Cephelere Selçuklu Motifi, Şehir Meydanlarına Saat Koyarak Betonlaşmayı Nasıl Önleyebiliriz?

Mimar-yazar Cihan Aktaş ile yeni kitabı Şehir Tutulması'nı ve çok daha fazlasını konuştuk.

Cihan Aktaş’ın “Şehir Tutulması” adlı kitabı raflarda yerini alınca biz de kendisiyle buluşup şehirlerdeki tutulmayı etraflıca konuşmak istedik. Aktaş’ın kitabında kaybolan mahalle dokusundan TOKİ’ye, AVM’lerden cami mimarisine, inşaat kalkınmacılığına kadar pek çok konuda esaslı eleştiriler, tespitler var. Bir solukta okuduğumuz kitabın ardından fazlasını konuşmak için buluştuğumuz Aktaş, İslamcı entelektüeller arasında muhalefetteyken çok merkezi bir yerde duran şehircilik ve mimari eleştirilerinin, iktidar yıllarında sönükleştiğini belirterek: “Tepki koyuyorlar elbette ama inşaat tozunun kara büyüsü dediğim duman içinde kayboluyor sesleri… Modern kente yabancılık ve betonlaşma eleştirisi, AK Parti hükümetleri yıllarında “hayatın gerçekleri farklı” şeklinde bir uzlaşma niyetiyle paranteze alınmaya başlandı” dedi. Söz Aktaş’ta!

Serkan Ayazoğlu: Şehir ve çevre konuları AKP’nin en çok eleştiri aldığı alanların başında geliyor. Mütedeyyin kesimde pek de fazla dile getirilmeyen konular. Şehir Tutulması kitabını yayımladınız. Bu konuları yazmaya nasıl başladınız, yazarken geriye döndüğünüzde izlediğiniz seyir size nasıl görünüyor?

Cihan Aktaş: Biliyorsunuz lisans öğrenimimi mimarlık alanında gördüm ama mesleğimi çeşitli sebeplerden dolayı sürdüremedim. Ancak bir kısmına yer verebildiğim Şehir Tutulması kitabımdaki yazılar, yapamadığım mesleğime bir borç ödeme ihtiyacıyla da oluştu. Görece zenginleşmeyle, daha doğrusu orta sınıflaşmayla birlikte mimarlık ve şehircilik ülkemizde son yıllarda medyatik bir başlık haline geldi; konut edinme yaş ortalamasının düşmesi, yerel yönetimlerin bazı icraatlarının sorgulanır hale gelmesi vb. bir dizi gelişme esasen bunlara alakalı. Ancak ben 1980’lerden itibaren bu konular üzerine yazılar yazıyorum. 1980’lerin başlarında Yeni Devir gazetesinde yayımlanan ilk yazılarımdan biri “İslâm Mimarisi” etrafında bir betonlaşma eleştirisiydi. Zaten 1980’ler bir yönüyle Bedrettin Dalan’la özdeş hale gelen bir imar anlayışının yaygınlık kazanmasını sağladı. İslâmî yayınlarda da şehircilik ve mimari meseleleri en azından 50 senedir dile getiriliyor. Fakat bunların daha derli toplu ifade edilir olması 1980 sonrasına rastlar. Öte yandan “hatırlamayı unutma” anlamında köklü bir üslup değişimi öneren İkinci Mimari Üslup bu endişeli ilginin ilk sebebi. Bir de bir hayli kaba saba sürdürülen kentsel dönüşüm uygulamalarının sebep olduğu kayıplar var tabii…

“Türkiye’de imar ve şehir söz konusu olduğunda sadece DP’nin suçlanması gibi bir yanılgıya düşülmemeli.”

Kitapta “CHP iktidarının betonlaşma ile süren ve tarihin örtbas edilmesini hedefleyen mimari ve şehircilik anlayışı Müslüman yazarların ve şairlerin sert eleştirilerinden payını fazlasıyla almıştır” diyorsunuz. Bu dönemde daha korkunçları yaşanıyor ve mütedeyyin entelektüeller gerekli tepkiyi ortaya koyuyor mu?

Koyuyorlar elbette ama inşaat tozunun kara büyüsü dediğim duman içinde kayboluyor sesleri… Modern kente yabancılık ve betonlaşma eleştirisi, AK Parti hükümetleri yıllarında “hayatın gerçekleri farklı” şeklinde bir uzlaşma niyetiyle paranteze alınmaya başlandı. Muhalefetteyken çok merkezi bir yerde duran şehircilik ve mimari eleştirileri, iktidar yıllarında sönükleşti. Mesela Sayın Ahmet Davutoğlu İslâm dünyasında modernleşme konulu ilmi içerikli bir toplantıda Boğaz Köprüsü’nden İstanbul’a bakıldığında şehrin bir tarafının New York’u andırdığını bir tarafının ise İslâm şehrini yansıttığını belirtir. Gelgelelim bugün bu netlikte eleştiriler yapılamıyor ve bunun birçok sebebi var. Şehirler -özellikle İstanbul- göç almaya devam ediyor, mahiyetini tartışmaya açsak da “kentsel dönüşüme” de ihtiyaç duyuluyor. Daha da önemlisi inşaat piyasası birçok ülkede olduğu gibi bizde de sadece hükümetlerin değil reel ekonomik sektörün de önemli bir getiri kaynağı. Çünkü bu sektörün hemen tüm üretim sektörlerine doğrudan veya dolaylı olarak katkısı var. Kuşkusuz bütün İslâmcıların bu konulardaki gidişata razı olduğu söylenemez. Karşısında çaresiz kalınan trajik bir seçime mecbur kalmış gibi kimileri için “bu şimdilik böyle olmak zorunda, başka çaresi yok, ama böyle sürmeyecek” şeklinde bir yaklaşımdan da söz edilebilir. Kimileri için de tabii öncelikler çoktan değişmiş olmalı. Ve aslında dikey mimari eleştirisi söylemsel olarak hâlâ mevcut, ama bu olup bitenlere bir uzlaşma sebebi bulma konusunda da insanlar sıkıntı çekmiyor. Bu arada tabii CHP iktidarı derken de İkinci Mimari Üslup’u kastediyorum. Carel Bertram Türk Evini Hayal Etmek adlı kitabında yaşadığımız mimari ve şehircilik karmaşasının arka planını “hatırlamayı unutma”yı sağlayan bir amnezi ile açıklıyor. Hiçbir şey birdenbire başlamadı. Hatırlamayı unutma konusunda Demokrat Parti de CHP’den farklı davranmadı. Fakat Türkiye’de imar ve şehir söz konusu olduğunda sadece DP’nin suçlanması gibi büyük yanılgıya da düşülmemeli.

Sadece Demokrat Parti’nin suçlanması haksızlık olurdu belki ama Adnan Menderes bu konularda herhangi bir isim de değil…

Tabii… Ancak kentsel dönüşümü veya hoyrat planlamayı Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri hatırlamayı unutmak adına Demokrat Parti hükümetleri ise kalkınma adına gerçekleştirdi. Geniş otoyollar açmak, kamusal binalar yapmak istiyordu Demokrat Parti… Bir bakıma hızlanan iç göçün de etkisiyle tarihi ve tabii dokuya dair ilk ciddi müdahaleler bu dönemde oldu. 27 Mayıs sonrasındaysa bu döneme dair dile getirilen eleştirilerle birlikte mimarlıkla ilgili kurumlar önemli ölçüde sol Kemalizm’in bayraktarlığını yapar hale geldi. 1960’ların ortasından itibaren barajlar kralı olarak da anılan Süleyman Demirelli Adalet Partisi’nin uygulamaları, ardından ise Turgut Özallı yıllar geldi. Bu çerçevede kitabımda birkaç değini olduğu için çok fazla uzatmadan şunları söyleyeyim: AK Parti de kalkınmayı sürdürmek adına Milli Görüş geleneğinin sahip olduğu çizgiyi yeni küreselleşme senteziyle buluşturdu. Burada bir sıkıntı yaşanıyor tabii… Kalkınma mazisinin iptalini talep ettiğinde bocalıyor insanlar. Dava aslında mahalleyi korumaya, kült bir roman iken dizisi de çekilen Huzur Sokağı’nın temsil ettiği anlama sahip çıkmaya çağırıyorken, bahçeli evler yıkılıyor ve her yere Huzur Sokağı’nda mutsuzluk kaynağı olmuş apartmanlar da değil, bir meydan okuma havası yansıtan hantal gökdelenler dikiliyor. Bütün bu olanlara hazırlıksız yakalanmış gibiyiz, çünkü muhaliftik, eleştiri sınırları içinde ve ideallerin değerleri hesabına konuşuyorduk. Ahşap yapıların ardından bir zaruret olarak gündeme gelen fakat sonrasında salgına dönüşecek olan betonlaşmayı İslâmcılar başlatmadı, fakat bu salgın halinin alternatifi projeleri silikleştiren tutumun yaygınlaşmasında yerel yönetimlerde görev alan İslâmcıların payları az değil.

“İslâmcı kesimler bugüne kadar dışında tutuldukları devlet ve kamusal alanın imkânlarıyla tanıştılar. Bu tanışmanın çok normal bir şekilde cereyan etmesi beklenemezdi kanımca.” 

İslamcılar genelde Gezi Parkı eylemlerinin başlangıç döneminde dile getirilen kent/betonlaşma/yeşil alan/getiri eleştirilerini aslında kendileri de benimsedikleri için bir süreliğine şaşkınlık yaşadılar” demişsiniz. Bu benimsemenin sınırları neler? Yani madem bir benimseme vardı, neden hükümet eleştirilmedi?

Eleştirilmedi değil, sözgelimi değişik süreli yayınlarda, gazetelerde Gezi Parkı olaylarından çok önce, soylulaştırma, TOKİ, sermaye, neoliberalizm vb. konularında son derece önemli yazılar neşredildi. Fakat burada açılması gereken başka bir katman daha var. Biraz önce değinmiştim, romantik muhafazakârlığa dayalı olan uzun bir betonlaşma ve apartmanlaşma eleştirisi var geride. İslâmcı edebiyatçıların deneme, öykü, şiir ve romanlarında bu eleştiri bazen Ahmet Hamdi Tanpınar’a özgü muhafazakâr bir duyarlıkla, bazen Nuri Pakdil’e özgü bir devrimci sorgulamayla, bazen Samiha Ayverdi nostaljisiyle dile getirilir. Ancak AK Parti hükümetleriyle İslâmcı kesimler bugüne kadar ayrımcı bir muameleyle dışında tutuldukları devlet ve kamusal alanın imkânlarıyla tanıştılar. Bu tanışma ve yakınlaşmanın çok normal bir şekilde cereyan etmesi beklenemezdi kanımca. Diyelim ki hükümet bir paket. Size bir taraftan kamusal alanda haysiyetinizi ayaklar altına almadan var olmanın yollarını açıyor. Daha önce sizi “insan” yerine koymayan, kapıları yüzünüze kapatan, çirkin sıfatlarla aşağılayan, eğitim görme hakkınızı, hatta hastanelerde tedavi olma hakkınızı elinizden alan, sizi düzenli darbe söylemleriyle baskı altında tutan bir yapıyı, bu yapının imkânlarıyla dönüştürmeye çalışıyor. Bununla birlikte imar ve inşa gibi alanlarda bir ucu yolsuzluğa açılan bir faaliyeti de sürdürüyor. Ancak sözünü ettiğim arka plan dikkate alınmaksızın bu meselenin doğru değerlendirilebileceğini sanmıyorum.

Yani…

Taşraya ve varoşlara gittiğinizde bu dönüşümün anlamını daha derinden fark ediyorsunuz. Tek tek insanlar veya aileler devlet karşısında öteden beri yaşadıkları korkulardan arınırken daha katılımcı, güvenli ve mutlu görünüyorlar. Şunu unutmuyorum; İstanbul’da hiç deniz görmemiş kadınlar ilk defa Refah Partili belediyeler tarafından motorlarla boğaz turuna çıkarıldılar. Rahatsızlık eksik değil tabii ama kamusal haklar, hastaneler, metrolar da var. Bu söylediklerimin ayın öteki yüzünden ibaret olduğu gelebilir akla. Çok eskilere gitmeyen tarihlerde insanların kamu kapılarında böcek muamelesi gördükleri, horlandıkları, kışla kapılarında terslendikleri, en küçük bir dini sembol sebebiyle “irtica kampanyalarıyla” hırpalandıkları dönemlerin geri geleceği korkusunu yaşadıkları da bir gerçek. Hükümetle ilgili eleştirilerini sürdürenler bile tercih noktasında daha iyi bir ihtimale inanamayacak kadar hırpalandıkları bir geçmişin tecrübelerini hatırlamadan edemiyorlar.

“Cansever gibi bir zihnin kıymetini bilemedik”

Okurken sayıyordum ama bıraktım. Kitapta en çok ismi geçen kişi Turgut Cansever. Bugün mimardan çok müteahhit isimleri duyduğumuz inşaat kalkınmacılığında veya yeşile hoyratça davranan şehir plancılığında Cansever nerede duruyor?

Doğrusu kitabım Cansever’e çok fazla şey borçlu. Onun mimarimizi bu toprakların yerleşik yapıcı değerleri ve birikimi, ihtiyaçları üzerinden okuma çabasını çok anlamlı bulurum. Binaların, mekânların ve şehirlerin insanların hayat tarzını nasıl belirlediği anlatır ve mekânların insanlar için olduğunu söyler Cansever, Le Corbusier’nin mekanik kurgularından uzaktır, çevre bağlantılarına ve geleneksel birikime verdiği önem itibarıyla Frank Lloyd Wright’i hatırlatır bana. Cansever’le Habitat toplantılarında bir atölye çalışmasında bulunma onurunu yaşadım. Hep düşünen, hep yolda olan ve çözüm arayan, eleştirel düşünen ve çözüm üreten bir zihnin kıymetini bilemedik. Sözünü ettiğim ihmal veya göz ardı AK Parti döneminde gerçekleşmedi sadece, ancak AK Parti döneminde tecrübe ve fikirlerinden yararlanılmamış olması telafisi kolay olmayan bir kayıp. Bu alandaki ihmaller çorap söküğü gibi birbirini izledi. Plan her şey değil elbet, ama kuşakların birikimlerini önemsemek şehrin derinliği ve hayatiyeti açısından her şey. Turgut Cansever çok üzüldü meydanlarda gerçekleşen tahribatlar konusunda, caddeler, sokaklar, mahalleler bağlamında da sadece eleştirilerde bulunmakla kalmadı projeler sundu. Bütün bunlara rağmen kıymeti bilinmediği halde eleştirilerinin hükümetin düzenlediği sempozyumlarda bile dile getiriliyor olması düşündürücü. Müteahhitlere mahkûm olan inşaat sektörünün ve bu konuda mimarlık örgütlerinin nasıl bir rol oynadığını kavramak için mimar Şevki Vanlı’nın anılarının okunması faydalı olurdu. Okurken meselenin sadece bir partiyle sınırlı olmayan yönlerini fark ediyorsunuz.

“Mahalleyi koruma özelliği sol kesime geçti” demişsiniz. Bu cümle biraz haksız değil mi? Eskiden solcular mahalleyi yok etmeye mi çalışıyordu?

Öyle blok bir çaba değil sözünü ettiğim, kaldı ki blok bir “sol”la da ilgisi yok doğrudan. Hem ayrıca mahallenin de tek boyutu yok. Olguları bugünkü kabullerimizle geriye doğru okurken şaşırmalar yaşıyoruz sıklıkla. Misal, “muhafazakâr” bilinen Tanpınar sahiden muhafazakâr mı? İşte, Demokrat Parti kentsel dönüşümü sırasında az mı tarihi eser tahrip edildi? Sultanbeyli’nin şehir içinde otuz yıl namevcut bir semt olarak kalmasına kimler itiraz etmekteydi aynı yıllarda? Türkiye’deki önemli sermaye gruplarından birinin ormanlık alandaki özel üniversitesine ses çıkarıldı mı? Gökkafes için yapılanları hatırlıyor muyuz? Bu arada şehirlerin tarihi birikimlerini koruma endişesiyle fakat en az bunun kadar mevcut hükümeti eleştiri noktasında solun eleştirilerinin öne çıktığı bir gerçek. Onların da eleştiride kendi öncelikleri var… Cumhuriyet’ten sonra hedeflenen şehircilik ve mimari bilinçli bir stratejiyle ortaya konulduğu üzere modernist bir anlayışı sergiliyordu zaten. Ha, bu stratejinin bir öncesi yok mu? Elbette var, II. Meşrutiyet’in ilânıyla geliştirilmeye çalışılan Birinci Mimari Üslup da geçmişi “Türk değerleri” adına ayıklamaya tabi tutmaya başlamıştı. Kemalizm’in Osmanlı mirasından radikal bir kopuş adına başlattığı yeniden yapım adına yıkım, modernist mimarinin evrenselliğe ve sekülerliğe yaptığı vurguda bir meşruiyet aradı. Osmanlı zihniyet evreninin yerini almak üzere oluşturulan Türk milliyetçiliğine dayalı siyasal, sosyal ve kültürel politikalar bilinçli hafıza kaybı, hatırlama ihtiyacını unutma gibi amaçlara dönüktü. Mekânların sağladığı hatırlamadan uzaklaşmak zihinsel dönüşümün etkili bir şekilde gerçekleşmesinin en önemli yardımcısı sayılıyordu.

“Küçük belediyeler, ‘bizim de bir kentsel dönüşümümüz olsun’ mantığıyla oturmuş mahallelere AVM kondurma hevesine kapıldı.”

Biraz günümüze gelelim. Mahalle dokusunu korumada duyarlılığın sol kesime geçiş süreci nasıl yaşandı?

Hiçbir şey bir solukta veya tümüyle olumlu bir şekilde meydana gelmiş değil. Bunun birkaç düzeyde ele alınması lazım: 1989 sonrasında Refah Partili belediyeler yıllarında İslâmî kesim devletin, yerel yönetimlerin imkânlarıyla tanışmaya başladı. Şehircilik alanında mevzuat çerçevesinde sürdürülen istismarlar -Bedrettin Dalan devrinden- biliniyor olsa da daha bir içeriden fark edildi. Kimisi itiraz etti o düzene, kimisi içine yerleşti. Kimileri imkânlardan istifade etmek için içeriden biriymiş gibi davrandı. İnşaat alanları oluşturmak üzere sit alanlarının imara açılması, ormanlık arazilerin kanunsuz bir şekilde kişiye özel işgali AK Parti hükümetleri döneminde başlatılmış değil. Ancak bu dönemlerde imar inşa işleri çeşitli yasal düzenlemelerle bir hayli yoğun bir şekilde gerçekleştirildiği için istismar payı da arttı ve daha önce mevcut olmayan sosyal medyanın etkisiyle de görünürlük kazandı. Kentsel dönüşüm süreçlerinde her zaman sağlıklı kararlar alınmadı. Küçük belediyeler, “bizim de bir kentsel dönüşümümüz olsun” mantığıyla oturmuş mahallelere AVM kondurma hevesine kapıldı. Sit alanları istismara maruz kaldı.

İktidar dışındaki partilerin yönetiminde olan belediyeler nasıl bir politika izliyorlar?

Görebildiğim kadarıyla çok farklı değil. Mesela İzmir, Diyarbakır, Osmaniye vb. şehirler veya Nilüfer gibi ilçeler bu açıdan ele alınıp incelenmeli. İkinci olarak mahalle konusu AK Parti’nin henüz muktedir olamadığı 2007’li yıllarda sol-liberal çevreler tarafından olumsuz bir şekilde ele alındı. Üçüncü olarak merkez-taşra ilişkisinin edebiyat başta olmak üzere farklı sanat dallarında nasıl ele alındığı da önem arz ediyor bu konuda. Bu çerçevede sol kesimin de yekpare olmadığı son derece açık. Taşraya sıcak bakanlar olduğu gibi buradaki duyarlılıkları sıkıntı addedip hor görenler de var. Bu durumda mahalle dokusunu sahiplenmede birtakım açmazlarla karşılaşılması kaçınılmaz hale geliyor. Bir de solun, siyasetini devrimden direnişe dönüştürerek fabrika yerine şehirdeki mekânlar üzerinden örgütleme yaklaşımı var. Zaten Gezi Parkı’na dair yazılıp çizilenlerde bunlar da etkili oldu… Tekrar mimariye dönersek; bir dokunun değişimi konusunda öncelikle kimlerin karar vermesi gerektiği sorusu çok önemli. Şehirlerin bütün değerleriyle birlikte korunmasını ve sağlıklı barınma şartlarına haiz bina ihtiyacını sağlayacak planlara ihtiyacımız var.

Başbakan Davutoğlu’nun AVM’ler ve ahilik geleneği arasında kurduğu bağa değiniyorsunuz. Ahilik geleneğini AVM’lerde yaşatmak, AVM’leri dualarla açmak gibi sözleri Türkiye’de muhafazakâr geleneğin birikimi, geldiği nokta açısından nasıl karşılıyorsunuz?

AVM’ye fonksiyon açısından baktığınızda eski kapalı çarşılara benzetilebilir. Anlam itibariyle bakarsak eski kapalı çarşılarda ahilik sisteminin talep ettiği insanı merkeze alan üretim ahlakı belirleyiciydi, ancak AVM’lerde yeni küreselci imajlar ve kurallar hâkim. Sayın Davutoğlu’nun bu konudaki tasavvuru değerli, ancak AVM’lerin temsil ettiği hedeflerin yenilenmesi büyük çaba istiyor. Moderniteyi ele alış biçimi, temeli tüketime dayanmayı sürdürdükçe ahilik değerlerinden bir nostaljiyle söz etmekle kalacağız. Umarım bir şeyler anlam kazanacak şekilde değişir. Zaten cephelere birkaç Selçuklu motifi ya da şehir meydanlarına, kasaba meydanlarına saat konulmak suretiyle diğer tarafta meydana gelen yok oluşu, betonlaşmayı ne ölçüde önleyebiliriz? Manzaranın gaspı Huzur Sokağı romanının ana temasıydı. Davutoğlu, tabiatıyla bu konularla ilgili, daha köklü çözümlerin arayışı içinde, diye düşünüyorum.

“AVM’yi protesto edenler her zaman bakkaldan alışveriş yapan kişilerden mi oluşuyor, emin değilim.”

AVM istemiyoruz eyleminde daha çok sol-seküler kesimleri görüyoruz. Hangimiz modernist hangimiz muhafazakârız sorusunun cevabı şehir ve çevre konularında biraz değişti mi?

AVM’ler AK Parti hükümetleri döneminde yaygınlaştı ama yeni tüketici profili küresel marka bağlamında çok daha kapsamlı bir mesele. Protestocular her zaman bakkaldan alışveriş yapan kişilerden mi oluşuyor, emin değilim. Çok elit bir tüketicisiniz, internet üzerinden her şeyi ısmarlıyorsunuz, markaların şekillendirdiği bir hayat tarzınız var, bu takdirde AVM karşıtlığı çok anlamlı gelmiyor bana. Ancak işte şöyle sorularla ilgileniyorum: Bir AVM hangi manzarayı kapatıyor? Yerleşik doku içindeki hangi hayat dolu unsurları yok ediyor, yapımına terini akıtmış işçiyi nasıl görüyor, hangi şartlar altında tanıyor? Ayrıca AVM kültürü tüketim ahlakımızı olduğu gibi alış veriş ilişkilerimizi de nasıl dönüştürüyor?

Oradaki insanları sadece hükümet karşıtı olarak düşünmek çok anlamlı mı?

Öyle düşünmüyorum, yeni küreselleşmenin oluşturmaya çalıştığı dünya çoğumuzun canını sıkıyor, çözümler üzerine kafa yoruyoruz. Bence mütedeyyin kesimler bir taraftan hükümeti daha önce değindiğim “kâbus geri gelir mi?” sorusu ve halka değen birçok hizmet nedeniyle desteklerken aynı zamanda AVM merkezli semt modeli örneğindeki tahribatlardan rahatsızlık duyuyor. AVM protestoları üzerinden hükümeti destekleyen bütün kesimlerin israf ekonomisi bağlamında daha duyarsız olduğu kabulü bana tartışmaya açık geliyor.

Böyle bir okuma yapmıyorum sadece sizin söylediğinizi söylüyorum. Bahsettiğiniz mahalle dokusunu korumak muhafazakârlardan sol kesime geçtiyse hangisi muhafazakâr hangisi modernist oluyor?

Yekpare bir muhafazakârlık ve modernistlikten bahsetmek doğru değil… Sol veya liberal toplumsal aktörler şehirlerin kadim dokuları konusunda endişe belirtiyorlar, ancak Abdurrahman Arslan, Akif Emre, Alev Erkilet, Mustafa Özel, Mustafa Kutlu, Köksal Alver, Ümit Aktaş gibi İslâmî duyarlık sahibi yazarlar da benzeri eleştirileri sürdürüyorlar. Bu ülke için, toplum için değeri olan korunması gereken eserlerin, anlamların, ilişkilerin – müzelerle korunması değil- hayatla ve insanla buluşur hale getirilmesi için çalışmak o kadar önemli ki… Kim yaparsa yapsın, adı sıfatı ne olursa olsun… Koruma çabasından ziyade kaygının dile getirilmesi konumundan söz etmeliyiz şimdiki şartlar altında. Hep şunu düşünürüm: İnsanlar kitleler halinde şehirlere göç ettiğinde kendilerini şehrin yerlileri sayan kesimler onlara nasıl davrandı, onları nasıl karşıladı, ne ölçüde yardımcı oldu? Bu da bir korumadır ve şehir için, şehirli adına zaruri bir tutum olarak hep ayakta olması gerekir. Bizde şehir sabit donuk bir yapı gibi algılanıyor, oysa şehir yerleşmeye geleni kendi kuralları etrafında olumlu bir şekilde kabullenme başarısını göstermesi gereken geniş bir yapı. Muhafazakârlık da şehri nüfus gelişmesi açısından görme başarısı gösteremeyen bir duyarlılıkla sınırlı kaldığı ölçüde şehre faydası olmayan bir kalıptan ibaret olur. Biz her gelişmeyi devletten beklemeye alıştırılmış bir toplumuz, şehrin çıkarları ve taşıdığı özel kimlik açısından başka türlü bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Şehirli olmak, değişen şartlar altında elini taşın altına koyarak yeni imkânlar, ortamlar ve muaşeret oluşturmakla olası.

“İnsanın kendisiyle iletişiminin bile sınırlandığı evlerde yapıcı, barışçıl toplumsal iletişim nasıl mümkün olur?”

Pruit-Igoe’da yaşananlara değinmişsiniz. Paris Sekiz Üniversitesi’nden Nora Şeni, Paris’te 2008 yılında yaşanan getto şiddetini 1970’lerdeki toplu konut anlayışına bağlamıştı. Elbette örnekler, şartlar farklı ama Türkiye’deki toplu konut anlayışını nasıl bir gelecek bekliyor?

Bir kere İslami kesimlerin hayat tarzı ve değerleri bağlamında temel iddialarının uzağına çekilmesinden kaynaklanan problemlerle yüzleşeceğimiz muhakkak. İslami ilkelerin hesaba katıldığı şehri ayrıştırma değil, kaynaştırma özelliği gösterir. Kendi içinde bağımsızlığı ve alternatif kültür yapılarını geliştirme imkânlarını da sunar ayrıca. Hep İstanbul üzerinden konuşuyoruz, ancak artık bütün şehirlerimizde Suriyeli mültecilerin akınıyla başlayan çelişkili bir karşılama biçimi var. Hem konukseveriz hem de değiliz. Derrida’nın dediği gibi, konukseverliği yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Doğrusu kendimizi de sığınmacı gibi hissettiğimiz için tedirginiz belki de, evlerimiz bizi mutlu etmiyor. Gökyüzüne, toprağa ve ferah odalara ihtiyacımız var. Bu alandaki ihtiyacın yüksek duvarların gerisinde türdeşiyle yaşama eğilimlerine kapı açması bana büyük bir problem olarak görünüyor. Sıhhileştirme ile şehirden yalıtılan çeşitli grupların bahtsızlığından farklı bir yalıtım iştiyakı sözünü ettiğim.

Kendi ailesini ve çocuklarını sokaktaki yabancıdan korumak için Başakşehir’e taşınmak isteyen başörtülü bir kadını örnek veriyorsunuz…

İnsanlar elbette ailelerini, çocuklarını korumak isterler. Ancak aynı gelir grubuna sahip ve benzer görüşleri paylaşan kesimlerin birlikte yüksek duvarların arkasına çekilmesi eğiliminin açıklamalarını yadırgıyorum. Jane Jacobs’un Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı kitabında dile getirdiği ilginç tespitler var. Yabancının şehir içerisinde yerleşmeyi başarması ancak kaynaşmayı mümkün kılan mahalle kültürüyle mümkün olabilir. İslami kesimler sosyal duvarları yükselterek değil sorgulayarak kendi değerlerini canlı kılabilirler zaten. Fiziki veya sosyal duvarların sebep olduğu yalıtımların ve karşılıklı birbirini tanımaktan uzaklaşmanın yıkıcı sonuçlarının olmaması beklenebilir mi?

Alberto Manguel günümüzdeki mimarların çoğunlukla bankerler gibi hareket ettiklerini ve inşa ettikleri binalarda insanların yaşayacağını, kitap okuyacağını düşünmediklerini söyledi. Katılıyor musunuz?

Elbette katılıyorum, bu o kadar belirgin ki… Düşünmeye, dinlenmeye izin vermeyen odalarda eşyalara boğularak yaşamamız gerekiyor sanki… Mimarlık fakültesinde eğitim görürken ilk derslerimizden itibaren bizlere temel tasarımın insanın fonksiyonlarıyla nasıl ilişkili olduğu öğretildi. Piyasa standartlarına bağımlılığın kolaycılığı bizleri konut makinelerinde yaşamayı dayatıyor. İç mimari alanındaki cazip ürünler de işimizi kolaylaştırıyor değil. Çünkü temelde nasıl yapılacağı konusunda fikrimizin alınmadığı evlere ve eşyalara uyum sağlama, onlarla uzlaşma çabasıyla geçiyor hayatımız. İnsanın kendisiyle iletişiminin bile sınırlandığı evlerde yapıcı, barışçıl toplumsal iletişim nasıl mümkün olur? O zaman da mesela Baumann’ın dediği şey yaşanıyor ve mahremiyet kamusal alanı fethetmeye, sömürmeye, işgal etmeye başlıyor.

“Yatay mimari hep konuşuluyor ama aslında ‘mevcut şartlar altında en doğru projeler nasıl olabilir?’ sorusuna cevap aramak gerekiyor.”

Bugünün şehirlerine baktığınız zaman geleceğe başyapıt olarak kalabilecek ve bu dönemde yapılmış eserler görüyor musunuz?

Gökdelenler, siteler o kadar baskın ki böylesi eserler varsa bile pek göze çarpmıyor. İnsanı merkeze alan çabalar piyasayı hareketli tutmaya yönelik faaliyet içinde kayboluyor. Birkaç isim verecek olursam… Nevzat Sayın’ın Tekirdağ’da yaptığı Boşluktaki Beyaz Ev, dikkatimi çekmişti. Sayın’ın “The Seed’i de çevre bağlantılarındaki incelikler hesaba katılmış, etrafını yormayan bir eser, çok amaçlı bir etkinlik merkezi olarak önemli. Cami olarak Turgut Cansever’in Antalya’da yaptığı Karakaş Camii gelir aklıma önce… Apartman olarak da ablamın İdealtepe’deki evine giderken sıklıkla gördüğüm bir apartman dikkatimi çekiyor. İnternette araştırdım, Arkitera.com’da hakkında bazı bilgiler var. Emin Balkış ve Elvan Çalışkan tarafından yapılmış bina, dört katlı, cepheleri hareketli, malzeme seçiminde bir hayli titiz davranıldığı anlaşılıyor. Melih Karaaslan’ın projeleri de dikkatimi çeker öteden beri. Aklıma gelen ikisi, Nuran Ünsal’la birlikte gerçekleştirdiği Nevşehir’in Nar kasabasındaki otelle, Ankara’daki Örnek Otel. Dediğim gibi, tek tek iyi örneklere sıklıkla rastlıyorum da bizde zaten bina üzerine mimarın adının yazılması gibi bir kural yok. Bu arada TOKİ’nin doğduğum kasaba Refahiye’de yaptığı binaların da hiç fena olmadığını belirteyim. Yatay mimari hep konuşuluyor, gerçekleştirilmesi bir hayli zor büyük şehirlerde artık, mevcut şartlar altında en doğru projeler nasıl olabilir sorusuna cevap aramak gerekiyor.

Geçtiğimiz günlerde Ahmet Hamdi Tanpınar Ödülü’nün de sahibi oldunuz. Hem tebrik edelim hem de sohbetimizi Tanpınar ile bitirelim isterim. Tanpınar, 1939 yılında “Biz şehir mefhumunu kaybettik, içimizde fukaralığın nizamı kuruldu” diyor. Bugün TOKİ de bu nizamın bir boyutu değil mi?

Bursa Edebiyat Günleri eksik olmasın ödüllendirdi beni… Ebetteki TOKİ şehircilik ve mimari açısından sahip olduğu imkanları çok daha doğru bir şekilde kullanmalı. Eğer biz hayat tarzımızla, ürettiğimiz yeni kültürle modern dünya için elverişli projeler gerçekleştiremiyorsak, bir yorum fukaralığı yaşadığımız anlamına gelir bu. Kitabımdaki bazı yazılarda bunu vurguladım: Benliğini her türlü leke engeline rağmen koruyabileceğine dair inanç yahut özüne güvenin vakarı öyle önemli ki… Ne de olsa acil, göz önünde, kâr getiren başarılara duyulan ihtiyacın önü sonu yok. Mimar Sinan Selimiye’yi üç beş günde inşa etmedi, Nail Çakırhan şiirle hayatı buluşturan evlerini içlerinin nasıl döşeneceğini ani bir ilhamla tasarlamadı, Nuri Pakdil Put Yapımevleri piyesini retorik olsun diye yazmadı. Güzel olanı ve uygun düşeni hak etmek emek ve samimiyet istiyor, kısaca “ihlâs” da diyebiliriz buna. Gerçekten kullanışlı, insan haysiyetine saygıyı esas alan, içinde yaşayacak kişilere danışan projeler nihai olarak hayatın sunduğu seslerle ve renklerle estetik bir düzey kazanacaktır. Elbette her faaliyetin herkesi memnun etmesi beklenemez, aynı şekilde herhangi bir faaliyeti ille de “yüksek kültür” zaviyesinden bakıp onaylamak veya reddetmek zorunda değiliz. Halkın vergisiyle gerçekleştirilen faaliyetlerin memnun etmesi gereken şey öncelikle hakikate saygı olmalı. Hakikat ise kendini ancak ihlâslı, fikir alışverişleriyle güçlendirilmiş tasarımlara açar diye düşünürüm.

Etiketler

1 Yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Güzel bir pragmatik öğreti de gelmiş.

    Değerli Bir Mimar, özetle yazında meslek odanı kastederek bahsettiğin “sömürüden, düşük ücretlerle çalışmaktan, düşük yatırılan primlerden beni koruman gerekiyor” talebinde ne kadar haklıysan, bu talepler için mücadele etmenin “politik aksiyon”dan bağımsız olduğunu düşünmekte o kadar haksızsın.

    Haksızın ha.

    İyiymiş. Efendim öncelikle şunu söyleyeyim. Odanın birincil işi A’dır. Oda’nın A işini gereğince yerine getirmediği ortadadır. Keza yukarıdaki yazıda kabul ediliyor. Odanın belki üçüncül ya da dördüncül işi “politik aksiyon”dur (B işi diyelim) .

    Oda bir siyasi parti olsa tam tersi derdik.

    Şİmdi yukarıdaki alıntı paragraf ne diyor

    (EĞER) Oda A işini yapamıyor diye eleştirinde haklıysan, B işi değildir diye düşünürsen haksızsın.

    Yani A işinden bağımsız olarak Oda’nın B işine önem vermesini sorgulayamazsın diyor.

    Ben de diyorum ki asıl varolma amacı “A” olan bir Oda “B” yi bıraksın önce A’yı layıkıyla yerine getirsin diyoruz. Yine aynı basmakalıp kendini koruma yöntemleri.

    Bunun gibi bir eksikliğini kapatmak için başka bir işi öne sürerek kafa karıştırma yöntemini (kibarca) Süleyman Demirel kullanırdı. Şimdi en kabasından ve en küstahça hükümet yapıyor, gündem değiştiriyor falan filan.

    Açık açık Oda’dan biri çıkıp da sizin hakkınızı böyle koruduk demiyor. TMMOB çatısı altında siyasete soyunmuş partiden farklı yanı yok. Bir ada referandum şöyle böyle oy kullanın propagandası yapıyordu. Yapamaz. Durumu anlatır üyesi hani oyu vereceğini kendisi bilir.

    Şİmdi bu isyan neden çıktı? Üyelerin akrabalarının vefat haberleri için harcanan SMS paralarından çıktı. Odanın üyelerinin kafasında sadece bu şekilde kalabildiği eleştirisinden ortaya çıktı. Hatta Oda artık komik duruma düştü. Hala düşüyor.

    Çok iyi hatırlıyorum Tatsuya Yamamoto vefat etti. Önemli bir mimardı. Bırak onun vefat haberini vermeyi, başsağlığı bile dilemedi. Çok ciddi olarak bir haber bekledik ama gelmedi. O sırada başkalarınıki geliyordu. Şİmdi sorsan derler ki sen kaçırdın. Etraftakilere sordum kimse almamış.

    Ancak 40. günü ile ilgili bir haber yaptı öldükten 40 gün sonra. Ki kendisi 24472 nolu üyesidir.

    Belki bir artniyet de yoktur. Oda kaçırmıştır ama demek ki bu işi de düzgün yapamıyor. O yüzden bana kimse Oda’nın vefat haberlerinde samimi olduğunu söylemesin. Türkiye’nin önemli mimarlarından birinin üzücü haberini vermeyip mimar üyelerin dayının kayınvaldenin vefatı haberini vermek odacılık değildir diyoruz.

    Neyse Oda’nın bence durumu çok fena. Koruyup duruyorsunuz ama o da

    A işini yapmıyor ama B işini yapmasın derse haksızsın şeklinde

    doğrusu şu

    A işini yapsın çünkü varolma amacı bu, B işini yine yapsın A işini becerirse ondan sonra gelir diyoruz.

    Anlamıyorsunuz.
    İnadına anlamayacaksınız.

    Artık anlayın ama. İşte bir mimar dalga geçe geçe anlattı. Daha neyi savunuyorsunuz. Ayıp yahu.

Bir yanıt yazın