“Mimarlığın globalleşmesi bizi nereye götürüyor? Tekdüzeliğe!”

Özlem Özdemir, Burkina Fasolu mimar Francis Kéré ile söyleşi yaptı.

Özlem Özdemir: Bay Kéré, Burkina Faso’dan döneli iki gün ancak oluyor… O yüzden en başta genel bir şey sormak istiyorum kültürler arası yaşam tarzınız ile ilgili bir soru. Acaba Afrikalılar’ın ve Avrupalılar’ın mantaliteleri hakkında dikkatinizi çeken bir şeyler var mı hâlâ?

Francis Kéré: (gülüyor). Bu çok, çok ilginç bir soru. Șimdi, ben evvelsi gün daha yeni geldim. Her zaman biraz zamana ihtiyacım oluyor, ama artık Almanya’ya adapte olmam benim sadece bir günümü alıyor. Eskiden, sokakta herkese selam vermeye çalısırdım…

ÖÖ: Ah!

FK: Evet, çünkü Burkina Faso’da böyledir. Çünkü orada birisini görünce, göz göze gelince, otomatikman merhaba nasılsınız denilir. Almanya’da nice otobüs şöförü bana bu nedenle şaşkın şaşkın bakmıştır… Uyum sağlamak ama bana artık o kadar zor gelmiyor, zira artık kendimi Almanya’da rahat hissediyorum.

ÖÖ: Evet, ama göründüğü gibi, hâlâ şu küçük farklar var…

FK: Var, dilsel açıdan da var. Burkina Faso’da konuştugum lisanlar Moré, Bissa ve Fransızcadır.

ÖÖ: Moré ve Bissa. Bunlar Burkina Faso’da konuşulan lehçeler mi oluyor acaba?

FK: Evet, aynen öyle. Burkina Faso’nun yirmi lisanından sırf iki tanesi.

ÖÖ: Bay Kéré sizi Arkitera okuyucularına daha iyi tanıtabilmek için özgeçmişinizin bazı noktalarına değinmek istiyorum. 1965’de Burkina Faso’nun küçük bir köyünde, 3 bin nüfuslu Gando’da doğdunuz. Gando’nun mimarisinin ekseriyeti kerpiç binalardan ibaret. Ve bu kerpiç malzemesiyle siz sonunda dünyaca ünlü bir mimar oldunuz. Verdiğiniz röportajların birisinde ilginç bir hikayeden bahsediyorsunuz, bir çocukluk hatırasından daha doğrusu. Mimar olmayı ilk defa köyün binalarında tamirat işlerini yaparken aklınıza gelmiş. Bu doğru mudur?

FK: Hakikaten doğru. Ama bu Gando’da değildi. Sizin karşınızda nasıl olduğunu tam olarak söyleyebilirim. Okula gidebilmem için, annemin ve babamın yanında kalamıyordum. Gando’da okul yoktu çünkü. Eğitim alabilmem için yedi yaşımda annemi ve babamı terk ettim. Sözde akrabalarda yaşadım. Ve bu akrabaların yanında yaşadığım müddetce, okuldan eve döndüğümde görevlerim oluyordu. Aile için su taşımak gibi, bazen yedi kilometre uzak yerlerden bile. Ayrıca haftasonları başka bir görevim daha vardı. Kerpiç ve taş gibi evlerin tamiratlarında gerekli olan malzemeleri bir yerlerden bulup ve eve taşımam gerekiyordu. Bu yoğun işlere dokuz yaşlarımda başladım ve düşünebildiğiniz gibi, dokuz yaşındaki Afrikalı bir çocuğun aklında ev tamiratları değil, arkadaşlarıyla oyun oynamak gibi şeyler vardır. Bu şekilde eğer bir kere elime bir fırsat geçerse, bu binaları daha iyi yapmalıyım gibi bir istek gelişmiştir, en azından bilinçaltında. Evet ve hakikaten bu çocukluk hatıram beni uzun zaman takip etmiştir, taa ki Burkina Faso’daki aldığım marangoz eğitimime ve mimarlığa kadar.

ÖÖ: Hiç başka bir meslek düşündüğünüz oldu mu?

FK: (gülüyor). Bir şeyi yerel malzemelerle daha uzun ömürlü hale getirmek beni her zaman büyülemiştir. İnsan kendi köyünü desteklemeyi hayal eder, hangi şekilde olursa olsun. Ama benim için sonuçta mesleğe dönüşen hayal “inşa etme” olmuştur. Yani malzemelerle ilgilenmek, onları deneyler yaparak daha uzun ömürlü duruma getirmek için.

ÖÖ: Meslekî gelişiminiz için önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Gandolu birisi olarak okula gitme imkânı bulan ilk çocuk siz olmuşsunuz.

FK: Evet, doğru.

ÖÖ: Gençliğinizi mimarlık öğreniminize kadar biraz anlatır mısınız?

FK: Ortaokul derecesinde olan bir okuldan mezun olabilmem icin hemen ilkokuldan sonra bir koleje gitmem öngörülmüştü. Ama bunun yerine marangoz eğitimini aldım. Yani genel anlamda bir okul mezuniyetine sahip değilim. Ondan sonra da Ougadougou’da, yani Burkina Faso’nun başşehrinde, marangoz olarak çalışmaya başladım. Ve bu “meslek eğitimin” birinci senesinin sonunda Alman Kalkınma Yardımı Örgütü’nün (DED – Deutscher Entwicklungsdienst) bursiyerler aradıklarını duydum. Ağaç işletme alanında kalkınma yardımı “aktivistler” olarak ileri eğitim görmek üzere Almanya’ya alınacak gençler arıyorlardı. Marangoz olmam da bu yönden benim için hayırlı oldu. Başvurmak istedim, ama öğrencilerin doğru düzgün bir işletmede çalışmaları şarttı. Ama tabii ki (gülüyor) böyle düzgün çalışan işletmeler Burkina Faso’da o zamanlar pek yoktu. Bu sefer birisi bana dedi ki, “ya oğlum, bunun senin için büyük bir fırsat olduğunu görüyorum. Gel seni işe alayım, Almanya’ya gidip ve orada birşeyler öğrenme fırsatını kaçırmamalısın”. Bu fevkalâde bir şey. Ve bu şekilde burs için müracaat edebildim, kabul edildim ve Berlin’e gittim. İki senelik ileri eğitim aldıktan sonra da Burkina Faso’ya dönecektim aslında. Ama dediğim gibi, ben büyük bir aileden geliyorum ve yurdumda beklentiler yüksekti – burada bunu kimse tasavvur edemez. Almanya’ya sırf kısa bir eğitim almak için gittim demekle olmuyordu. Beklentiler daha yüksekti, aslında aileme bir vagon dolusu hediye getirmem gerekiyordu. Ama bu durumda değildim tabii. Böylece Almanya’da kalmaya karar verdim, yani daha sağlam bir eğitim alabilmek için. Gece lisesine kayıt oldum ve liseyi bitirdim. Sonuçta çok heyecan verici bir şey değildi. Ama mücadele, umut ve güvensizlik dolu bir hayat idi. Tahmin edebildiğiniz gibi, sırf lisan yönünden büyük zorluklar çektim. 

ÖÖ: O kadar kolay da olmadı demek.

FK: (gülüyor) Ama sonunda her şey iyi sonuçlandı ve Berlin Teknik Üniversitesi’ne kayıt olabildim. (gülüyor)

ÖÖ: Yeri gelmişken sizin uygulamaya geçirdiğiniz diploma projenizden bahsetmemiz gerek, bu bir hadise olmuştur tabii. Üstelik köyünüzün çocukları ve gençleri ile gerçekleştirdiğiniz bir okul projesi olduğu için.

FK: Aynen.

ÖÖ: Baştan sormak istediğim bir şey var. Sizin bu diploma-projenizi bu şekilde gerçekleştirmeniz üniversitenizde emsal bir olay oluşturdu mu acaba?

FK: (gülüyor) Evet, yani, doğru soruyorsunuz, o yüzden biraz daha etraflıca anlatmam gerek belki. Bu okul projesi benim diploma projem değildi aslında.

ÖÖ: Öyle mi?

FK: Bu okul ile ilgili düşüncülerimi ta dördüncü sömestrden itibaren geliştirmeye başladım. Aslında bu okulu diplomamdan seneler önce inşa ettim (gülüyor)…

ÖÖ: Demek böyle yaptınız! (gülüyor)

FK: Bunu çokları bilmiyor. Okulu aslında öğrenci olarak yaptım. Ondan sonra ikinci projeyi de gerçekleştirdim, yani öğretmen lojmanlarını, onlar da diploma projemden önce geliyor…

ÖÖ: Yani öğretmenler lojmanlarını da mezun olmadan yaptınız?

FK: Aynen, doğru, doğru. Vaktim yoktu ki, yani vakit kaybetmemem gerekiyordu…

ÖÖ: Evet, eğitiminizi herhalde daha ziyade yanı sıra takip ettiniz…

FK: Öyle oldu. Sorma şekliniz hoşuma gitti. O yüzden bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum, altıncı sömestrden sonra memleketim için yeterli bilgi topladığımı anlar anlamaz gitmek istedim. Daha da okumak istemedim. Bu bir, ikincisi, eski teknikler üzerine odaklanmaya başlamıştım bile, yani Berlin’in etraflarını gezdim dolaştım ve eski tuğla imalat yerlerini ziyaret ettim. Tuğlalar ve seramik için kullanılan çamur yataklarını gezdim, eski kaleleri ve çeşitli duvar tiplerini inceledim, ondan sonra da kendi kendime dedim ki, görmek istediklerimi gördüm, yeter artık, ben yine memleketime döneceğim. Evet, böyle olmuştu ve o zamanlar üniversitedeki şu geziler vardı ya, ilk sömestrelerden beri örneğin bir kere Paris’in yakınlarındaki Versailles ziyaret edilecekti ve o zaman hocalarıma dedim ki, benim için Almanya baştan sonuna kadar high-tech zaten, bir esin kaynağı. Bir de şimdi Fransa’ya gidip ve Gando’ya dönüp ve oradaki hemşerilerime bir şato gördüğümü anlatmak istesem, bir kere şatonun ne olduğunu izah etmem gerekecek. O zaman da diyeceğim ki muazzam büyük bir bina gördüm, etrafında öyle bir bahçesi var ki, köyümüzden kat kat büyük ve içi ağaçlar ve bitkiler dolu. Ve sırf bu bahçenin sulandırılması için, oranın kralı kocaman bir su deposu inşa etmiş. İşte o zaman köylülerim beni yalancı yerine koyacaklar. Gerçekten, üniversitede bana gülümsediler. Devamlı bana gülümsediler…

ÖÖ: Her durumda, Gando’daki ilk okulu sizin diploma projeniz değildi…

FK: Normal bir tasarım projesiydi, hocam da Peter Herrle idi. Mentorum olarak kabul ettiğim birisi, o beni gönlümdeki hayallerimi ciddiye alınacak mimari bir mesele olarak görmeye teşvik ederdi. Evet ve o zaman köyüme gittim ve bu projeyi inşa ettik. (gülüyor)

ÖÖ: Evet, ama bence bu da başlı başına ilginç bir hikâye, kerpiç kullanmak istediğiniz için ilk önce çocuklar sizi güya ciddiye almamışlar, bu doğru mudur?

FK: Evet, ama sadece çocuklar değil, bütün köy halkı. Bütün köy dedi ki, “ya, Francis, yoksa gerçeklik duyunu tamamen mi kaybettin?” Dediler ki, bilirsin, kerpiçten yapılmış bir bina, hatta normal küçük bir barınak bile bir tek yağmur mevsimini zor geçirir ve şimdi sen bu kadar büyük – normalde betondan veya çimento taşlarından yapılan – bir binayı kerpiçten yapmaya kalkıyorsun. Sırf boyunu düşünsene, bunun üstesinden gelmek mümkün değil. Yağmura karşı dayanıklığını nasıl sağlarsın? Yani çok çok şüpheciydiler. Ama! Başardık!

ÖÖ: Aynen öyle. Gerçekten başardınız ve tahmin ederim herkes kendisini çok mutlu hissetmiştir!

FK: İnanılmazdı, inanılmaz!

ÖÖ: Burkina Faso 1960’da Fransa’nın sömürgücülüğünden daha yeni kurtuldu sayılır, öyle değil mi?

FK: Aynen, doğru!

ÖÖ: Ve çocuklar bir okul binasının illaki beton ve camdan olması gerektiğini düşünüyorlarmış, Fransızlar’ın yaptıkları gibi yani…

FK: Evet …

ÖÖ: O halde bu çocukların müşterek başarının sonucunda aynı zamanda kültürel açıdan özgüvenleri uyarılmış olmalı diye düşünüyorum, alışkın oldukları geleneksel kerpiç mimarisine başka bir gözle bakarlar artık…

FK: Sırf çocukların değil, bütün insanların. Bu arada benim çalışmalarım bütün ülkede tanınmış hale geldi, gerçekten, şu sözel aktarma var ya duyulur duyulmaz bir haberden kocaman bir efsane yaratılır bu şekilde. O derece ki, korkmaya bile başladım. Gando’daki insanlar olup bitenlerden, benimle beraber yarattıklarından çok gurur duyuyorlar. Șöyle ki, dışardan misafirler gelse, diyelim hükümet memurları, köylüler onları hemen ellerinden tutup yaptıklarını göstermeye başlarlar. Genelde bu üst düzey devlet görevlilerinden misafir gelince, millet korkudan saklanır. Ama artık bu böyle değil, onları şantiyeleri gezdiriyorlar, gururla ve özgüvenle. Ve öğrencilere gelince bizim ilk okulumuz başarı yönünden ülkenin en iyileri arasına girmiş durumda. Öğretmenlerin de kaliteleri düzeldi ve bazı öğretmen bütün bunların binalarla ilgili olduğunu söylüyor. Sınıf odaların iklimi ile ilgili. Ama aynı zamanda mimarinin bütünüyle ilgili, çünkü çocuklar kendilerini çok iyi hissediyorlar ve bu da ilhama daha çok yer veriyor…

ÖÖ: Mutlaka…

FK: Yani yaratıcılığa da. Bu çok büyük bir değişim. Gerçekten.

ÖÖ: Evet, şüphesiz bu çok olumlu bir değişim. Görebildiğimiz gibi, yapıtlarınıza çoğu zaman adeta bir “ortak imalat” olarak bakabiliyoruz ve bununla ilgili bir soru sormak istiyorum. Bu durum az çok bir zorluktan mı kaynaklanıyor, yoksa bu işin aynı zamanda geleneksel bir yönü de olduğunu söyleyebilir miyiz? Köy halkınızın birlikte çalışmaya alışkın olduklarını göz önünde bulundurursak.

FK: Yani, burada doğru bir soru sordunuz. Hakikaten öyle, ikisi de geçerli, bir yandan zorunluluk var, diğer yandan da geleneksel bir tutum. Genelde insanlar hep beraber inşa ederler bir kimse, erkek olsun kadın olsun, konut yapımı ile ilgili bütün bu işleri tek başına beceremez. Köyümüzde değiş-tokuş ticaretinin hâlâ mevcut olduğunu göz önüne getirmeniz gerek. Sen bana küçük barınağımı yapmaya yardım edersen, ben de sana iki tavuk veririm örneğinde olduğu gibi. Tabii ki sınırlı, ama yine de hâlâ tatbik edilir. Gerçekten ortak çalışma usülü benim kültürümün zemini sayılır. Düşünün, hayat sigortası yok, yaşlılık sigortası yok, sadece camia var. Bu bir, ama aynı zamanda bu durumdan faydalandığımı da söyleyebilirim, çünkü binayı mümkün mertebe az parayla yapmak istedim. Yeterli paramız yoktu. O yönden, insanların müşterek şekilde çalışmaları işimize geldi. Bugün artık biraz daha iyi anlamış olduğum bir şey varsa, o da topluluğun refahının güçlenmiş olmasıdır. Köy halkının okulunu kendisinin inşa etmesi sosyokültürel açıdan da çok önemliydi. Bu okul yabancı bir nesne değil. Görünümü modern olsa bile. Onu oranın insanları yarattı. Bir konser gibiydi…

ÖÖ: (gülüyor) Evet, evet…

FK: Yetenekli müzisyenler ile, yani köylüler ve ben orkestra şefiydim. Ama orkestra şefinin sadece büyük bir kalbi vardı ve bu nispette koşuşturuyordu, milleti idare edebilmek için. Ve bu iş böyledir işte. Ulaşılan bu başarıya, köy halkının birlikte çalışmalarının ürünü olarak bakabiliriz. Ama bu arada bilinçsiz bir şekilde bilgi transferi de uygulanmış oldu.

ÖÖ: Evet, bu aktarma konusuna daha sonra da geri döneceğim. Șimdi ama sizin başka bir söyleşiden kısa ve özlü bir cümlenizi ele almak istiyorum: “Yerinde bulunan malzemeler, inşaat için kullanılır”1

FK: Evet…

ÖÖ: Bu insanın kullağına nerdeyse katı bir ilke veya bir ana prensip gibi geliyor.

FK: Evet, katı bir ilke olmasa bile, benim için kendiliğinden anlaşılır bir durum. Başka bir şey değil. Bunu yapıyorum, yapmaya çalışıyorum. Nerede olsam, kendi kendime derim ki, “ya bu kadar pahalı malları neden ithal edeyim ki.” Pahalı şeyleri sadece çok acil durumlarda kullanırız. Taşıyıcı sistem gerektirince. Ama en kolay inşa usülü zaten bu değil mi? En çok mevcut olan malzemeden faydalanarak bina inşa etmek. İşte bu düşünce beni kerpiç malzemesini kullanmaya sürükledi. Bu sadece akıllı bir malzeme değil, yani inşaatın yerinde bulunduğundan aynı zamanda ucuza da geliyor. Bu arada, sürdürülebilirlik hakkında hiç endişe etmemiştim, düşünmemiştirim. İnsanlarla beraberce hazır bulunan malzemeleri kullanıyorum. En mantıklısı bu olduğunu düşündüm. İşleme veya dönüşüm diyebilirsiniz veya başka bir ıslah yönteminden bahsedebilirsiniz, ama en başta gayet basit bir şey yapıyorum, hazır bulunanları kullanıyorum.

ÖÖ: Sırf bir örnek olarak ele alırsak, Gando’nun nerdeyse hiç ağacı yok, o yüzden toprağını kullandınız.

FK: Aynen öyle…

ÖÖ: Burkina Faso’da başka bir yerde, sanırım Dano’ydu …

FK: Evet, Laterit taşı…

ÖÖ: Orada başka bir şey kullanmıştınız, Laterit, evet. Demek bu prensibinizi tutarlı bir şekilde uygulamaya çalışıyorsunuz.

FK: Evet, dünyanın bu bölgesinde, yani insanların aslında asgari geçim düzeyinde yaşıyan bir yerde, izlenilecek en iyi yol budur: En bol miktarda bulunanları eğitim tesisleri için sarf etmek.

ÖÖ: Evet ve bu şekilde eğitim ile beraber sonuçta yeni bir kaynak daha ortaya çıkmış oluyor …

FK: Budur, tam doğru!

ÖÖ: Bay Kéré, 2004 yılında üzerinde konuştuğumuz Gando İlkokulu için size Ağa Han Mimarlık Ödülü verilmişti. Ve 2012 senesinde “Global Holcim Award 2012 for Sustainable Construction in Gold”u aldınız, hem de yanılmıyorsam ikinci defa. 

FK: Evet, evet!

Gando Ögretmenler Lojmanı 
Fotoğraf:  Erik-Jan Ouwerkerk

ÖÖ: Tekrar bir eğitim binası söz konusu. Adı “Collège de Gando”, bir lise yani…

FK: Evet öyle.

ÖÖ: Harika bir şey, bu lisenin 1.200 kadar öğrenci kapasitesi olacak ve 2014 senesinde açılması planlanıyor. Bay Kéré, bildiğim kadarıyla yeniliğe ve ilerlemeye ilgi gösteren birisiniz ve bu projede kerpiçi akışkan hale getirmek için köyünüzdeki işciler ile yeni bir yöntem geliştirdiniz. Kerpici kıvamına getirdikten sonra bir kalıba dökerek prefabrik elementler ürettiniz, aynı betonda yapıldığı gibi. Bu yöntem hakkında bize biraz bir şeyler anlatabilir misiniz? Bu hazır parçalar meselesi sadece yeni bir fikir denemek için mi ortaya çıktı, yoksa yine her hangi bir zorunluluktan dolayı mı?

FK: Bir şeyi mümkün mertebe iki kere yapmayı sevmem, sıkılırım. Ve bu da binalarımın hayrına. Onlara daima küçükte olsa bir parça yenilik getirmeye çalışırım. Birinci okulda kerpiç tuğlaları yüzde sekiz çimento katarak işledim ve el presiyle döktüm. Ödüller ve projelerin başarıya ulaşması beni çok cesaretlendiriyor. Birinci okulu 150 çocuk için yapmıştık ve şu anda 700 öğrencisi olduğunu zannediyorum. Ve böylece hükümette bu başarıyı gördü ve o yüzden Gando’ya lise hocaları göndermeye karar verdi. (gülüyor) Artık Francis birşeyler yapar diyerek yani emrivaki karşısında bırakıldım. O zaman kendi kendime dedim ki, tamam şimdi ama tekrar kerpiç tuğla üretmek istesek, onları dört hafta kurutmamız gerekir. hatta önceden kerpiçin elenmesi, kumun süzülmesi gerek ki tuğlaları yapalım ve üzerlerini örtelim. O yüzden dedim ki, “toutvenant” şeklinde çalışalım. “Toutvenant” Fransızcadır, anlamı da şöyle; kerpiçi direkt çukurundan çıkartıyorsunuz, kumu da direkt ırmağın yatağından alıyorsunuz. Ve ondan sonra bu malzemeyi biraz çakıl ve çimento ile karıştırıp beton gibi döküyorsunuz. Bu yöntem aynı zamanda çalışma süresini de kısaltıyor. Unutmamanız gerek, bize gelip yardım eden köylüler, paralel olarak geçimlerini de sağlamaları gerek ve bizim şantiyelerde para almıyorlar ki. O yüzden onlara aşırı yüklenmemek gerek. Bu şekilde birçok faktör bir araya geldi ve o yüzden bu tekniği geliştirdik: Yani 3×2,10 m büyüklüğünde bir modül, kendi başına durabilmesi ve kendi kendini destekleyebilmesi için modülü kavisli bir şekilde tasarladık. Evet, ondan sonra da dedik ki: Bunu dökeceğiz. Bunun için de çeşitli testler yapıldı; bu testler bizim işimiz için çok önemli. Yaptıklarının çalıştığını insanların kendi gözleriyle görmeleri gerek ve (FK ellerini çırpıyor) sonunda yaptılar ve oldu. Ondan sonra da ben çekip gittim, onlar kaldı ve işlerine devam etti. Benim işim böyledir işte.

ÖÖ: (gülüyor)

FK: Bu dâhiyane bir şey değil. Sadece zorunluktan ve coşkudan doğan bir durum, hem de büyük bir coşkudan. Ah, mimarlığı seviyorum. Gerçekten, seviyorum mimarlığı. Ve de özel olarak insanlarla beraber çalışan ve insanı merkeze koyan mimarlığı. Bunu severim işte!

ÖÖ: Bay Kéré, biraz önce de kısaca değindiniz bir konu vardı, transfer konusu…

FK: Evet.

ÖÖ: Global Holcim Awards 2012 çerçevesinde verdiğiniz bir röportajda Berlin’de çalıştığınızı ve orada öğrendiğiniz teknikleri memleketinize aktardığınızı söylüyorsunuz2. Bunun hakkında bize zaten birşeyler anlattınız, ama şimdi bu konuyu biraz daha derinlemesine işlemek istiyorum: Bu durum sizin için ne derece önemli? Daha doğrusu, bu bilgi ve teknik transferin hangi derecede bilincindesiniz?

FK: Biliyor musunuz, işin başında sırf bir arzu vardı çünkü bu cemiyete yararlı olmayı ve okul gibi gerekli olan strüktürleri yaratmayı oranın cemiyetin bir üyesi olarak bir görev gibi üstlendim. Ama artık Almanya’dan Gando’ya bilgi aktardığımı daha ziyade bilmeyerek yaptığımı anlıyorum, çünkü bu inşaat teknikleri yönünden bir sürü insanı eğittim ve insanlar bu şekilde para da kazanabiliyorlar, Burkina Faso’nun ve komşu ülkerlerin başka şantiyelerinde çalışarak. Ben entelektüel birisi değilim, olmak istemem de zaten. Ama bir şeyler deniyorum ve tuttuğunu görüyorum. Tabii ki Almanya’da öğrendiklerimi insanların hedeflerine, onların gereksinmelerine ve ekonomik şartlarına uyarlamaya çalıştım ve bu duruma hakikaten teknoloji transfer ifadesinin tekabül ettiğini fark ediyorum. Çiftçilere kerpiçin nasıl hazırlanması gerektiğini, kerpiç tuğlaların hangi şekilde istiflenildiğini, kerpiçe bilimsel şekilde nasıl yaklaşıldığını öğrettim, anlıyor musunuz?

ÖÖ: Evet…

FK: Taa ki, kerpiç malzemesinden nerdeyse beton duvarlar yapmamıza kadar. Bunların hepsini bilinçli bir şekilde yapmadım. Böyle bir şeyi hiç bir zaman planlamamıştım. Halkım için büyük bir kalbim var ve onun için bir şeyler, sadece insanlarla beraber evler yapmak istedim. Sırf bir değil, birkaç yağışlı mevsimine karşı dayanıklı olan evler yapmak istedim onlarla beraber ve bunun için bilgiye ihtiyacım vardı ve bu bilgiyi Avrupa’da kendime edindim. Bunları inceledim ve şimdi artık bilgilerimi yavaş yavaş halkımla beraber tatbik ediyorum.

ÖÖ: Siz ara sıra başka önemli bir konuya değindiniz zaten, o da iklimdir. Ülkenizin coğrafi iklim ve binalarınızın oda iklimi arasındaki bağlantı sizin çalışmalarınızda merkezi bir konu oluşturuyor. Projelerinizden birisi manalı bir şekilde buzdolabı olarak isimlendirilmiş bile…

FK: (gülüyor) Evet, bir sınıf odası için en önemlisi, ikliminin öğrenmeyi ve ögretmeyi olumlu bir şekilde etkilemesidir. 40 dereceden daha sıcak olan bir odada, öğrenciler bir şey öğrenemezler, bu mümkün değil. Çocukluğumda ben böyle bir sınıfta oturdum. Dehşetti, dehşet! Bir kuluçka makinesi dersiniz, bir çocuğu doğru dürüst eğitebileceğiniz bir mekân değildi…

ÖÖ: Tabii ki …

FK: Ve ben binalarımda işte bu iklimi düzeltmeye çalışıyorum. Binalarımda bu merkezi bir konudur. Bina örtüsünün oda iklimine hizmet etmesi gerek, yani oda iklimini olumlu bir şekilde etkilemesi lâzım. O yüzden duvarların açıklıkları var, o yüzden doğal havalandırmayı sağlamak için hafif meyilli metal çatı ve masif tavandan oluşan bir çift çatı sistemi var, çünkü dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer alan Burkina Faso’da odaları serinletmek için fosil enerji kullanmak çözüm olmıyacağına göre, tek çözüm doğal havalandırma.

Gando İlkokulu
Fotoğraf: Simon Duchoud

ÖÖ: Ayrıca Gando’da sanırım elektrik yok…

FK: Elektrik yok! Akarsu da yok…

ÖÖ: Aslında tuhaf bir soru, ama Gando’ya elektrik bağlanırsa o zaman ne yapardınız?

FK: Gando’ya elektrik gelmesine daha çok var ve gelse bile kimse buna kalkışamaz. Köylülerin geliri ve refahı sağlanıncaya kadar bu mümkün olmaz.

ÖÖ: Dayanılır bir oda iklimi sağlamak için kullandığınız en önemli araçlardan birisine işaret ettiniz zaten. Projelerinizin her birisinde görebildiğimiz tipik çatılarınız. Acaba bu fikir deneyler yaparak mı ortaya çıktı, yoksa bir zamanlar size bu hususta ilham veren bir şey mi oldu? Ayrıca bu çatının çok özel bir eğimi var gibime geliyor.

FK: Evet, evet. 

ÖÖ: Bir şömine etkisi yaratmak için sanırım. Bazen bu eğim o kadar hafif ki nerdeyse fark etmek bile mümkün değil.

FK: Evet! Kerpiç duvarlarını erozyondan, yağmura ve güneş ışınlarından kaynaklanan aşırı ısınmaya karşı korumak istedim ve bunun için büyük bir çatı yaptım. Aynı zamanda hava sirkülasyonu için kullanmak istedim. Çatı eğimine gelince bazı statikçiler buna inanamıyorlar ama bunun üzerine fazla kafa yormaya gerek yok ki, direnç olmadıktan sonra çatı da havaya uçmaz ve artık statikçiler de bunu anladılar. Çatı kaplama malzemesi çok ince ve o nispette çok çabuk ısınıyor; iki çatı sistemin arasında bulunan hava da bu sefer bu çatı arası mekanının içinde sıkışıp kalıyor. Ama çatı hafif eğimli olduğundan buradaki ısınmış olan hava sıvışıp gidiyor. Aynı zamanda arkadan gelen hava sınıfın havasının masif tavanın küçük deliklerinden çıkmasını ve pencerelerden tekrar hava gelmesini sağlıyor ve bu kadar daha fazla düşünmeye gerek yok, muhteşem çalışıyor. Okulu ziyaret etmelisiniz, diyeceksiniz ki “şu ventilatörü nereye sakladı acaba!”

ÖÖ: (gülüyor)

FK: Kulağa çapraşık geliyor, ama aslında çok basit ve doğal.

ÖÖ: Yani, tekrarlamaya müsaade verirseniz. İlk başta bir kere binanın kendisinde şu özel pencereler var, daha doğrusu camsız açıklıklar ve tavanın içerisinde delikleriniz var.

FK: Aynen.

ÖÖ: Bu duvardaki açıklıklar ve tavandaki delikler arasında bir kere bir sirkülasyon var zaten.

FK: Budur işte, yani çatı altında düşük basınç üretiyorum çok basit. Bundan dolayı bir sirkülasyon ortaya çıkıyor, hava yukarıya doğru gidiyor ve çıkmaya çalışıyor. Almanya’da mesela bir evi ısıtsak ve yukardaki komşumuz evini ısıtmadığını varsayarsak, o zaman onun evini de ısıtmış oluyoruz, çünkü bütün sıcaklık yukarıya doğru gider.

ÖÖ: Evet, doğru…

FK: Her yerde böyledir (Afrika için de geçerlidir) ve şimdi de bir ısı grafiği yaptığınızı düşünün, o zaman tavanın içi en sıcak bölge olduğunu görürsünüz. Tavanın içine de delikler yaparsanız, o zaman sıcak hava buradan çıkar. Sadece duvarlardaki camsız pencerelerin lameller ile donatılmış olmasını sağlamanız gerek ki onları hafif bir meyille açtığınızda arkadan taze hava girsin. Ve sırf bu hava akımı serin bir duygu yaratıyor. Çok basit! Yüzünüzün önünde yelpazelenirseniz, serinlendiğinizi hissedersiniz, ama aslında havanın ısısını değiştirmiş olmuyorsunuz. Lüften, kusuruma bakmayın, yanağınıza hava yelpazelemeyi deneyin.

ÖÖ: (yüzüne hava yelpazeliyor)

FK: Bu serinlik işte sırf hareketten kaynaklanıyor, bu kadar basit!

ÖÖ: Bu kesinlikle doğru, hem du şu anda deneyerek ikna oldum. (gülüyor)

FK: Bir ventilatör havayı serinletmez. Bir ventilatör havada sadece bir devri daim yaratır.

ÖÖ: Bir kaç projenize baktım ve bu sizin tipik çatılarınızı görünce birden bambaşka bir mimar aklıma geldi, o da çok sıcak bir kıtada çalışan birisi, şimdi belki biraz şaşıracaksınız ama böylece birden bire aklıma gelen Glenn Murcutt’dı!

FK: Glenn Murcutt, o benim büyük örneğimdir!

ÖÖ: Ah, bakın, demek ki öyle.

FK: Evet, kendisini de tanıyorum ve çalışmalarına hayranım. Hayatta olan mimarlar hakkında ilk aldığım, yani bilinçli aldığım kitap, Glenn Murcutt hakkındaydı. Eserini severim. Tabii ki, bazı eleştiriciler, yaptıklarının çok pahalı olduğunu söylüyor. Ama benim için binaları çok net bir şekilde okunaklı ifadesinde öyle bir netlik var ki çok sade ve hiç muğlak değil.

ÖÖ: Son nokta olarak size Türkiye ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Cengiz Bektaş adında bir türk mimarı bir söyleşide diyor ki, “Türk insanın yüzde 50’si kerpiç evlerde yaşıyor ama mimarlık okullarında kerpiç üzerine eğitim verilmiyor.”3 Tabii ki bu iddia abartılı olabilir, örneğin Türkiye’nin bazı üniversitelerinde kerpiç üzerine biraz araştırmalar yapıldığını ve ders verildiğini biliyorum.

FK: Ama işte sadece biraz…

ÖÖ: Yeterli olmayabilir, orasını bilemem, ama söz konusu mimarın iddiasına bakarsak abartılı bile olsa, sanırım insanları uyarmak için bu şekilde konuşmuştur. Acaba siz insanları harekete geçirmek için ve örneğin –Türkiye’deki okuyucuları düşünerek- bu konuyu daha cazip kılmak için ne söylerdiniz? Kerpiç mimarisini, Türkiye gibi bir ülkede, hızlandırmak için sizce ne yapılmalıdır, nasıl daha cezbedici kılınabilir? İnsanlar nasıl ikna edilebilir?

FK: Șöyle bir problemimiz var, kerpiçten başka yapı malzemeleri insana daha cazip geliyor ve unutmamak lazım ki kerpiçin kullanılması pek kolay da değil. Günümüzde kerpiç malzemesini daha kabullenir, yani daha iyi takdim edilebilir hale nasıl getirebiliriz? Bu kolay bir iş değil, çünkü etrafımızdaki mimarlık uluslararası hale getirilmiş durumda. Global mimarlık adında bir güç (dikte) var. Yapı malzemeleri ve şekiller ile ilgili bir dikte var. Ama bu diktenin arkasında bulunan güç yapı endüstrisidir. Dayanılıklık söz konusu: kerpiç malzemesini nasıl daha dayanıklı yapabilirim ki kabul görsün. Bir kerpiç diktesinin gelmesine kadar beklememek lazım sanırım. Okuyucular ve her birimiz modanın peşinden koşmak yerine, yerel açıdan neyin nasıl en iyi şekilde yürüyeceğini düşünmekle mükellefiz. Sırf bu şekilde günümüze hâkim olan gidişattan kurtulabiliriz. Beklemeye değer. Insan kendi kendine düşünmesi gerek, yapıtlarımı “New York tarzında” yapmam şart mı? Tabii ki bazı binalar başka türlü yapılamaz, yani kerpiç için elverişli değildir, örneğin bir hava limanı veya büyük şehirlerdeki gökdelenler. Yapmak istesek bile, bu da dikte etmekten başka bir şey olmazdı, on veya yirmi katlı yapıtları kerpiç malzemesiyle uygulamak zaten zor; Yemen’de örnekler görebiliyoruz gerçi, ama böyle örnekler ender bulunur. Fakat zannediyorum ki, bir ülkede insanların yüzde ellisi kerpiç binalarda yaşıyorsa, bu durum sırf kültürel değil, aynı zamanda ekonomik sebeplerden kaynaklanıyordur. Ve işte tam bu noktada eyleme geçmemiz gerek; örnek kerpiç binalar yaratarak ki Türkiye’de tekrar moda haline gelsin ve insanlar tekrar kerpiç binaların içinde yaşamak istesin. Biliyor musunuz, bir elite sahipsek ve bu elit bir ayağının üzerinde zıplamaya başlarsa ve bu şekilde ortalıkta dolaşırsa ve biz bunu taklit ediyorsak.

ÖÖ: (gülüyor) Evet, anlıyorum.

FK: Bu elit yaptıklarının bilincinde olması gerek, yani uluslararası akımını taklit ederek kendi kültürünü kaybedebileceğinin farkında olması gerek. Genellikle uluslararası akımları doğru bir şekilde uygulamaya fırsatımız olmuyor. Burkina Faso’da bu böyledir, gökdelenler yapıyoruz ama aslında sırf çimentoyu bile doğru dürüst kullanamıyoruz. Türkiye’de de hayır, Mısır’daydı, binalar çöküyor, sırf üzerlerine bir kat daha ve bir kat daha eklendiğinden.

ÖÖ: Ah, tabii. Maalesef bu durum bana yabancı değil.

FK: Yani hepimiz bu sorunun üzerine düşünürsek. Mimarlığın globalleşmesi bizi nereye götürüyor? Tekdüzeliğe! Globalleşme kültürü öldürür, yani öz kültürü. Halbuki öz kültür bizim asıl temelimizdir. Ve bir millette bunca insan hâlâ kerpiç binalarda yaşıyorsa, o zaman kerpiç binalar kültürün bir parçası olduğu anlamına gelir ve bu kültürün kaybolmaması gerekir. Hepimiz bu durumun bilincinde olmalıyız.

ÖÖ: Bay Kéré, daha da fazla vaktinizi almayayım, sanırım elemanlarınız sizi bekliyorlardır artık.

FK: Ama size söz vermiştim…

ÖÖ: Evet ve o yüzden size çok teşekkür etmek istiyorum.

FK: Ben de teşekkür ederim.

Dip notlar ve kaynaklar:

1 http://www.architekturzeitung.com/architekturmagazin/architektur-undkunst/554-architekt-diebedo-francis-kere.html
http://www.holcimfoundation.org/Awards/GlobalbrHolcimAwards2012/A12GLgoBF/tabid/1499/Default.aspx (“It is about dealing with two different cultures. Being in awestern world, (…) in Berlin, trying to learn some techniques and to translate them for my home country in Africa.”)
3 http://www.emlakkulisi.com/postmodern-cagda-kerpic-evi-savunan-birmimar/2139

Söyleşi, Almanca’dan Türkçe’ye Özlem Özdemir tarafından çevirilmiştir.

Etiketler

Bir yanıt yazın