB’a bağlı bütün şubelerin bu konudan haberi var. Ama bu çalışma maalesef yeterli düzeyde değil. 

Suriçi’nde bulunan Dengbej Evi Mimarlar Odası’nın mülkiyetinde. 2007 yılında orası alınıp restore edildikten sonra büyükşehir belediyesiyle bir protokol yapıldı ve Dengbej Evi bir kültürel faaliyet mekanı olarak tahsis edildi. Mülkiyeti bizde olduğu için biz Dengbej Evi’nin acele kamulaştırma kararına ayrıca bir itiraz davası açtık.

Onun dışında bütün bu süreçte aslında görevini yerine getirmeyen veya kötüye kullanan bir sürü yetkili var. Suriçi kentsel sit alanı olduğu için, koruma kurulunun onayı olmadan, izni olmadan orada bir çivi dahi çakılamaz. Ama koruma kurulu asli görevini yerine getirmeyip, üstüne bunlara icazet veren bir politika izledi. Karakol yapımlarına, yıkımlara, sit alanında ağır iş makinelerinin çalışmasına, Sur’da gözetleme kulelerinin yapılmasına izin verdi. Bunun gibi birsürü vahim kararları var. Koruma kurulu aslında son birkaç yıldır böyle bir çalışma yürütüyor. Bakanlıktan gelen hiçbir talebi geri çevirmiyor. Tescilli yapıların tescilini kaldırıyor, yıkımına izin veriyor.

Mesela Diyarbakır’da Anıtpark’ın karşısında tescilli yapıların olduğu Karayolları Yerleşkesi var. Kentin tam merkezinde, tescilli Cumhuriyet dönemi mimarisini içerir. Hem de alanın kendisi aslında kentin nefes alma koridorudur. Karayolları bölgesi’nden başlar, şehitlikte DSİ bölgesine kadar devam eder. Karayolları bölgesi, Anıtpark, stadyum, DSİ yerleşkesi kentin içerisindeki bu nefes alma koridorunu oluşturur. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın talebiyle oraya bir AVM+cami yapılmak isteniyor. 15.000 metrekarelik bir alan ve yüzlerce ağaç var. Yıkıma başlamışlar. Onlarca ağaç kesilmiş durumda. Mesela koruma kurulu o alandaki tescilleri kaldırarak buna icazet verdi. Daha önce kendisinin 2011’de tescillediği bir alan. “Bu yapılar Cumhuriyet dönemi eserleridir, örnekleridir, o yüzden tescillenmesi gerekir.” diyen koruma kurulu, Diyanet İşleri’nin cami yapma talebine karşılık tescilleri kaldırdı. Bir haftadır orada yıkım devam ediyor. 


Karayolları Yerleşkesi’de ağaç kesimi

Yine koruma kurulunun tescillediği Cumhuriyet dönemi mimari örneklerinden DSİ yerleşkesinde de o dönem üniversite yapılmak istendi. Koruma Kurulu oraya ilişkin talebi de değerlendirdi ve oranın da tescilini kaldırdı. Biz ikisinde de tescillerin kaldırılmasına itiraz davası açmıştık. Şans eseri, DSİ yerleşkesine yapılmak istenen üniversite cemaatin üniversitesiydi. Biz davayı açtığımız dönem cemaat AKP kavgası başlayınca, bilirkişi orada bizim lehimize rapor verdi: “Burada tescillerin kaldırılması hatalıdır.” diye. Biz o davayı kazandık, cemaat oraya üniversite yapamadı ama aynı bilirkişi Karayolları’nda aleyhimize rapor verdi. Aynı alanlar hemen hemen, yapı özellikleri aynı, mimari özellikleri aynı; aynı bilirkişi birine olumlu rapor veriyor, birine olumsuz rapor veriyor. 

Kente dönük aslında çok kapsamlı bir saldırı var. Yine, Tahir Elçi Kent Ormanı’na yapılmak istenen bir garnizon kent var mesela. 2.900 dönümlük bir alan. Kentin gelişme yönündeki tek yeşil alan. Genelkurmayın şöyle bir savunması var mesela orayla ilgili: “Biz garnizon kenti yapacağız ama zaten askeriyenin de bahçesi var, o da yeşil alandır.” Hemen Lice’nin girişinde de Dakyanus Antik Kenti var. Antik Kentin üzerine karakol yapımı kararı alındı. Gerekçeleri çok absürd. Askeriye, “Orada bir temel duvar kazısı yapın. Olur da kazı sırasında bir kalıntıya rastlamazsanız, sıkıntı yok, devam edin. Ama bir kalıntıya rastlarsanız, kazıyı bırakın, üzerine beton döküp yapın.” diyor. Yani diyor ki “üzerine beton dökerseniz zarar görmez, yarın öbür gün o karakol oradan kaldırıldığında betonu sökersiniz, altından tekrar antik kent çıkar.”

Nusaybin’de mesela elimize ulaşan bir fotoğraf var. Nusaybin merkezde Musa Arter Parkı var, onlarca ağacın olduğu bir yeşil alan. Oradaki bütün ağaçlar kesilmiş.


Yıkım sonrası Nusaybin Musa Anter Parkı

Bu konularda görevli olan hiçbir kurum ve kişi görevini yerine getirmiyor. Yapması gerekenin tam tersi yönde kararlar veriyor. Kente dönük bütün yıkımlar, planlamalar güvenlik eksenli yürüyor. Suriçi’nde yapılan şey de bu. Bütün bu yıkımlar sırasında aslında tek bir amaç var, Suriçi’nde güvenlik noktaları inşa etmek. Bir kentsel sit alanında, ağır iş makineleriyle enkaz kaldırılmaz. “O yıkılan yapıların arasında neler var, hangi nitelikte eserler var, korunmaya ihtiyacı olan eserler hangileridir, kaçı yıkıldı?” buna yönelik bir uzman araştırması gerekiyor, bir ekip gerekiyor. Sizin orada bütün çalışmalarınızı arkeolog gözetiminde yapmanız gerekiyor. Ama maalesef öyle bir çalışma yok. İlk günden beri oradan çıkan hafriyatı da Dicle Nehri’nin kenarına döktüler. Üzerini toprakla kapattılar. Ve o hafriyat alanına dahi yaklaşmamıza izin verilmiyor. Orada sürekli askeri araçlar devriye geziyor. O yüzden oradan ne çıkardıklarını da göremiyoruz. Kısmi olarak görünen bir iki fotoğraf var. Mesela orada şunu gördük; Suriçi’nde tescilli bir yapıya ait bir bazalt taş sütunun o hafriyat arasında oraya döküldüğünü gördük.

Aslında bütün bunlara baktığımız zaman, elimizde hukuken çok fazla gerekçe var. Yani, devletin bu uygulamalarının hepsi, devletin kendi çıkardığı yasalarda suç teşkil ediyor ama maalesef Türkiye’de bu yasaları işletecek bir mekanizma yok.

Bir kere zaten kentsel sit alanı ilan edilen bir yerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı acele kamulaştırma kararı alamaz. Kültür Bakanlığı’na bağlı burası. İlk acele kamulaştırma kararı alındığında, vakıf mülklerini bile kararın içine alıp, kendi malını bile kamulaştırdı. Ulu Camii Küllüyesi’nde ve Hasanpaşa Hanı’nda bile kamulaştırma kararı var. Bunlar vakıf malı.

“Ailelerin yaklaşık yüzde 95’i Suriçi’ne geri dönmek istiyor”

Mahalle meclisleri şu anda ne durumda?

Mahalle meclisleri kalmadı tabi, dağıldı. Mahalleli kalmayınca tabi meclisler de toplanamadı. Şimdi iletişim daha çok muhtarlar üzerinden sağlanıyor. Muhtarlar halkla daha ilişkili ve halkı tanıyorlar. Sur’dan göç eden ailelerin tamamına ulaşıldı bir şekilde. “Kim, nerede barınıyor; kimin neye ihtiyacı var?” bu sorunlar çözülmeye çalışılıyor. Bu konuda belediyelerin sağlıklı bir çalışması var. Bir koordinasyon merkezi kuruldu. İletişim bürosu kuruldu. Bunun bir ayağını hukukçular oluşturuyor. Sur Dayanışma Platformu kuruldu. Platformda 300’ün üzerinde STK var. Bazı çalışmalar bu dayanışma platformu üzerinden yürütülmeye çalışılıyordu. Çok sağlıklı işlemedi. Mezopotamya Hukukçular Derneği, Diyarbakır Barosu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Sur Belediyesi gibi kurumların aktif rol üstlendiği bir çalışma yürütüldü. İletişim büroları kuruldu. Biri Suriçi’ndeydi, biri Sur Belediyesi’nin binasındaydı. Bu sayede insanların talepleri, görüşleri alındı, itiraz dilekçeleri alındı, halka bilgi verildi. Anketler yapıldı. Mesela en son Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı bir çalışmada Sur’daki ailelerin hemen hemen tamamıyla görüşülmüş. Ailelerin %95’e yakını “eğer şartlar sağlanırsa, biz Suriçi’ne geri dönmek istiyoruz,” demişler. Bu çok olumlu. Halkın bu konuda çok sağlam bir iradesi ve güçlü bir duruşu var. Mahallelerini terketmek istemiyorlar.

Problem aslında yapısal bir yıkım değil, bir binanın çöküşü değil. İnsanlar oralarda anılarını kaybettiklerini düşünüyorlar. Dolayısıyla, o anıları geri kazanmanın yolu o mekanlara geri dönmek. Bununla ilgili biz Cizre’de hasar tespit çalışması yürütürken, evine misafir olduğumuz bir Cizreli, bütün bu sürece dair tek bir cümle kurmuştu: “Anılarımızı yaktılar.” Onun bu kaosa dair hissettiği, yaşadığı şey buydu. Dolayısıyla bu zulme karşı bir direniş de gelişiyor. İnsanlar daha fazla sahiplenmeye başlıyorlar. Çünkü bütün çocukluğu orada geçmiş, gençliği orada geçmiş, orada yaşlanmış, belki babasını orada kaybetmiş, oraya defnetmiş aileler var, dolayısıyla onların oradan çıkması mümkün değil. Bunu ancak zorbalıkla yapabilirsiniz, başka türlü o insanlar oradan vazgeçmeyecektir. Halkın bu kararlı duruşu, bizim elimizdeki en büyük mücadele gerekçesi.

Kentin yeni gelişme alanlarındaki durum nasıl?

Diyarbakır kuşatılmış bir şehir. Suriçi’nden çıktığınız zaman, kente açılan 3 yol var. Dağkapı, Mardinkapı ve Urfakapı. Mardinkapı tarafında gelişme şansı yok, çünkü orada Hevsel Bahçeleri var. On Gözlü köprüye gidiyor, Gazi Köşkü var. Urfakapı’ya doğru bir gelişme söz konusu. Onun da bir yerinden sonrasını askeriye işgal ediyor. Çok devasa bir alan, kentin merkezinde. Tabii Diyarbakır’da esasında kentsel gelişme 1960’tan sonra Sur’un dışına taştığı için, o dönemlerde bu alanlar inşa edildiğinde kent henüz oralara ulaşmamış durumda. Ama, kentin özellikle 90’lardan sonra aldığı yoğun göç sebebiyle bu askeri alanlar kent merkezinde kaldılar. Bir diğer çıkış noktası mesela Dağkapı’dır. Dağkapı’dan çıkıyorsunuz, meydanın yaklaşık bir 500 metre kuzeyinden itibaren askeri bölgeler başlıyor. Yolun sol tarafında askerlik şubesi var, sağ tarafında kışla var. Dolayısıyla kent aslında 3 cepheden kuşatılmış durumda. Kentin tek gelişim aksı kalıyor; Urfa Yolu ile Elazığ Yolu arası. Oraya doğru tek yönlü bir gelişme söz konusu. Şimdi de Tahir Elçi Kent Ormanı’ndaki Garnizon Kent meselesi, o alanı da kapatmaya dönük. Kentin aslında gelişmesini, büyümesini engelleyecek de bir alan olacak orası. Yani eğer yapılırsa, kenti sadece Urfa Yolu üzerine hapsedecek.

Etiketler

4 yorum

  • irfan-meric says:

    Mimari açıdan elle tutulur bir değeri olduğunu düşünmüyorum. Estetik değerler göz ardı edilmiş. Gösteriş budalası bir aklın ürünü.

  • omer-yilmaz says:

    Yine mi güzeliz yine mi trol.

    Arkitera.com yorumlarında, her ne hikmetse herkesin ilk mesajı arkadaş.

  • cem107 says:

    Bu nasıl bir yazı sevgili Arkitera. Facebook’ta reklamını yapmışsınız yazıyı, bilimsel, somut ve bir mühendisin ya da mimarın yazdığı yazı başlığı kokuyor diye insanlar tıklıyor. Oysa tamamen hamasetten ve basında yalan haberlerden derlenmiş bilgilerle dolu bir metin. Zamanıma harcadığınız ve böyle kalitesiz bir yazıyı burada verdiğiniz için size kırıldım.

  • tundzi says:

    Türk mimarisinin farklı ve güzel bir örneği olduğunu düşünüyorum. Gösterişten uzak tutulmuş, modernize edilmiş, teknoloji ile birleştirilmiş, ağaçlar içerisinde son derece güzel bir yapı… Gerçekten çok beğendim. Dahası ülkeme böyle bir kamu binası kazandırılmış olması bana gurur veriyor. Ülkesi ile gurur duyamayanlar, sevinemeyenler için ise samimiyetle üzülüyorum…

Bir yanıt yazın