“Bence Mimarlık Yaşamanın Bir Yolu. Sorgulamak, Araştırmak, Hayal Etmek, Tüm Bunlarla Yaşamak”

Los Angeles pratiği ile mimarlık gündeminde dikkat çekici projelere imza atan Eric Owen Moss ile deneysel mimarlık üzerine konuştuk.

Kalebodurla Mimarlar Konuşuyor söyleşi serisi kapsamında İstanbul’a gelen ve 4 Mayıs tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde bir konferans veren Moss “karmaşık” bulunan yapıları ile dikkat çeken bir mimar. Karmaşık kelimesi onun için yazılan eleştirilerde sıkça kullanılması ile kendisi için de bir “gündem” ve hatta güzel bir tartışma konusu. Çünkü karmaşıklığı bir devinim olarak görüyor. 

Söyleşide Eric Owen Moss’un yapılarındaki heyecan verici bilinmezliği ve spontaneliği keşfetmek için ufak ipuçları bulabileceğinizi umuyoruz. Keyifli okumalar.

Arkitera: Mimarlığınızı farklı şekillerde tanımlayan çokça yazı yayınlandı. Herkesin mimarlığınız hakkında farklı bir tanımı var. Peki siz kendi mimarlığınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Ve bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eric Owen Moss: Bence evet benim yaptıklarımı tanımlamanın bir çok farklı yolu var. Ama amacım bunu bu kadar karmaşık hale getirmek değildi bunu söyleyebilirim (gülüşmeler). Yani bu kadar tartışılsın, bu kadar üzerinde farklılaşılsın diye bir efor sarf etmiyorum. Amacım karmaşık olmak değil. Bazen işin doğası, özü karmaşıktır sadece. Bu biraz dünyaya bakış açısıyla ilgili.

Yaptığım işin, “mimarlığın” dünyanın nasıl çalıştığıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Biri gelip, bana bir konut yap, bütçen şu kadar ve Boğaz’a baksın diyebilir. Bunlar her zaman geçerli olacaktır. Ama felsefi olarak mimarlığın neler yapabileceğini hiç bir zaman göz ardı etmiyorum.

Dünya değişiyor, tüm kalıplar değişiyor ama evet bu değişime rağmen bazılarımız temellerin değişmeyeceğini tartışıyoruz. Ama diğer taraftan koşullar hep değişecek, teknoloji ilerleyecek vs. Eğer dünyanın değiştiğini düşünüyorsanız mimarlığında bunun bir parçası olduğunu kabul etmeniz gerekmekte. Yani kimse mimarlığın aslında tam olarak ne demek olduğunu bilmiyor. İleride biri belki bilecek gibi görünüyor hep. Böyle bir sirkülasyon içerisinde “Duvar nedir? Zemin nedir? Konut nedir?” gibi sorular dolaşırken biri çıkıp “ben bunların cevaplarını biliyorum” diyebiliyor. Eğer bana soracak olursanız ben bunların hiç birinin cevabını bilmiyorum derim. Ciddiyim. Diğer insanların bu sorulara vereceği cevapları biliyorum ama benim bir cevabım yok.

Eğer ürettiğimiz formlara, tasarlara bakacak olursanız bir cevap aramadığımız görürsünüz. Biri gelip, “Bana bir hastane yap!” diyor. “Kaç oda, bütçe ne kadar, kaç makine sığacak” vb sorular her zaman baki. Ama temelde yatan soru “Mimarlık nedir?” oluyor. Dolayısıyla bu soruyu sorduğunuz anda bir hastane bile yapıyor olsanız, farklı bir üretim anlayışı içine girmiş oluyorsunuz. Şöyle açıklamayı deneyeyim: eğer ufak bir çocuğunuz varsa, her şeyin nedenini sorar ve er yada geç ya ebeveynler cevaplamaktan sıkılır yada çocuk sormaktan. Bana olan ise hiç bir zaman sormayı bırakmamak. Bence mimarlık yaşamanın bir yolu. Sorgulamak, araştırmak, hayal etmek tüm bunlarla yaşamak.

“Deneysel Mimarlık Sadece Fikir Üretmek ile İlgili Değil”

Sanki geçmişte mimarlık cevapları bulmakla ilgiliydi. Şimdi sadece soru sormak ile ilgili gibi ki siz de zaten öyle diyorsunuz.

Bir bakıma… Tabiki hala temelde bir binanın çökmemesi ve içerisinde bir mekan yaratması gerektiği fikri değişmedi. Size sürekli sadece sorular soruyorum nedensiz yere havaya demiyorum. Belli bir noktada bir çözüm buluyorsunuz ve “işte bir benim çözümüm bu ve buna inanıyorum” diyebiliyorsunuz. Çünkü diğerleri için de yeterince düşünmüş oluyorsunuz. Bundan sonra işi nasıl yapacağımı düşünmeye ve uygulama aşamasına geçiyorum.

Eğer radikal bir mimar olmak istiyorsanız 3 kuralı mutlaka göz önünde bulundurmanız lazım. Öncelikle bir fikriniz, hayalgücünüz olmalı. İkinci olarak hayal ettiğiniz şeyin nasıl uygulanabileceğine dair bir fikir yürütebilmelisiniz. Kapasiteniz olmalı. Son olarak ise siyasi konjonktürü çok iyi anlamanız gerekmekte. Bu süreçte herhangi birinde başarırsız olursanız proje de başarısız olur. Erich Mendelsohn’ın Einstein Tower’ını örnek olarak alalım.

1. Dünya Savaşı boyunca eskizler yapmış ünlü bir mimar var karşınızda. Einstein Tower da bunlardan biri. Fakat bunu nasıl uygulayacağını bilmiyordu. Sonuç da korkunç oldu. Çünkü bir fikri vardı, siyasi havayı anlayabilmişti fakat yeterli teknolojik donanıma sahip değildi. O formun gerektirdiği düzeneği çözememişti. Çünkü yeni bir şey deniyordu. Yani deneysel mimarlık sadece fikir üretmek ile ilgili değil bence.

Ama üretmek her zaman bu kadar kolay olmuyor… Bir de bu üçünün bir aradalığına vurgu yapıldığında doğal olarak aklıma Le Corbusier ve Chandigarh geliyor. Bir çok fikir üretmiş biri bunları uygulamak için böylesine bir ölçek yakalıyor. Fakat kimisine temeldeki fikirler, siyasi omurga, altyapı başarılı kimisine göre değil… Çok öznel bir değerlendirme.

Hiç Chandigarh’da bulundunuz mu?

Ne yazıkki hayır.

Ben bulunma şansını yakaladım. Ve şunu söyleyebilirim ki bence Le Corbusier bahsettiğim 3 temel kriteri de Chandigarh’da yakalamış biri. Tartışabiliriz tabi. Ama örneğin High Court yapısını, dönemi ve bulunduğu coğrafya içerisinde değerlendirdiğimizde ne demek istediğim daha anlaşılır oluyor. Bir resimde High Court’un yapımı sırasında malzeme taşıyan kadınlar görmüştüm. Bir şekilde bu altyapıyı kendileri var etmişlerdi. Çünkü Le Corbusier’in nasıl yapılacağına dair bir fikri vardı ve o yolda bunu yönetebiliyordu. Ki çok karışık bir coğrafya ve çok ilkel bir teknolojiden bahsediyoruz. Buna rağmen çok büyük 3 yapıyı inşa edebildi.

Evet bazen bir inşaat sırasında uygulama hataları tabiki olur bize de oluyor. Siz ne kadar iyi bir uygulama projesi hazırlarsanız hazırlayın, şantiyede çıkan bir sorun tüm projenizi durdurabiliyor. Bazı insanlar sizin projenizi sizden daha iyi yapabiliyor çünkü uygulama aşamasını daha iyi planlayabiliyor. Örneğin Richard Meier Le Corbusier’i ondan çok daha iyi yapıyor… (Gülüşmeler) Bu bir metot gibi bir kere yapmayı öğrendiniz mi ortaya zaten bir bütün çıkıyor.

Takip edilebilecek bir şablondan mı söz ediyorsunuz?

Tam olarak değil. Bahsettiğim 3’lü tamamlandığında, bir fikir, doğru zemine kavuştuğunda herkes tarafından anlaşılabilir ve uygulanabilir oluyor.

“Binanızın Kendisini Anlatması Gerekmiyor”

Biraz sizin yapılarınızdan bahsedecek olursak… “Yapılarınız kullanıcıları için anlaşılması güç akışlara sahip olduğu” konusu konuşmak istiyoruz. Özellikle kabukta sizin için “Ne kadar karmaşık o kadar bitmiş” olduğu görüşü ne kadar doğru? Newyorker’da böyle bir değerlendirme yazılmıştı?

Evet okumuştum. Şimdi sanırım yazan kişi artık Vogue yada Vanity Fair’de yazıyor… (Gülüşmeler)

Bence insanların binanızı anlaması, yada şöyle demeliyim sanırım, binanızın kendisini anlatması gerekmiyor. Yani bir film yada bir resim kendini hemen açık ediyor mu? Karşısındaki kişi ondan ne bekliyorsa onu alıyor. Önündeki sudan ne kadar içmek istiyorsan o kadar içersin. Hepsini içmek zorunda değilsin. Yada 10 şişe daha iç. Daha fazlası mevcut, kısıtlı bir kaynaktan sözetmiyoruz, yasak değil anlamak ve çözmek. Ama zorunda da değilsin.

James Joyce’un bir kitabı var: Finnegans Wake. Frank Gehry ile LA’de verdiğim bir konferans sırasında Joyce’un karısından bir alıntı yapmıştım. Şöyle diyordu; “James, neden insanların anlayabileceği bir şeyler yazmıyorsun? Biraz normal ol!” Bunun üzerine biraz konuştuk ve şuraya geldi aslında tartışma; “yapabildiğini yapmalısın”. Yani önemli olan mimari olarak kompleks yada karmaşık bir şey yapabilmek, zor olanı başarmak değil.

“Tasarımcının Düşünmesi Gereken İlk Soru ‘Ne Yapıyorum?’ Olmalı”

Biraz Modernin bakış açışısıyla konuya devam edecek olursak, bu fazlaca “benci” bir tavır değil mi? Yani binanın zorunluluklarının kalkması durumu. Çok da eleştirel durmak istemem fakat bu tekilci tavır biraz mimariyi özerkleştiren ve bu bağlamda tasarımcıyı yıldızlaştırarak kent bağlamından kopartmıyor mu? Kentsel bütünlük, anlam, okunaklılık konularını nasıl ele alacağız?

Çok iyi bir nokta, teşekkürler.

Yani kentleşmeden anladığımız nedir ilk olarak? Sadece bildiğimiz, alışkın olduğumuz kentler mi? Çünkü kentin tanımını düşündüğümüzde mimarlığın daha önemli yada daha önemsiz olduğunu söylemek mümkün değil. Kentsel bağlam, mimarlık da dahil olmak üzere, doğal yapı, yollar, kültür vb’den beslenerek oluşuyor… Fakat Sagrada Familia’ya bakalım. O kentin kendisi. Kentleşme ve kent nedir tartışması bu nedenle önemli. Bundan sonra bizim yapacağımız binalar muhtemelen kentin kendisi olmayacak. Kenti tanımlayan binalardan birkaçı olabilecek. Dolayısıyla mimarlık ne yapabilir sorusu kentsel bağlam içerisinde değişen bir olgu olarak var olmaya devam edecek.

Bazen tasarımı “ıssız bir çöldeymiş gibi yaparak” başlıyoruz işe. Bazen de tam tersi ilişkileri baz alarak. Ama açıkçası ben mimarlığın tüm bu ilişkilere bağlı olduğunu düşünmüyorum. Bence tasarımcının düşünmesi gereken ilk soru “ne yapıyorum?”. Buna cevap vermeye çalışıyorum.

Çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın