“Modern Çağda Böyle Absürd Bir Caminin Yapılması Talihsizliktir”

Mimar Sinan Büyük Ödülü'ne layık görülen Erkut Şahinbaş ile ofislerinin yapısı, kentsel dönüşüm ve cami meseleleri gibi güncel konularla ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Betül Atasoy: Öncelikle ofisinizin yapısı ve çalışma şeklinizden bahsedelim. Projeniz nasıl şekilleniyor, nasıl bir hazırlık sürecinden geçiyor?

Erkut Şahinbaş: Ankara’da çalışan bir grubuz. Ofisimiz 40 yaşında. Şu anda daha çok yurtdışında işler yapıyoruz. St Petersburg’daki havaalanı terminalini yapıyoruz. Orada hem Türk hem Rus olmak üzere 30’a yakın çalışma arkadaşımız var. Ankara’da da 10 kişi çalışıyor yani toplamda 40 kişilik bir grubuz. Ancak yine de yetişemiyoruz. Yurtdışında hem inşaat kontrolü hem de proje beraber yürüdüğünden, projeler yap-işlet-devret modeliyle geliştirildiğinden, Türkiye’ye göre işler çok farklı şekilde ilerliyor, kurgu da değişik oluyor. Kontrol gerekiyor. Yalnız kendi çalışanlarınızı değil, çevrede çalışan yabancıları da kontrol etmeniz gerekiyor. Bu açıdan yurtdışında iş yapmak bizim için yeni bir tecrübe oldu diyebilirim.

BA: Hem yurtdışında hem de Türkiye’de ofisi olan birisi olarak, proje tasarım ve yapım sürecini biraz karşılaştırabilir misiniz? Ne tür farklılıklar var?

EŞ: Yurtdışında proje yapmak, bina yapmak çok daha zor. Öncelikle bunu gözlemledik. Bizdeki proje çiziminin 3-4 misli daha fazla çizim yapmanız gerekiyor. Daha yoğun bir çalışma gerektiriyor. Projeyi yapan mimar işin başından sonuna kadar başında olduğu için bina daha sağlıklı oluyor ancak çok daha fazla mesai istiyor. Mesela Türkiye’de yaptığınız binanın keşif ve metrajı, projenin %10’nunu oluşturur. Ama yurtdışında metraj belirli aşamalarda yapılıyor. 1/200, 1/100 aşamalarında da fiyatı kaçırmamak için tekrar tekrar metraj yapıyorsunuz. Metraj hizmeti bile çok farklı. Çok daha ciddi. Bu tür bir çalışma bizde yapılmadığından 10.000 TL’ye ihale edilen bir iş 50.000 TL’ye çıkabiliyor.

BA: Mimar Sinan Büyük Ödülü sahibisiniz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Hem ödülün genel çerçevesi, hem de sizin bunu almanız açısından…

EŞ: Bilemiyorum, böyle bir ödül herkes için sürpriz olabilir. Meslektaşların böyle bir takdiri herkesi onurlandırır. Ama şunu düşünüyorum, benim gibi böyle bir ödüle layık çok sayıda mimar var. Onlar da bu ödülü zamanla alacaklardır. Onurlandırıcı bir ödül ama işimizi zorlaştırıyor. Bundan sonra yapılacak işlerde daha büyük bir sorumluluk yüklüyor insana.

BA: Mesela Mersin Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi kampüs yapıları gibi birçok eğitim yapısı tasarladınız. İstanbul’a baktığımızda bir apartman katının herhangi bir üniversitenin bir fakülte birimi olarak işlevlendirildiğini görebiliyoruz. Bu konuda Türkiye’de eğitim yapıları açısından genel bir durum değerlendirmesi yapabilir misiniz?

EŞ: Türkiye’deki mimari ortamı 1970’lerden beri tanıyorum. Şunu söyleyebilirim ki 2000 ile 2010 yılları arasında mimarlık pratiği ivme kazandı. Bir kere ortaya genç ve çok iyi mimarlar çıktı. İyi eserler yapmaya başladılar. Fakat enteresandır, işverenler bunun gerisinde kaldı. İşverenlerde hala “ucuz iyidir” felsefesi var. Bunu kırmak lazım. Yavaş yavaş kırılıyor da bu ancak zaman istiyor. Bu bir eğitim işi. Üniversiteler de bundan payını almıştır. Mesela 70-80-90’lı yıllarda devlet bu işin üzerine pek eğilmedi. Size bir misal vereyim. Bir şehirde kurulan üniversitenin rektörü bir üniversitenin kampüsündeki 10 tane binayı aynı şehirdeki 10 ayrı mimara verdi. Düşünebiliyor musunuz? Böyle bir şey olabilir mi? Yani 10 ayrı mimar 10 ayrı bina yapıyor ve bundan bir kampüs oluşturuluyor. Başka üniversitelerden rektörler, dekanlar bize geliyorlar arada bir “Bizim de binamızı yapar mısınız?” diye soruyorlar. “Yapamayız” diyorum çünkü Devlet İhale Kanunu buna müsait değil. Artı zaten başkasının başladığı bir işe bizim bulaşmamız bir şey ifade etmiyor. Bu bir mantalite ve eğitim meselesi. Şimdi kampüs planlamaları baştan ele alınıyor, bu çok olumlu bir gelişme. Anadolu’da yeni kurulan üniversitelerde güzel örnekler görülmeye başlandı.

BA: Gündemdeki konulardan biri de cami meselesi. Siz de cami tasarladınız. Doğramacızade Ali Sami Paşa Camisi’nin tasarımınızı nasıl geliştirdiniz?

EŞ: Cami konusunda herkes konuşuyor. Haklı olarak da tepki var Ama ben bunun çözümünün çok basit olduğunu düşünüyorum. O da şu, Türkiye’de 90.000 e yakın cami var. Bence bundan sonra yapılacak camilerin “hijyenik” olma mecburiyetini getirmek gerekli. Camilerin artık teknolojiyi sonuna kadar kullanan belli bir standarda ait yapılar olmaları lazım. Neden? Çünkü bugün Türkiye’de hangi camiye gitseniz hijyenik olmadığını göreceksiniz. Teknojik bir cami yaptığınız zaman cami yardımlaşma dernekleri, Diyanet İşleri ve yapımcılar bir anda başka tür bir yapı ile karşı karşıya kaldıklarını görecekler ve camiler başka bir boyutta ele alınarak inşa edileceklerdir. Çünkü dini yapılar her şeyleri ile saygı uyandırmalılar ve örnek olmalılardır. Bir camiye girdiğinizde caminin içindeki havanın sağlıklı olması gerekir. Bu standartları koyduğumuz zaman Türkiye’de bundan sonra yapılacak camilerin tasarımlarının karekteri değişecektir. Dinini seven bir insanın ibadet ettiği yere saygılı olması gerekir. Doğramacı Ali Sami Paşa Camisi’nde her türlü teknolojik donanım,yerden ısıtma, havalandırma, klima sistemleri kullanıldığı için ve bakımı çok iyi yapıldığı için, Ankara’nın her semtinden gelen insanlar ibadetlerini bu camide yapmayı tercih ediyorlar.

Yaptıran mal sahibi çok önemli. Eğitimli, kültürlü bir kişi olan Sayın Doğramacı bunu görmüş. “Örnek cami istiyorum” dedi, bana da bir şans doğmuş oldu, yaptık. Bugün herkes tasarladığımız camiye geldiği zaman ayakkabısını nereye koyacağını, hangi numaralı dolapta olacağı gibi konuları biliyor. Mesela yapıyı iki katlı yaptık. Aşağıdaki katta imam ekrandan izlenebiliyor. Bunun gibi bir sürü yeniliği getirdik oraya. Yenilik getirdiğiniz zaman caminin şekli de değişir. Cami yardımlaşma dernekleri böyle nitelikli cami yapamaz. Belli bir format koyduğunuz zaman, dine saygı gösterdiğiniz zaman o dini yapılar da o saygıyı hak edecek şekilde yapılacaklardır. Oraya gelen insanlar da ibadetlerini ona göre yaparlar. Önce şartları koymak lazım, sonrasında caminin formu gibi konular ele alınmalı. Her önüne gelen cami yaptırma derneğinin önüne kurallar koymazsanız ve standartlar getirmezseniz olumlu netice alamazsınız. Benim fikrim bu.

BA: “Üslup ilk değerlendirilecek unsur değil, öncelikle teknoloji kullanılmalı” dedik. Ancak Çamlıca’daki cami için ne düşünüyorsunuz?

EŞ: Bir fiyasko. Konuşmaya bile değmez. Bu modern çağda öyle bir cami tamamen absürd. Niye o formda? Niye öyle bir cami? Niye 6 minareli? Ben anlamış değilim. Konuyu absürd bulduğum için de konuşmak bile istemiyorum. Orada yapılacaksa bir müsabaka, hatta beynelmilel bir müsabaka açılması lazım. Ben beynelmilel bir müsabakadan korkmuyorum. Dini yapıları gelsin yabancı mimarlar da tasarlasın. Dünyanın birçok yerinde gördüğüm dini yapıları yapan maestro mimarlar var. Müthiş eserler yapmışlar. Onlar cami yapamazlar mı, yaparlar, niye yapamasınlar? O da bize belki iyi bir misal olabilir. Bundan korkmamak lazım. İstanbul gibi bir yerde, Çamlıca gibi bir yerde Nuh Nebi’den kalma kopya bir caminin olması. Bence çok yazık.

BA: Bürokratik açıdan bunun çözümü Diyanet İşleri’nde diyorsunuz, doğru mu?

EŞ: Tabii. Türkiye’deki bütün camilerin sorumlusu Diyanet İşleri’dir. Orası izni veriyor. Onun koyduğu hutbeler orada okunuyor, onun seçtiği imamlar geliyor. Öyle enteresan ki, İstanbul’da bakıyorum büyük paralar harcanarak güzel cami restorasyonlar yapılmaya başlandı. Camileri en baştan yeniliyorsunuz. Ancak Diyanet olarak cami yapımı için oturup da doğru dürüst kurallar koyamıyorsun. Burada bir sorun var. Bağnazlıkla hiçbir yere gidilmiyor. Karar verilecek şeyler basit şeyler. Mesela cami ısıtılacak, havalandırması olacak, tabii caminin ölçeğine bağlı olarak. Her camiye havalandırma koyamazsınız ama belli bir standart getirebilirsiniz. Abdest alma yerlerini, malzemelerini ve ölçeğini tarifleyebilirsiniz.

Aslında Türkiye’de daha fazla camiye gerek de yok. 90.000 cami, 600.000 imam var. Yapacaksan doğru yap. Mühim olan cami yapmak değil. Camiyi teknolojik, hijyenik, insanların mutlu olduğu, gitmek istediği, içinde ibadet etmek istediği, cumadan cumaya gitmediği bir cami olarak yapmak. Ben cami yaptığım için biliyorum, konuyu ve tartışmaları komik buluyorum. Standart koyarsan her şey düzelir. Standardı da koyacak Diyanet İşleri. Yoksa cami yaparsın. Yüz bin tane daha yaparsın ne olmuş, ama aynı bakış açısıyla yaparsan, biz de sadece konuşmaya devam ederiz.

BA: Son dönemde çok tartıştığımız bir şey var, “kentsel dönüşüm”. Bunun getirisi ve götürüsü nedir? Ne öngörüyorsunuz?

EŞ: Kentsel dönüşümle ilgili niyet iyi. İstanbul’da özelllikle yüzbinlerce yapının bir depremde yerle bir olması bir felaket olur ancak dönüşümün peyderpey bir plan çerçevesinde yapılmasında fayda var. Zaman faktörü var tabii. Süratli yapılması gerekiyor. Politika işin içine giriyor. Bence politikacıların mimarlar ve plancılarla çalışması gerekiyor. Takım çalışması önemli. Politikacılar da maalesef mimarları ve plancıları sevmiyorlar. Ani karar verip, süratli hareket etmek istiyorlar. O zaman da, mesela Ankara’yı misal vereyim; şehirden havalanına giden yol üzerinde binlerce gecekondu vardı, onlar yıkıldı. Yerine apartmanlar yapıldı. Çok daha şehre yakışan apartmanlar olabilirdi. Süratle, paldır küldür yaptığınız zaman olmuyor. Ama o da değişiyor diye düşünüyorum. bakıyorum da TOKİ de bir yere geldi, yaptığı hataları gördü. Bundan sonra daha iyi yapılar yapacaktır diye düşünüyorum. Daha iyi mimari, daha iyi bir planlama ile daha iyi bir çevre yaratılacağını düşünüyorum.

BA: Diğer mimarlara baktığımızda bu kadar iyimser bir bakış açısı yok.

: Bence hayatta insanı etkileyen en önemli iki şey, bir tanesi hastalık, herhangi bir hastalık. İkincisi de çevre. Çevre çok önemli. Bu çevreyi yaratanlar kimler? Plancılar, mimarlar ve karar veren bürokrasi. Bunlar beraber çalışmazsa kim çalışacak beraber? İnsanları ancak öyle mutlu edebilirsiniz. Çevre diye bir şey yok, ne park, ne yol, ne tretuvar var… Bu tabii aynı zamanda genel kültür meselesi, bizi yönetenlerin bunu görmesi lazım ancak onlar duruma çok başka yerlerden bakıyorlar.

BA: “Ödül Endüstrisi” hakkında ne düşünüyorsunuz?

EŞ: İnsanları yüreklendirmek açısından “ödül” olumlu bir şey olsa da, ticarete dökülmesi pek hoş değil tabii. Ben Mimar Sinan Büyük Ödülü’nü aldığımda kendi kendime “Ben bu ödüle layık mıyım?” diye sordum. Uzun süredir pratiğin içerisindeyim, demek ki meslektaşlarım bunu bana layık gördüler. Ancak ödülün endüstrileşmesi açısından sorumluluk müesseselerdedir, mimarları bu anlamda sorgulamanın bir anlamı yok.

BA: Güncel olarak çalıştığınız projelerden bahsedelim son olarak…

EŞ: Yoğun olarak St Petersburg’da çalışıyoruz. Adana’da bir eğitim fakültesi ve fen lisesi üzerinde çalışıyoruz. Bodrum’da bir konut projesi var. Ancak enteresandır, mimarlar tecrübe kazandıkça, Türkiye’de o kişilere daha az iş gelmeye başlıyor. Çünkü işveren çekiniyor, bu mimarlara kendilerini ifade edemeyeceklerini düşünüyorlar. Daha çok gençlere iş veriyorlar, o da benim hoşuma gidiyor açıkçası, biz biraz yorulduk diyebilirim. Eskiden çok daha yoğunduk ancak senede bir bina yapmak beni mutlu edebilir bundan sonra.

BA: Teşekkürler bu keyifli söyleşi için.

EŞ: Ben teşekkür ederim.

Fotoğraf: Uğur Ceylan

Etiketler

Bir yanıt yazın