Başlangıçta Her Birimiz Farklı İdeallere ve İlgi Alanlarımızda da Farklılıklara Sahiptik

3LHD Mimarlık'ın kurucu ortaklarından Sasa Begovic 9 Şubat 2010'da ARKIMEET'in konuğu olarak İstanbul'daydı. Konferans öncesinde kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.

Burcu Karabaş: Mimarlık, sanat ve kentsel tasarımın birleşimiyle özellikle ilgilendiğinizin altını çiziyorsunuz. Bu tavrı nasıl benimsediniz? Yani, bunlar ayrı düşünüldüğünde ne oluyor?

Sasa Begovic: Başlangıçta, ofis açıldığında, her birimiz farklı ideallere ve ilgi alanlarımızda da farklılıklara sahiptik. Ben sanattan hoşlanıyorum, Marko teknolojiden, Silvija ve Tatjana farklı şeylerden… En başında bir takım olarak düşünmeye başladık ve 15 yıl boyunca takım çalışmasını devam ettirdik. Bunun en önemli şey olduğunu söyleyebilirim. Demek istediğim her şeyi yönlendirecek bir dahinin olması önemli değil, aslında her projede lider bir başkası.

Her zaman yapmaya çalıştığımız bir şey daha var. Müşteriler tarafından bize verilen “alışıldık” programları, bağlam, tipoloji ve diğer her şeyi göz önünde bulundurarak tekrar düşünmeye çalışıyoruz. Sıklıkla parçası olmasına ihtimal vermediğimiz insanlarla iş birliği içinde oluyoruz. Diğer kişilerin katılımları her projeye farklılık katan bir işbirliği. Bir şeyi açıklamak için örnek vermenin en iyi yol olduğunu düşündüğüm için bunu da bir örnekle açıklamak istiyorum. Aichi, Japonya’da EXPO 2005 Hırvatistan Pavyonu için açılan ulusal yarışmaya katılırken ne yapabiliriz diye düşündük. Bu bir mimarlık yarışmasıydı. Ünlü bir Hırvat fotoğraf ve heykel sanatçısıyla anlaştık. Fotoğraf sanatçısı tetikleyici, herkesi bir araya getiren karakterdi. Daha çok insanı davet edebilecek bir şeye ihtiyacımız olduğu konusunda bir fikri vardı. Başlangıçta fikir üzerinde sanatsal yollarla çalıştık: “Su damlası ve tuz tanesi”. Tema doğa olduğu için spesifik bir fikirdi. Ayrıca sonunda projenin filmine ihtiyaç duyduğumuzdan ünlü bir film yönetmeniyle anlaştık. Bir ses uzmanını davet ettik, çeşitli market ve pazar gibi yerlerde ses kayıtları yaptı. Ayrıca teknolojiye hakim bir ışık uzmanıyla anlaştık. Bizim için, bu işi en iyi şekilde yapabilmemiz için bu iş birliklerinin hepsi gerekliydi.

Her zaman bu şekilde çalışıyoruz. Rijeka’da yaptığımız otobüs terminali projesinde teknolojik meseleler için başka kişilerle iş birliği yaptık. İş birliğine davet ettiğimiz kişileri teşvik etmeye çalıştık. Her şeyi sınırda düşündük. Program, bağlam ya da tipoloji konusunda bir gelişmeydi, mimari açıdan özel bir çalışma yapmak istedik. İmzamızı attığımız herhangi bir proje ya da olay için başka türlüsü düşünülemez zaten; 3LHD, bir sayı ve 3 harf. İsmimizde sayı ve harfler var çünkü bunu bir atölye gibi düşünmek istedik. Projelerden sorumlu bir proje ekibi var, ancak pek çok kişi sürece dahil oluyor. Bizim için yalnız çalışmak imkansız. Yalnız çalışılan dönemler geride kaldı. Mimarlığı geçmiş dönemlerden farklı boyutta düşünmek zorundasınız. Bir yandan disiplin olarak aynı ancak farklı alanlardaki kişilerin iş birliğinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Mimarlık farklı bir disiplin, mimarlık alanındaki hiç kimse bir sanatçıyla aynı şekilde hissedemez. O zaman, onlara ihtiyacımız varsa, birlikte daha yeni ve daha iyi ürünler ortaya koyabileceksek neden birlikte çalışmayalım ki?

BK: Öyleyse, bir karar olmaktan öte, bu sizin için kaçınılmaz?

SB: Evet, aynen öyle, kaçınılmaz. Belki, bir aile evi projesinde, ihtiyacımız olmayabileceği için bir sanatçıyla çalışmayız. Ancak her zaman bizimle birlikte çalışmaları için kışkırtmaya çalışırız.

BK: Profilinizdeki bir başka cümle dikkatimi çekti: “Eğer mimarlığı anlaşılması güç ya da yoruma kapalı bir şekilde pratik ederseniz, işlemez bir hal alır.” Bunu biraz daha açıklayabilir misiniz?

SB: Tabii. Felsefeye girmeyeceğim, ki bu genel olarak kapalı olduğumuz ve sıkça karşılaştığımız bir alan. Felsefi kelimeler kullanmadan açıklamaya çalışacağım, ancak bunun sebebinin kesinlikle mimarlar, sıradan insanlar ve toplum arasındaki ilişkilerin kopukluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kopukluğun 30’lu yıllardan gelen temel sebepleri, aslında Heidegger’den ve 60 ve 70’li yıllardaki Fransız felsefesinden kaynaklanır. Ancak dünyadaki her şeyden haberdar olmamız gerekir. Örneğin, bir biyolog ya da genetik mühendisiyle çalışıyorsunuz, sadece kendi terminolojisinde konuştuğunu düşünün. Bu yüzden bizim durumumuzda da kim tuğla, harç ya da benzer şeylerle ilgilenir ki? Dünyaya daha da fazlasını açıklamak durumundayız. Eğer düşünmeyi ve açıklamayı bırakacak olursak, bu kamusal alanlarımızla da çelişkili bir durum oluşturur. Bildiğiniz gibi biz kamusal alanlar üzerinde de çalışıyoruz ve sokaktaki insanları kışkırtacak işlerimiz de var. Eğer felsefeden ve kendi alanımızdan kelimelerle anlatacak olursak sadece konuşmuş oluruz, bizi kimse anlamaz. Bu insanların, neden mimarların anlaşılmaz insanlar olduklarını düşündüklerinin de nedenidir. Problem iletişimle ilgili. Elbette ki bizim gerecimiz tuğla vs., fakat insanların bizim ne yaptığımızı anlamaya ihtiyaçları var.

Sıklıkla görevlendirildiğimiz projelerde bize “Bu projeyi yapabilecek misiniz, çünkü biz şu grupla çalışamadık,” diyorlar. Bazen neden o mimarlarla çalışamadıklarını soruyoruz ve cevap, “Onları anlamıyoruz ki” oluyor.

Belki bir yöntem olarak değil, ama müşterilerimize karşı psikolojik bir tavır modelimiz var. Müşterilerimizin istedikleri her şeyi bize söylemelerini istiyoruz. Müşteriyi kendi projesi hakkında derinlemesine düşünmeye teşvik etmek hoşumuza gidiyor. Bir ev, ofis binası ya da başka bir şey olsun, müşteriden istediklerini yazmasını istiyoruz ya da biz yazıyoruz ve ondan istediklerini, bu projeyle yapmak istediği her neyse eklemesini istiyoruz. Bizim için bir yapılacaklar listesi oluşmuş oluyor. Bir anlaşma gibi ve istediği her şeyi yapacağımıza söz veriyoruz. Bu, bir bakıma bizim için bir bina özgürlüğü gibi ve müşteriyle kurulan en iyi iletişim yolu. Başlangıçta bunların hepsi tartışıldı; işte bu neden başlangıçların bu denli önemli olmasının da sebebi. Bizler iletişim kurabilmek zorundayız, çünkü 21. yüzyıl mimarlığı mimarlıktan daha fazlası olmalıdır, malzemeyle, teknikle, mühendislikle, insan hayatına dair her şeyle ilgili olmalıdır. Bir mimar aynı zamanda bir işadamı olmalıdır, çünkü projelerini satabilmelidir. Bizim için en zor şeylerden biridir belki ama bir mimarın kendini tanıtabilmesi için insan ilişkilerinin kuvvetli olması gerekir. Güzel ve etkili konuşabilmelidir. Mimarların neden anlaşılması güç olmamaları gerektiğini düşünmemin sebebi de budur. Bu yeni bir şey değil, Koolhaas da Corbusier de bundan bahsetmişlerdi. Koolhaas, mimarın bir dünya insanı olması ve herkese hitap edebilmesi gerektiğini söylemişti. Bir mimar her şeyi bilmelidir. Yapabildiklerimizin çeşitliliğini, disiplinimizin neleri içerdiğini bir düşünün… Tüm projeler birbirinden farklılık gösterir, hemen her şeyi bilmeniz gerekir.

Mimarlık oldukça zor bir disiplindir ve genç mimarlara her şeyi öğrenmelerini tavsiye ederim. Philip Johnson önemli 3 mesele olduğunu söyler: yaşadığın zamanı bilmek (Bundan kastı sanatta, bilimde, sinemada ve diğer alanlarda o gün neler olduğundan haberdar olmaktır.). Çok önemli olduğunu düşündüğüm, yeteneklerinin farkında olmak. Yetenekten kastım, sadece iyi çizer bir mimar olamayacağındır, ben buna inanmam. Her açıdan duyarlı, yetenekli olmalısın, tek tek buna inanırım. Kaç kere bir projenin görseline bakıp çok güzel olduğunu, ancak sonra gerçeğini gördüğümüzde görseldeki halinin çok daha iyi olduğunu düşünürüz? Yorumlama kabiliyeti çok önemlidir ve üçüncü önemli şey tarihtir. Herşeyi tarihten öğrenebileceğinizi düşünüyorum. Eğer tarihi bilmiyorsanız, zaten icat edilmiş bir şeyi kendinizin icat ettiğini zannedebilirsiniz.

BK: Aslında daha sonra sormayı planladığım bir soruyu şimdi sormak istiyorum. Mimarların herhangi bir şekilde toplumdaki, dünyadaki rollerini abarttıklarını düşünüyor musunuz? Demek istediğim, bazen problem gerçekten de mimarlıkla ilgili değildir, ancak mimarlar sorunlara her zaman aynı bakış açısı ve ele alış biçimiyle yaklaşırlar.

SB: Evet, kesinlikle öyle. Ancak bunu engelleyemeyiz, bu bizim egomuzla ilgili. Mimarlar böyle. Dört ortağım ve takımımdaki diğer harika insanlarla çalıştığım için şanslıyım. Pek çok insan liderimizin kim olduğunu soruyor, bu cevaplayamayacağım bir soru, çünkü yok.

Karar aşamasında elbette ki fikir için tartışıyoruz. Dört kişi arasında fikir alışverişi yapmak gerçekten zor. Iki kişi tamam, ama dört kişi daha zor. Takım içinde bir hiyerarşi var ancak süreç içinde olabildiğince takımdan kişilerin, birlikte çalıştığımız kişilerin, sanatçıların fikirlerine ve etkilerine fırsat variyoruz. Mimarlar toplumla, herkesle daha çok iletişim içinde olmalıdır. Sorularınız bir şekilde birbiriyle bağlantı içinde, bu cevabı da diğeriyle bağlayabilirim öyleyse. Bir bakıma hepimizin benmerkezci, egoist manyaklar olduğunu düşünüyorum. Çoğunlukla kendi fikirlerimizin en iyisi olduğunu düşünürüz. Ancak ben her zaman kararların demokratik yollarla alınması gerektiğini savunurum. Bundan kastım şu; örneğin İstiklal caddesi yeniden tasarlanacak. Kim tasarlayacak bunu? İstanbul’da yaşayanlar mı? Hayır. Tabii ki bunun için bazı uzmanlar seçmeniz gerekecek fakat bu uzmanlar sıradan (bu sözcüğü kullanıyorum, her ne kadar iyi bir sözcük olmasa da) insanlarla ya da farklı bakış açısına sahip insanlarla iletişim kurmalıdır.

Bence bu iletişim problemi, tarihi bilmemekten kaynaklanıyor. Mimarların gelişim tarihine baktığımızda sanatsal ve teknik disiplinlerin birbirinden ayrıldığı bir nokta var. Bu 18. yüzyılda gerçekleşiyor aslında ama 19. yüzyıl diyelim. Bu kırılma noktasında mimar-sanatçı, mimar-teknisyen ayrılığı gerçekleşiyor. Bu ayrılık zaman zaman hafiflemiş olsa da dışardan bakan insanlar bunu bilmez. Kimse Michelangelo’yu sadece bir işadamı ya da homoseksüel olarak görmez, onun bir dahi olduğunu düşünürler. Fakat onun 15 kişilik bir ekibi ve ofisi vardı, zengin ve mükemmel bir işadamıydı aynı zamanda. Ancak insanlarla iletişim kurmadı. O bir dahiydi, “İnsanlar ne bilir ki zaten?” derdi. Evet, bu insanlar gerçekten çok zekiydi. Ama klasik dönemde yarattıkları bu sistem, bu iletişim kopukluğu nasıl olduysa 20. yüzyıla kadar devam etti.

50’ler Amerikası’nda Gropius, The Architect’s Collaborative’i (TAC) kurmaya karar verdiğinde, ki bunu yapan başka mimarlar da vardı, takım olmanın önemli olduğunu ifade etmişti. Bu çok önemliydi. Bir başka şey ise, her zaman insanların anlamadığını, hiçbir şey bilmediğini söyleyip durmamız. Fakat anlatmaya çalışmıyoruz bile. En başta da söylediğim gibi daha yaygın kelimeler kullanmaya çalışmalıyız ve anlatmanın daha kolay bir yolunu bulmalıyız. Genelde insanların aptal olduğunu, mimarlığı ve özellikle modern sanatı anlamadıklarını düşünürüz, fakat aptal değiller. Bizim açıklamamız gerekir çünkü başka bir seçeneğimiz yok. Geçmişi tekrar edemezsiniz, yeni teknikkleri açıklamak zorundasınız.

Bu soruya cevap verebilmek oldukça zor aslında, çünkü daha halka açık ve iletişim kurulabilir olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ancak iletişim kurmaktan bahsederken, bir şeyin tam tersi yönde gelişim göstermesi de sorun olabiliyor. Bildiğiniz gibi güzel 3 boyutlu imajlarıyla dolaşan PR manyakları var son zamanlarda. Fakat aynı zamanda toplum yararına çok iyi projeler çıkartan pek çok mimar da var. Kamusal projeler bizim için de çok önemli ve toplumun yorumu -eleştiriler bazen kötü de olsa- her şeyden daha önemli.

BK: Mimarlık bir mimarın tüm hayatı olmalı mıdır?

SB: Genelde öyle olur. Peter Eisenman ile tanıştık, neredeyse 80 yaşında ama sanki 30’larında gibi. Frank Gehry de aynı şekilde. En iyi işlerinizi bu yaşlardayken yapabilirsiniz. Mimarlık yavaş ilerleyen bir disiplin olduğu için mimarlar orta yaşlarda daha deneyimli olurlar. Bir sanatçı ve mimar arasındaki fark da budur. Son zamanlarda tüm disiplinler o kadar birbirine geçmiş durumda ki, mimarlığı tek başına düşünemiyorum. Bugün genç mimarlar bu kesişimlere bize nazaran daha açıklar.

Sanatçılarla bizim aramızda üç farklı nokta var: müşteri, bütçe ve son teslim tarihi. Müşteri için bir aktör, bütçe için bir işadamı olmanız ve teslim tarihi için de organize olarak, hassas bir dengeyle çalışmanız gerekir. Bir sanatçının bunların hepsi olması gerekmez, bir iş yaparken tamamen ona odaklanabilir. Bir film yönetmeniyle bir mimar arasında paralellikler buluyorum. Çünkü biz de tek bir iş için, farklı zamanlarda çalışan, farklı becerilerdeki insanlarla aynı şemsiye altındayız. Fakat tek bir iştle üç yıl boyunca ilgilenemeyiz, muhtemelen iflas ederiz. (Gülüyor)

BK: Bir müşterinin varlığı ne gibi farklılıklara neden oluyor? Sanatçıların genellikle bir müşterileri yok, ancak mimarların her zaman var. Bu durum nasıl sonuçlar oluşturur ya da oluşturabilir?

SB: Her zaman böyle olmasa da, sanatçılar bir işi yaparken daha özgürdürler. Bir sanatçıysanız müşteriniz ya özel bir kişi ya da bir sanat galerisidir. Ya da önce işi yaparlar sonra müşteriyi bulurlar. Onların müşterileri çoğunlukla Tate Gallery gibi galeriler ya da müzelerdir. Sanatçıya sorarlar: “İşte mekan bu, bizim için bir şeyler yapabilir misin?” Ondan sonra bütçeyi ve süreyi konuşurlar. O üç zorunluluk sanatçılar için de bazen söz konusudur. Ama bir iş yaparken çok daha özgürdürler.

Tarihten bu yana hep mimar olmak istedik, çünkü Michelangelo da bir mimardı. Bu bir çeşit miras aslında, bu mirastan kurtulmak da oldukça güç. Mimarın da bir sanatçı olduğunu düşünmek hoşumuza gidiyor, çünkü eğer bir sanatçıysanız kimse size dokunmaz. O zaman bir dahi olursunuz, ve bir dahiyseniz yaptığınız her şey kabul görür.

BK: Bir röportajınızda projelerinizde farklı insanlarla işbirliği içinde olmayı çok önemli bulduğunuzu söylemişsiniz. Peki proje sürecine halkı dahil etme hakkında ne düşünüyorsunuz?

SB: Küçük bir köy olan Bale’de bir spor salonu yapmamız istenmişti. Sonrasında Dünya Mimarlık Festivali Ödülü’nü kazandığı için de çok meşhur oldu bu proje. O küçük köyde turistik aktiviteleri geliştirme ihtimali de vardı. Bale’nin 8 km boyunca uzanan güzel kıyısında, şirket başlangıçta büyük bir otel inşa etmemizi istedi. Köy çevresinin gelişmesi isteniyordu. Tüm altyapısı ve her şeyiyle 2500 yataklı bir otel tasarlamamızı istediler. Çok fazla yapılması gereken şey vardı ve bu bizim için çok teşvik ediciydi. Bunun için iki yıl çalıştık, oldukça özel bir proje oldu. Sonuçta bir filmi ve kitabı da hazırlandı. Planlarımız yerel yönetim tarafından kabul edildi. Turizme farklı bir bakış açısıydı. Halkla iletişim halinde olduğumuz bir süreçti ve sonunda oldukça büyük bir salon yapıldı ve yapımcılığı bize ait olan filmi tüm salonu dolduran insanlara gösterdik. 1500 kişilik Bale kasabasını Bale şehrine dönüştüren bir stadyum projesiydi. Direk kıyıya konumlanan bir otel değil de kıyının biraz daha arka planına yerleşen bir proje geliştirdik. Aslında bu ortaçağ şehrinde binaların oda, sokakların koridor olduğu bir otel gibi çalışmasını istedik. Yaşamak için bu odaları kiralayacak insanlar için daha uygun olmasını istedik. Sorun bunu nasıl sunacağımızdı. Bale’in geleceğine dair altı hayal, altı hikaye anlatan bir kısa film yapmaya karar verdik. Kültür ve İmar Bakanlığı dahil müşteriler fikirden çok hoşlandılar ve bunun ilişki kurabilmek için mükemmel bir araç olduğunu söylediler. Bu bizim en önemli deneyimlerimizden biriydi.

BK: İnternet sayfanızda bazı linkler verdiğiniz “sevdiğimiz şeyler” başlıklı bir sayfa var.

SB: Evet, onlar ilham kaynaklarımız…

BK: Aslında ilk defa bir mimarlık ofisinin internet sitesinde bu tarz bir sayfa görüyorum. Neden böyle bir bölüm oluşturdunuz?

SB: Bu topluma açılma meselesiyle aynı şey. Biz bu toplumun parçaları olmayı seviyoruz. Ofiste bir iş görüşmesi olduğunda elbette mimari tasarım ve çizim yetenekleri hakkında sorular soruyoruz ama bizim daha çok sevdiğimiz sorular: “Tiyatroya gider misiniz?”, “En son hangi filmi izlediniz ya da hangi kitabı okudunuz?”. Çünkü bizim için böyle şeyler önemli. Çoğu insan bunu unutuyor. İnsanları yeni şeylerden, internetten ilham almaları için teşvik etmeye çalışıyoruz. Modern kültürü yakalamalarını istiyoruz. Bu sadece sanatla, tasarımla ilgili değil. Şu an olmakta olan her şeyle ilgili. Oldukça ilginç bir dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. Neden bunu kullanmıyoruz ve sürekli “50’li yıllar muhteşemdi” deyip duruyoruz? Bu düpedüz yakınmak.

Bunlar genç insanlar için iyi ilham kaynakları, yaratıcılığı tetikleyen böyle esin kaynaklarıyla ofisimizi tazelemeyi seviyoruz.

BK: İleride internet teknolojisini kullanarak enstalasyon gibi deneysel projeler yapmayı düşünüyor musunuz? Bunu yapan mimarların sayısı giderek artıyor.

SB: Aslında Japonya’daki EXPO Pavyonu böyle bir projeydi. Bu projeyi İspanya Zaragoza’da tekrarlama şansımız oldu. Sonrasında kaldırılan geçici bir tasarım yapmak etkileyici bir deneyimdi. 6 ay için oradaydı, daha fazla değil. Bu çok iyiydi. Bunu daha fazla yapmalıyız, çünkü oldukça özgürleştirici. Kaldırılması üzücü belki ama sürekli daha fazla, daha fazla, daha fazla inşa etme dürtüsüne karşı koymalıyız.

Öte yandan deneysel projeler bir bağlam üzerinden harekete geçmeli. Hırvatistan’da ve Türkiye’de geleneksel ve tarihsel bir bağlama sahibiz. Yeni nesil mimarlar bu geçmişe karşı oldukça duyarlılar. Ben buna “bir koşul olarak değişim” demeyi tercih ediyorum. Burda değişimden kastım, geçmişten bu yana süregelen bir değişimdir. Yüz yıllardır farklı kişiler tarafından yönetildik. Hırvatistan’da kullandığımız pek çok Türkçe kelime var. Pek çok benzerlik var ve bu bir avantaj. Deneysel projelerden bahsederken, geçmişin ve bugünün bir aradalığını düşünürüm.

EXPO gibi disiplinimizin sınırındaki projeler yapmaktan çok hoşlanıyoruz. Mimarlığın bir sanat olmadığını ve olmayacağını tekrarlamak istiyorum. Farklı ifade biçimlerine sahipler. Mimarlığı sanatla ve edebiyatla açıklayamazsınız. Bizim deneysellikten kastımız yeni teknolojileri projelerimize adapte etmektir.

BK: Aynı zamanda ders de veriyorsunuz. Mimarlık eğitimiyle ilgili fikirlerinizi de duymak isterim.

SB: Split Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde misafir öğretim görevlisi olarak bulunuyorum. Ayrıca bazı atölye çalışmalarında da yürütücülük yapacağım yakında. Aynı zamanda 2002-2005 yılları arasında Graz Üniversitesi’nde görev yaptım. 10 yıllık eğitim döneminde birçok Avrupa kentini ziyaret ettim. Mimar-sanatçı, mimar-teknisyen arasındaki farkın, güzel sanatlar ve teknik üniversiteler arasında hala var olduğunu düşünüyorum. Böyle bir ayrım yapmanın imkansız olduğunu düşünüyorum. Öğrenciler için ise, gezerek eğitim almanın çok daha işlevsel olduğunu düşünüyorum. İki yıl İstanbul’da, iki yıl Berlin’de ve sonrasında Zagreb’de derslere devam etmek güzel, biz bunu şimdi olduğu kadar kolay yapamazdık eskiden.

Mimarlık fakülteleri halka daha çok açık olmalı ve çalışma hayatından daha çok insan bulunmalı. Öğretmenlerin çoğu sadece fakültede bulunuyor ve çoğu dışarıya kapalı, kendi çalışmalarına odaklanmışlar.

Hırvatistan’da Platform 9.81 adlı bir grup var. Bu işe öğrenci olarak başladılar, hiçbir şey inşa etmediler ancak “Kamu için mimarlık” ve “Zagreb’in görünmeyen yüzünü haritalamak” gibi çalışmaların olduğu bir çok çalışma yaptılar. Bağımsız araştırmalar ve çeşitli sergiler düzenlediler. Demek istediğim mimarlar kamu için daha fazla şey yapabilirler ve yapmalılar da. Öğrenciler daha aktif olabiliyor ve daha cesur düşünebiliyorlar. Bir öğretmen olarak benim tavsiyem: “Öğrencilere kendi zihinleriyle düşünmeyi öğretmeliyiz.” Bu öğretilecek en önemli şey. Benim gibi düşünen 50 öğrenci istemiyorum, bu iyi bir şey değil. Onlara kendi bilgilerimi, deneyimlerimi sunabilirim, ancak önemli olan kişisel ilgi alanlarıyla ilgili işler yapmak için onları teşvik etmektir, onlar için yeni ufuklar açmaktır. Ego manyaklığının hüküm sürdüğü bu mimarlık ortamında bir yer edinmek oldukça zor çünkü.

BK: Bu organizasyonun destekleyicileri kimler?

SB: Bağımsız Avrupa kurumları destekliyor onları. Aslında yaptıkları iş oldukça zor. Genelde maddi desteği devletten bağımsız ve kar amacı gütmeyen kuruluşlardan alan bir topluluk bu. Ayrıca Avrupa Birliği tarafından da destekleniyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın