“Büyük Ölçekli Projelerde Egoya Yer Yok; Ama Etik Değerler Var”

İnşa halindeki yapıları mimarlarıyla beraber gezip, binanın tasarımından teslimine kadar, bütün bir süreç hakkında sohbet ettiğimiz “İş Üstünde” söyleşi serimizin sıradaki yapısı AND binası.

HPP Türkiye Ofisi’nin tasarımını ve projelendirmesini yaptığı Kozyatağı’ndaki çok katlı ofis binasını, HPP Türkiye Ofisi’nin başındaki Buğrahan Şirin’le gezdik. AND Binası’nın tasarım ve inşa sürecinde yaşananlarla ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Keyifli okumalar.

Burcu Bilgiç: Bildiğimiz kadarıyla AND binası özel davetli bir yarışmayla yapılmış, bize kısaca bu süreçten bahsedebilir misiniz?

Buğrahan Şirin: İşveren Anadolu Gayrimenkul uzun ve çok sayıda ulusal ve uluslararası mimarlık ofisinin de içinde bulunduğu bir listeyi ön elemeden geçirdikten sonra mülakata davet etti. Bu mülakat sonunda 6 tane ofis yarışmaya davet edildi. Firmaların sanırım yarısı kadarı Türkiye’den diğer yarısı uluslararası firmalardı. Bu firmalar arasında bir yarışma düzenlendi. Proje yönetim şirketinin de dahil olduğu profesyonel bir yarışmaydı bu. Yarışmanın şartnamesi de gayet iyi hazırlanmıştı, istenenler açıkça belirtilmişti. Bu şartname doğrultusunda ofisler proje önerilerini hazırladılar. Anadolu Gayrimenkul’ün kendi ekibi ve aralarında mimarların, mühendislerin, gayrimenkul danışmanları ve farklı uzmanlıkların olduğu geniş bir grup tarafından projeler anonim bir şekilde oylandı ve bizim önerimiz kabul gördü. Ondan sonrada süreç yine başladığı gibi sistematik olarak devam etti.

“Büyük ölçekli projelerde egoya kesinlikle yer yok; ama etik değerler var.”


Almanya’da yüksek lisans eğitiminizi tamamladıktan sonra çalışmaya başladığınız HPP’nin Almanya ofisinde uluslararası projelerde çalışmış sonrasında HPP’nin Türkiye ofisini açmışsınız. Uluslararası bir mimarlık ofisinin Türkiye ayağı olarak içinde olduğunuz proje süreçlerinde nasıl bir yöntem takip ediyorsunuz?

Buğrahan Şirin: Fark şu; eğer merkezden başka yerlere uluslararası proje yapıyorsanız işverenle kopuk oluyorsunuz ve işverenin istediğini her zaman tam olarak anlayamayabiliyorsunuz ve bu yüzden doğru reaksiyonu veremeyebiliyorsunuz. Almanya’dan yaptığımız uluslararası projelerde aramızda rahatsız edici bir mesafe olur hep. Yerel ofisiniz olduğunda ise işverenle çok daha yakın oluyorsunuz ve herkesin ihtiyaçlarına daha yakın bir sonuç elde edebiliyorsunuz. Aynı zamanda mimarın proje üzerindeki kontrolü de daha net oluyor, çünkü uluslararası mimar olarak ofisiniz olmayan başka bir ülkede yaptığınız işlerde, sizin projenizin, sonunda bambaşka bir şey olarak ortaya çıkma riski gayet yüksek.

Bu nedenle projenin başından sonuna kadar sürece dâhil olmak adına HPP, projesi olan yerde ofis kurmayı tercih ediyor. Türkiye deki ofis de bizim işverenlerle, mühendislerle, piyasa koşullarıyla birebir ilişki kurmamız adına zaruri bir ofis.

Süreç boyunca işverenle iletişiminiz verimli ilerledi diyebilir miyiz peki?

Buğrahan Şirin: Buğrahan Şirin: İletişim bizim en önemsediğimiz konulardan biri; çünkü projenin nasıl çıkacağını o iletişim belirliyor. Öte yandan sürekli iletişim mimar açısından stresli de bir durum. Ofisinize kapanıp proje yapmanın rahatlığını sürekli bir ikna etme/olma sürecine çeviriyorsunuz. O en zorlu anlarda, bazen en yapılmaması gereken şeyin önerildiği anlarda egoları/öngörüleri/şartlanmışlıkları bırakıp bir yol bulmak ve çözüm üretmek gerekiyor. İletişiminiz iyi olduğunda karar süreçleri de çoklu olduğundan çıkacak ürün daha öngörülebilir oluyor. Özellikle bizim yaptığımız kurumsal ve büyük ölçekli projelerde kişisel çekişmelere kesinlikle yer yok; ama etik değerler var, mimar olarak projenin sahibi olmanız gerekiyor, sahibi olmak için de yanında olmanız gerekiyor. AND de çok verimli bir iletişimimiz olduğunu ve bunun da ürüne yansıdığını söyleyebilirim.

“Yaptığımız projelerin çoğu kentsel dokuyla ilişki kurmaya yönelik.”


Biraz yarışma sürecine geri dönmek istiyorum, öneri projelerin hazırlanması safhasında Anadolu Grup’tan hiç geri bildirim aldınız mı yoksa bu ilk tasarım süreci kendi içine kapalı bir süreç olarak mı ilerledi?

Buğrahan Şirin: Bu bina bağlamında yarışma süreci çok profesyonel işledi. İşveren bize kapsamlı bir şartname iletti. Taleplerin ve beklentilerin çok kapsamlı anlatıldığı ayrıntılı bir şartnameydi bu. Biz de bunu kendi fikirlerimizle yoğurup karşılamaya çalıştık. Yarışma hazırlığı bir buçuk ay civarında sürdü, bu süre içerisinde bir kez de bir ara görüşme oldu. Doğru yolda mıyız diye bir yoklamaydı bu. Şartnameyi alıp ofisimize kapanıp en sonunda sürpriz diye çıkmak hem işveren hem bizim için riskli bir durum. Yarışmayı kazandıktan, sözleşme yaptıktan sonra ise avan proje, kesin proje, ruhsat projesi, uygulama projesi, ihale şartnameleri diye devam etti süreç. Türkiye’de çok azdır uluslararası bir grubun uygulama projesi, şartnameler dâhil bir proje paketi teslim etmesi; genelde uluslararası mimarlar kavramsal proje veya avan proje verip ayrılmak durumunda kalır, kalan işi daha ucuza yerel ofisler yapar. Biz bunu yapmıyoruz.

Bu şekilde daha tutarlı bir proje çıktığını söyleyebiliriz o zaman.

Buğrahan Şirin: Bizi daha çok yoruyor, daha az kazanıyoruz ama evet. (gülüşmeler)

AND binasındaki ana tasarım kararınız neydi? Bu kararınızı yarışma şartnamesi mi, istenilen form mu veya işlev mi yönlendirdi?

Buğrahan Şirin: İşveren şartnamesi tabi en önemli girdilerden biri ama bizim ana tasarım kararımız kentle ilgili. En başından beri kentsel bir proje istiyorduk ve bakarsanız yaptığımız projelerin çoğu kentsel dokuyla ilişki kurmaya yönelik. AND binası projesinin temelinde de hep arazinin Kozyatağı’nda, E5’in yanında olması girdisi var. Ulaşım hatları, metroya olan bağlantısı ve bu bölgedeki kamusal alan eksikliği de önemli, bu yüzden bir tane meydanımız var ve bu kamuya açık bir meydan. Diğer yandan binayı daha yüksek yapmak mümkün bu arazide, yükseklikte limit yok, daha ince ve daha uzun yapmak mümkün; ama biz daha geniş bir oturum, katlarda güçlü yatay bir iletişim öngördük. 1300m2lik bir tip kat alanımız var. İstanbul’da, yakınlarda da var örnekleri, 900 m2’ye oturup bunun iki katı yüksekliğinde de yapmak mümkündü binayı; ama kentsel olarak doğru bir hareket olmazdı. İşlevsel olarak da buradaki market koşullarında geniş kat alanları daha fazla talep görüyor. Yani projenin temelinde aslında İstanbul’un bu bölgesinin karakteristik özellikleri var diyebiliriz.

“Türkiye’de mimarı en çok zorlayan şeylerden biri yönetmelikler…Karmaşıklığı da yok geleneği de yok.”


Tasarım sürecinde en çok zorlayan ne oldu?

Buğrahan Şirin: Yönetmelikler. Bu binayı yaparken yönetmelik üç kere değişti. O yüzden epey bir belediyeye git-gel yapıldı. Çok gereksiz durumlar da oluştu. Türkiye’deki yönetmeliklerde malesef çok ciddi grilikler var, açık olmayan maddeler var. Türkiye’de mimarın enerjisini boş yere en çok harcayan konulardan biri de bu sanırım.

Bu durum Türkiye’ye özel mi peki?

Buğrahan Şirin: Evet, biraz Türkiye’ye özel. Almanya’daki durumu bildiğim için karşılaştırabiliyorum. Orada ansiklopedi gibi çok uzun yıllardır değişmeyen bir kurallar kitabı var. Mesela alan hesabı yapacaksınız onun formatı bellidir DIN 277; belediyeye ruhsat projesi verecekseniz onun formatı bellidir ve yıllardır değişmez. O yüzden Almanya’da çok da açıp bakmazsınız kural kitaplarına. Bir kere öğrendiğin zaman öyle devam eder; ama burada özellikle bu bina sürecinde üç kere yönetmelik değişti. Yönetmeliğin değiştiği konular da anlamsız konular, iyileşme veya detaylama değil, garip garip cümlelerde değişiklikler, hem de anlam kayması olan esnek cümleler. Eğer iyileşme yönünde değişseydi o hoş olurdu ama geri ileri, ileri geri; o merdiven orada emsale giriyor orada girmiyor, zaten kat bahçesi diye bir şey var kimse ne olduğunu bilmiyor, emsale girer girmez, çok gereksiz konular. Bu anlaşılmaz bir şey de değil okuyunca zaten bir kişi bir haftada iki haftada çözüyor işi; bir yandan da çok basit bir yönetmeliğimiz var, çok açık noktası var ve komik derecede limitlediği veya limitlemediği konular var. Karmaşıklığı da yok geleneği de yok. Bu bütün süreçleri anlamsız yere zorluyor.

“Aynı okullardaki jüriler gibi jürilerden geçiyoruz.”


Biraz da ofis içi işleyişinizle ilgili soru sormak istiyorum. Ofiste kaç kişi çalışıyorsunuz? Ekip içindeki görev dağılımı nasıl?

Buğrahan Şirin: Buradaki ofisimizde 12 kişi var. HPP biraz tutucu bir firma. Alman ekolünden gelip, o hiyerarşi içerisinde çalışan bir firma. Bu şekilde 81 sene ayakta kalmış. Kişilere bağlı bir firma değil. Kurucularının ikisi de vefat ettiği için şu anda 7 ortağı ve çok sayıda proje partnerleriyle devam eden bir şirket. Bizim ekip olarak ürettiğimiz her tasarımımız, 7 tane ortak ve proje müdürlerinin olduğu Düsseldorf’taki bir jüriden geçiyor. Jüride yorumlar yapılıyor ve orada ciddi bir eleştiri varsa proje müdürünün fikrini savunması gerekiyor. Aynı fakültedeki gibi jürilerden geçiyoruz. Projelerin belli bir kalitede çıkmasını sağlayan en önemli araçlardan biri bu, tek kişi karar verip tek kişi tasarlamıyor. Projenin bütün çizimlerini beş ya da on beş kişi yapmış gibi görünse de aslında proje pek çok kişinin süzgecinden geçiyor. Kurumsal şirket olarak kalite standardı böyle sağlanabiliyor.

İkincisi HPP Almanya neyse HPP Türkiye’de aynı altyapıyla çalışıyor. İstanbul’daki ‘server’ımız Almanya’daki ‘server’la bağlı ve aynı ‘datapool’u kullanıyoruz. Oradaki bir projenin içine girip projenin detayına bakabiliyoruz veya projeyle ilgili bizim bir ihtiyacımız olduğunda, zaten ekipler karışık oluyor, oradan iki arkadaş bizim projeye geçip çalışabiliyor. Frenchise gibi çalışan sistemler de var Türkiye’de, bir Amerikan firmasının adını alıp burada onun adıyla koşturmak gibi bir pazar var. İşe de yarıyor belki, birçok insan para da kazanıyordur muhtemelen; ama bizim sistemimiz o şekilde değil. Dediğim gibi altyapımız ortak, ekipler projeler üzerinde senkronize dosyalar üzerinden ortak çalışabiliyor. Şu anda yine Anadolu Gayrimenkul için Kartal’da yaptığımız yeni projede, ki bu da davetli bir yarışmaydı,  iki ekip 3000km mesafeye rağmen iç içe beraber çalışıyorlar.

İstanbul ofisinizde kaç mimar çalışıyor?

İstanbul ofisinin hepsi mimar. Geneldeki 350 kişilik kadromuzun içinde merkezde de herkes mimar, mühendislik disiplinlerini bünyemizde tutmuyoruz.

Tasarım sürecinde nasıl ilerliyorsunuz, siz Türkiye ofisi olarak tasarımı oluşturduktan sonra mı merkez ofise gidiyor tasarım?

Buğrahan Şirin: Tam öyle değil. Tasarım aşaması çok etkileşimli. Biz eskizler yapsak, kütleler yapıp mutfakta olsak bile üst mekanizmalar her aşamada aktif. Sizin parlak fikirle gidip derdinizi anlatmanız gerekiyor. Mesela Gerhard Feldmeyer Bey, bizim genel müdürümüz, Türkiye’deki ofisle de birebir ilgileniyor. Sürekli ona fotoğraflar, eskizler, fikirler göndeririz, o da ortaklarıyla konuşur, yorumlar yapar; bu olmaz, bunu geliştirebiliriz, bu konuyu şöyle çözelim gibi yönlendirmeler. Sürekli bir etkileşim oluyor süreçlerde ve “proje orada yapılır”, “proje burada yapılır” diyemiyoruz.

“İşverenin de sürecin içinde olması inşaat sürecinde değişiklik gereksinimini engelledi.”


Bir de yapının kendisiyle ilgili soru sormak istiyorum. AND binasındaki malzeme tasarım ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Hangisi bir diğerine daha çok yön veriyor size göre?

Buğrahan Şirin: Tasarım malzemeye yön veriyor. Biz burada sade bir bina istiyorduk, beyaz bir bina istiyorduk, o yüzden cephesi alüminyum; uzun ömürlü bir bina istiyorduk o yüzden sandviç panel değil gerçek alüminyum, 2-3 mm kalınlığında. İçeri girerseniz, içinde de ahşap ve doğal dokulu malzemeler istiyorduk çünkü yaptığımız binaların çoğunda malzemenin doğal rengi neyse onu öyle kullanmayı tercih ediyoruz. Ahşap eğer ahşap rengiyse onu beyaza boyayıp kullanmanın bir manası yok, onun rengi neyse o rengi kullanmalı. Paslanmaz, paslanmazsa onun rengi dokusu bellidir veya seramiği ahşap gibi göstermenin pek bir gereği yoktur gibi. O yüzden bu binada da kullanılan çoğu malzeme hep o orijinal tonunda, dokusundadır. HPP olarak karakteristik tercihlerimizden birisi bu konu. Sıcak bir doku istiyorsak onu biraz ortamı koyultarak elde ediyoruz, mesela bu binanın lobisinin zeminindeki doğal taş seçimi hep o ilk tasarım fikrinden geliyor, dışı beyaz fakat içi daha sıcak daha koyu renklerin hâkim olduğu bir bina fikrinden başlayarak, malzeme seçimini ona göre şekillendiriyoruz.

Tasarladığınız fakat inşa edemediğiniz bir şey oldu mu bu projede?

Buğrahan Şirin: Bu projede çok olmadı, belki ufak tefek şeyler, tasarım sürecinde sürekli işverenle ve bütçe kontrolüyle etkileşim içerisinde tasarladığımız için anormal durumlar oluşmadı. Proje beklenen bütçeye ve sürede tamamlanacak gibi görülüyor. İşin inşası sırasında da kontrol olarak işin içinde kalmanızın böyle bir avantajı da var. Projeyi işveren ‘turnkey’ ihale ettiği için, ihaleyi alan firma, Tepe İnşaat, bizden aldığı uygulama projesini yapmakla birebir mükellef tutuldu. Bunun kontrolü noktasında sahadaki proje yönetimi de sıkı çalıştı. Projemiz birebir uygulandı ve eğer çözülmesi gereken konu tasarımsal bir karar gerektiriyorsa süreçlere birebir dahil olduk.

 

Bu anlamda projenin uygulama sürecinin sıkıntısız ilerlediğini söyleyebilir miyiz?

Buğrahan Şirin: Uygulanması süreci az sıkıntılı oldu. Böyle kurumsal projelerdeki en büyük zorluk şu oluyor, tasarımcı olarak gerçekten egolarınızı bir kenara bırakıp mantıklı düşünüp, profesyonel kalıp tasarım sürecindeki diyalog sırasında “aman sonra çözeriz” veya “boş ver onlar öyle düşünsün ama biz onu başka türlü yaparız” gibi şeyler değil; gerçekten sorunu bire bir çözmeye yönelik hareket etmek gerekiyor. İnşaa sırasında ne olacağına yönelik iletişimde kalmak gerekiyor ve bu iletişim, esas projenin ilerleyen aşamalarda kalitesini belirleyen bir araç. “Bunu böyle yaparsak böyle olur, bunun fiyatı bu kadar, herkes masada, olur mu olur, tamam peki devam ediyoruz” gibi işlemesi gerekiyor sürecin. Biraz stresli de bir süreç, tasarım devam ederken işverenin, proje yöneticisinin, bütçe kontrolünün ve tasarımcı mimarların sürekli bir ortak yol bulma çabası var ve bu tip spekülatif projelerin zorluğu da başarısı da burada belirleniyor.

Bütün süreçten sonra tasarımda “şimdi olsa farklı yapardım” dediğiniz bir nokta var mı?

Buğrahan Şirin: Şimdi aslında öyle de olurmuş, keşke öyle yapsaymışız dediğim büyük bir konu yok, belki ufak tefek şeyler. Zaten çoklu bir karar mekanizması olduğu için, şahsi olarak böyle bir şey söyleyemem.

Teşekkürler bu keyifli söyleşi için.

Buğrahan Şirin: Rica ederim.

Proje hakkında daha detaylı teknik bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Etiketler

6 yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Diğer tüm yazılardan daha kısa ve daha vurucu bir yazı.

    Hem de ne vurucu.

    Alıntı
    —-
    Venedik
    Tersane = Bienal + Park

    İstanbul’da ise, sene 2015 (Venedik’ten 120 yıl sonra).
    Tersane = Haliçport = 3 adet beş yıldızlı Otel + 2 adet Marina + Ticaret, Eğlence + 1000 kişilik Cami
    —-

    1000 kişilik camiyi merak etmiyor değilim, karşısında çaprazda tarihi yarımada, Süleymaniye, Ayasofya, Rüstempaşa, Yeni Cami, Sultanahmet varken hem de…

  • murat-germen says:

    sevgili haydar karabey,

    şimdiye kadar bu konu ile ilgili yazılmış en kısa ve etkili yazı herhalde.

    tebrikler, sevgiler, selamlar

  • ebru-ertugrul says:

    kesinlikle NET olmuş.
    elinize sağlık …

  • omer-yilmaz says:

    Hep yanlış sorular. Neden Otel’den başlamıyoruz sormaya?

    “içerisinde Otel / AVM olmayınca eleştirecekmişiz hissine kapıldım.”

  • haydar-karabey says:

    Anlıyorsunuz, biliyorsunuz, benim derdim Darzana filan değil; benim derdim İstanbul.
    Ben bu fırsatla konuya bir de İstanbul’dan bakalım demek istedim. Haliç tersaneleri (Galataport gibi) bu kentin en değerli yerlerinden biri. Burası (da) kamuya ait bir mekân.
    Kent üzerinden sürekli ve acilen bir kâr etme hırsı egemen olmasaydı biraz daha konuşacak zamanımız olurdu. Beklerken burada bir zarar bile söz konusu değildi.
    Her şeyimiz satılıp gidiyor. Hepsi için aynı bıktırıcı (ve sürdürülemezliği artık bilinen: Turizm, AVM…) işlevler öneriliyor.
    Burası bu kent için mükemmel bir kültür, sanat işlevleri, atölyeler, stüdyolar, müzeler bölgesi… ve olası bir bienalin de merkezi olabilirdi.
    Çağdaş kent bir “müzakere”ler alanıdır. Bunu yıllardır yazıyoruz. Ben 1978’de başlamışım, hala uğraşıyorum anlatmaya.
    Alternatif isterseniz… Onlarca sayabiliriz, buyurun bir tanesi:
    Doğuş, Galataportu alıyorsa (2,2 milyar dolar bütçe) ek koşul olarak, Bilgili Holding, Eczacıbaşı Holding vb. konsorsiyumu ile burayı da ayağa kaldırırdı; “İstanbul Modern” de, Tophane’de ayağına takılmaz, buraya taşınırdı; oradaki MSGSÜ Resim Heykel Müzesi bile belki…
    Daha fazlasını da sayabilirim, ama uzatmayayım.
    Uygar ve açık bir toplumda bunlar açıkça ve uzunca tartışılır, paradigma “kazan-kazan” üzerinden kurgulanabilirdi. Eminim açık tartışma sürecinde çok daha değerli fikirler de ortaya çıkabilirdi.
    Venedik’ten 120 yıl sonra bu kent de kendisini gerçekten seven mesen’lerini bekliyor belki.

  • enisekocaman says:

    Kısa ve çok anlamlı bir yazı olmakla birlikte illa Venedik’ te ki Tersane kurgusundan mı yola çıkmak lazım diye sormak istiyorum. Başka fonksiyonları barındıramaz mı Tersaneler ? içerisinde Bienal Park olmayınca eleştirecekmişiz hissine kapıldım.

Bir yanıt yazın