“Şimdi Her An Yeni İstanbul’un Bir Temsili Üretiliyor”

Arkitera Mimarlık Merkezi olarak Kent Antropologu Aysim Türkmen ile belgeselleri ve İstanbul üzerine bir söyleşi yaptık.

Derya Yazman: Öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz?

Aysim Türkmen: Ben şehir üzerine çalışıyorum. İstanbul üzerine belgeseller çekiyorum, radyo programı yapıyorum (Açık Radyo’da Korhan Gümüş ile birlikte Metropolitika programı) ve Yıldız Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde şehir antropolojisi dersleri veriyorum.

Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji yüksek lisansı yaptım. Daha sonra Ortadoğu üzerine çalışmaya başladım ve NYU’ (New York University) da Near Eastern Studies denilen programı tamamladım. O programı tamamlarken aklımda “akademi dışında ne yapabilirim” sorusu belirdi ve 1 sene de New York’ta film üzerine okuma şansım oldu. Burada olsaydım herhalde sırf akademiye yönelirdim ama orada biraz daha etrafa bakınma fırsatım oldu. Türkiye’ye dönünce gene akademiye geldim gerçi. Marmara Üniversitesi İngilizce Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak başladım. Ama film sevdası artık kanıma girmişti ve ondan sonra akademinin içinde sosyoloji öğrencileriyle nasıl filmler yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Orada da kültürel antropoloji ve şehir antropolojisi dersi veriyordum. Dolayısıyla hep aynı yönde çalışmaya yöneldim ve o dersleri alan öğrencilerle birlikte düşünmeye başladık.

DY: Belgesel yapma fikriniz nasıl ortaya çıktı ve nasıl gelişti?

AT: O aralar o öğrenci grubu ve ben depresyondaydık galiba. Erkin Peprek ile beraber çalışmaya başladık ve öğrencilerle yaptığımız tartışmaları onunla daha da geliştirdik. Erkin Peprek benim “Kapital-İstanbul”u beraber yönettiğim arkadaşım. Beraber düşünmeye başladık ve o da o aralar bizim gibi şehirden sıtkı sıyrılmış bir vaziyetteydi, ortak bir psikoloji oluşmuştu ve sokağa çıkıp insanlarla öylesine konuşmaya başladık. Sonra etrafımızdaki insanlarla konuşmaya başladık. Bunlar “Ne haber, nasılsın?” gibi konuşmalarla başlayıp “Mutlu musun? Bu şehirle ilişkin nasıl?” sorularıyla doğal bir şekilde gelişen sohbetlerdi. Sonra biz bunları 9 ay boyunca montajladık ve “Kapital-İstanbul” çıktı ortaya. Hakikaten enteresan bir denemeydi. Belgesel mi, kısa film mi, deneysel film mi diye çok da tartışıldı. Aslında şehir üzerine bir deneme yapıyorduk. Şehri kamera aracılığı ile nasıl temsil edeceğimizi, nasıl göstereceğimizi, sesini nasıl çıkartacağımızı, nasıl konuşturacağımızı, kendini bize aktarmasına nasıl yol açacağımızı düşündük. Hepimiz şehirden bahsediyoruz ama şehrimizi temsil etmek zor bir şey. Bence bir şeyler yakaladık Kapital-İstanbul’da. 13 dakikayı 9 ayda toparladık ve işte o da benim için bir yol açtı, yoksa daha önceden kafamda şehir belgeselleri çekmek gibi bir düşünce yoktu.

New York’ta yaşamamın da enteresan bir yanı vardı. New York’ta benim çok yakın ev arkadaşlarım vardı ama orada insanlar genelde yalnızdır. Oraya gidenler hep okumak için ya da çalışmak için göç etmiştir ve şehirle mutlaka bir ilişkiye girilir. Bazen nefret edersiniz, bazen çok seversiniz ama duygusal bir ilişki hep vardır. Şehirle böyle bir ilişkiye girme psikolojisini NY’da çok derin yaşadıktan sonra İstanbul’da da öyle bir şey oluştu. Döndüğüm zaman ilk başta çok kızgındım. Kapital-İstanbul o anlamda beni yansıtıyordu, yerimi bulamamıştım şehirde… Üniversite gençliği ile de herhalde o yüzden çok özdeşleşiyordum.

DY: İstanbul’da ne kadar zorluklarla mücadele etsek de vazgeçilmez bir yanı da var. Benim de çok tanıdığım insan var, okumak için İstanbul’a gelip de bir daha geri dönemeyeceğini söyleyen…

AT: Bence İstanbul da gitgide ilişkiye geçilen başka bir hal aldı. İnsanlar İstanbul’u sanatta olsun, kültürde olsun çok fazla temsil etmeye başladı. İstanbul, İstanbullu üst ve orta sınıf için belirli nostaljik bir şeydi ama şimdi her an yeni İstanbul’un bir temsili üretiliyor. Bunun bir yandan global kent, marka kent olmaya yönelik bir tarafı olsa da, insanlar şehirle ilişkilerini sürekli yeniden kuruyorlar. Bütün bu gelişen temsillerin kişisel ve psikolojik boyutları da var. Kafalarda oluşan yeni İstanbul imajları var. Gittikçe kişilikleşiyor o anlamda. Kapital-İstanbul’a bakarsanız şehir bir canavar gibi… ama çok da seviliyor. Kentin kendi imajından bir yaratık oluşturduk ve bir seyyar satıcısının sesinden ona ses verdik. Neredeyse elle tutulur bir şeye dönüştürüyoruz temsil etmeyi sürdürdükçe.

DY: Galata ile ilgili bir belgeseliniz var sanırım. Galata’da olmasının nedeni neydi?

AT: Ben akademiyi bıraktım ve artık film yapmak istediğime karar verdim. Galata Atölyesi diye bir grup mimar ve şehir plancısı bir kent atölyesi çalışması yapıyordu ve beni de çağırdılar. Beraber Galata’yı dolaşmaya başladık. O dönemde de Galataport tartışmaları vardı. 2005-2006’dan bahsediyorum. Galataport’un oraya gelmesiyle Galata’nın müthiş bir dönüşüme gireceğini biz tahmin ediyorduk. Bu dönüşüm olurken neler yaşanıyor, var olan dinamikler ne, bu dinamikleri dönüşüm içine nasıl yedirip kendiliğinden dönüşümü sağlayabiliriz, tepeden inme bir soylulaştırma yerine kendi içindeki zenginliklerden beslenerek kendi kendine dönüşecek potansiyeli nasıl yakalayabiliriz gibi dertlerimiz vardı. Bunun için Galata civarında dolaşıp esnafla röportajlar yapıyorduk. Onların o mahalleyle ilişkilerini bu dönüşümün içinde bir yere koymaya çalışıyorduk.

O dolaştığımız gezilerin birinde, defter almak için Sümbül Tuhafiyeye girdim. Çok güzel bir dükkandı. Mobilyası, ahşabı, dükkan sahibinin karşılaması, her şey çok hoştu. Orada beş dakika kadar durmam gerekti ve baktım ki insanlar da orada yemek yiyorlar. Gelenler orada bir süre duruyor, gitmiyorlar. Alışveriş falan da yapmıyorlar. Farkettim ki işte orası tam bir kamusal alan. O dükkan Galata’daki en kamusal alan belki de… Çünkü mesela Galata’da bir kafede insanlar kahve içiyor ama bir ortaklık yok. Meydanda zaten bir araya gelmek gibi bir durum olmuyor. Ama o dükkanda bir sürü tartışma dönüyor, çocuklar orada saatlerini geçiriyorlar, günün her saati başka bir şey oluyor. Genelde pek çok mahellede de, böyle şeyler var aslında. Dükkanın sahibi orada doğmuş, orada büyümüş, Galata’nın son Musevilerinden herhalde. Babasının da orada bir dükkanı varmış. 70 yaşlarında ve 70 yıllık Galatalı. Dükkanın içinden kule gözüküyor ve o dükkanda mahallenin gençleri de çalışıyor. Onların o dükkanla ve Galata ile ilişkileri, kendilerini o mahalle ile özdeşleştirmeleri çok enteresandı. Hepsi başka mahallelere taşınmış. Aslında, akşam 5’e kadar çalıştıkları işleri de var ama işten çıkıp, gelip o dükkanda çalışmaya devam ediyorlar. Bağcılar’dan bile gelen vardı. Haftasonları gelip orada toplanıyorlarmış. Ben bunlara tesadüfen şahit oldum.

DY: “Soylulaştırma” olgusuyla da bu insanların buradan gönderilmek istenmesi çok kötü bir şey aslında…

AT: Galata’da yapılan o kadar yumuşaktı ki, insanlar gönderilmedi aslında. Üzerlerine çok büyük bir baskı uygulanmadan sadece fiyatlar sunuldu. 15-20 milyar eden mülkleri birden 100-150 milyar etmeye başlayınca insanlar sattı gitti. Bu bahsettiğim dükkanın sahibi de aynı şekilde, dükkanını satıp gitti. Soylulaştırmanın bir parçası oldu. Ama artık gerçekten o dükkanı çalıştıramıyordu. Ben pek çok şeye tanık oldum. Borçları birikmeye başladı, çünkü yakınında Dia market açılmıştı. Herkes marketlerden kredi kartı ile alışveriş etmeye başlayınca, kredi kartı da koymasına rağmen bir türlü o mekanizmanın bir parçası olamadığını ifade ediyordu. Kredi kartı kullanamayacak gelir seviyesinde olan müşterileri vardı, ama bu müşteriler de artık dükkanı döndürmesine yetmiyordu.

DY: İzlenimleriniz uzun bir süreçte oluştu sanırım…

AT: Tabii, 1 sene. Ben 1 sene boyunca dükkandaydım zaten. O döneme denk geldi bizim çalışmamız ve en son dükkanda satıldı. Zaten film dükkanın satılması ile bitiyor. Galata’nın bir dönemine tanıklık etmiş olduk diyebilirim.

DY: Peki, kentteki dönüşümlerden bahsettik. Biraz bunlar hakkındaki fikirlerinizi alabilir miyiz? Doğru bir araç mı, bu şekilde mi yapılmalı?

AT: Yetkililerin ellerinde müthiş güçlü yasalar (5366 gibi) var ve bu yasaları baskı aracı olarak kullanarak bu dönüşümleri yapıyorlar. Akla mantığa sığmayacak, insan haklarına sığmayan bir yöntem bu. Tarlabaşı’nda da, Sulukule’de de aynı yöntem söz konusu. Ama şöyle bir durum da var. Tarlabaşı yurtdışında bir gazetede çıktı. Financial Times’ta her ay “dünyanın neresinden ev alalım” konulu yazılar çıkıyor. Bir arkadaşım şöyle dedi: “5 yıl sonra eminim Tarlabaşı da bu listede yer alacak.” “Hangi 5 yıl? En fazla 6 ay..” diye konuşurken, 2 gün sonra Tarlabaşı da o gazetede çıktı. Dünyanın beş yerinden bahsediliyor, bir tanesi de Tarlabaşı. Orada gerçekten binaların yıkılmasına gerek var mı benim uzmanlık konum değil ama ben pek emin değilim. Cephelerin korunması filan pek mümkün değil, ben Galata’da gördüm, bunların hiçbirine uyulmuyor. Uyulmuş gibi gösteriliyor sadece. Galata’da binaları olduğu gibi yıktılar. Cephe filan korunmadı.

Dünya metropolleriyle karşılaştırdığımız zaman Tarlabaşı’nın sıcak bir mahalle sayılabileceğini görüyorum. Pek çok metropolde böyle bölgelere girilemiyor. Tarlabaşı için böyle bir şey söz konusu değil. İstanbul’a son dönemde taşinan bir sürü yabancı sanatçı Tarlabaşı’nda yaşıyor. Varolan negatif durumlardan çok daha fazla karalama var. Düşünün, Manhattan’da, New York’un göbeğinde yanlışlıkla bir yere saptığım zaman benim arkamdan molotof kokteylleri atmışlardı. Türkiye’de böyle bir şey nadiren olmasına rağmen, bazı bölgeler çok karalanıyor. Bence bu, gayrimenkul sektöründen gelen baskılarla da bağlantılı. Sulukule için de 90’larda başlamış bir karalama projesinin sonuçlarını 2009’da gördük. Neredeyse hiçbir suç oranı yokken, tam tersine kültürel, sanatsal anlamda müthiş potansiyeller varken karalama kampanyası başlattılar. Sulukule’yi o kadar farklı dönüştürme potansiyelleri vardı ki. Burasının yıkılması çok büyük, geri döndürülemeyecek bir kayıp. Örneğin Arjantin’de bir bölgeyi olması gereken şekilde restore ediyorlar ve orası inanılmaz turist çekiyor. Sulukule, 70- 80’lerin turist rehberlerinde turistleri en çok çeken yerlerden biri olarak sunuluyor. Bu ülkede daha turizm oturmamışken Sulukule’de turizm var. Bu bir şekilde alaşağı ediliyor. Bugünün turizm koşullarında çok rahat turistik bir alana çevrilebilecek bir potansiyele sahip hem de orada yaşayan insanların hayat şartlarını da müthiş geliştirerek. Şimdi tamamen dümdüz edildi ve etrafı çelik perde ile çevrildi. Hala Sulukule Platformu’nun yaptığı alternatif proje uygulanarak bile yeni imkanlar açılabilir.

DY: Dış etmenler, baskı, vs. gibi konuları bir kenara bırakıp gerçek anlamda dönüşümü konuşmak gerekirse, bu nasıl olmalı? Fiziksel anlamda mı bir dönüşüm olmalı, sosyal anlamda mı, yoksa ikisi bir arada mı olmalı? Orada yaşayanların ekonomik durumları sonuçta düşük bir seviyede. Sizce dönüşüm kapsamında nasıl çözümler sunulmalı?

AT: Aslında şehir antropolojisi kullanılarak çok farklı yaklaşımlar geliştirmek mümkün. Film için yaptığım bu alandaki saha çalışmalarında hep şunu gördüm: İnsanlarla konuşarak müthiş fikirlere sahip olabiliyorsunuz. Aslında böyle alan çalışmaları dönüşümle ilgili mimarların ve şehir plancılarının atladığı bir şeyi sunabiliyor. Bazen en parlak, en uçuk fikirleri mahalleli çıkartabiliyor. Çünkü orada yaşadığı için oranın dinamiklerini çok daha iyi biliyor ve geleceği ile ilgili de -hele de esnafsa, bütün gün orada duruyorsa- hayal de kuruyor. Bu da bölgeyle yaşam açısından hiç alakası olmamış bir mimar veya şehir plancısının hayalinden daha somut bir şeylere dönüştürülecek bir hayal olabilir. Gördüğüm kadarıyla bir sürü mimari proje sadece hayal ürünü gibi tasarlanıp alakasız bir şekilde o mekana yerleştiriliyor. Galata’da bir günlük bir çalışma yapmıştık, Dia marketin olduğu yerin yıkılıp başka bir şeye dönüştürülmesi söz konusuydu. Orada saz yapan bir ustayla öylesine oturup sohbet etmeye başladık ve onun hayali mesela oranın hem müzik aletleri satılan hem de konser verilen bir alana dönüşmesiydi ki orada olabilecek en iyi şey oydu gerçekten. Çünkü adam o işi yapıyor zaten… O sokağın tarihçesinin bir parçası. 100 yıldır müzik dükkanlarının olduğu bir sokak ve dünyadan müzisyenler oraya müzik aleti almaya geliyorlar. Keşke bu hayalleri mimarlar ve şehir plancıları ile toplayıp İstanbul’da gerçekleştirebilsek. Bunlar olmayacak şeyler değil. Biz kendi potansiyelimizde, Frank Gehry’nin gelip buraya bir şey kondurmasından çok daha hoş şeyler yaratabiliriz. Çünkü burası Bilboa değil, burası İstanbul. Bilboa’daki gibi, boş bir alana çekim oluşturmak için bunu yaptığınız zaman çok mantıklı. Ama burada zaten çekim var. Düzenlenilen yerler genelde maalesef nüfus kaybına uğruyor. Varolan potansiyaller de kayboluyor. Projeler mekanlara oturmuyor. Örneğin Fransız Sokağı, Akaretler şimdi hayalet mekanlar olmaya başladı. Dönüşmüyor, maalesef yok oluyor. Bir sürü rezidans alanında da gitgide aynı sorunlar olabilir bence. Şehir merkezinde bu tür müdahaleler, belki de insanların başlangıçta bir hevesle oraya gitmesini sağlamasına rağmen, daha sonra yaşamayacakları hayalet yerler haline gelecek. Böyle yerlerde antropolojik bir yaklaşımla yapılan saha çalışmaları o mekanlarla ilgili gerçekten çok fazla şeyi kurtarabilir.

DY: Bundan sonra ne gibi çalışmalar yapacaksınız?

AT: Sulukule’yi farklı bir açıdan görmek istedim. Sulukule’de çok fazla belgesel çekilmeye başlandı. Bu çok iyi bir şey ama bir yandan da hepimiz aynı şeyi söyleme durumuna doğru gidiyorduk. Bir yanda Türk belgeselciler var ama yurtdışından da çok fazla belgeselci geliyordu. Bana 2 haftada bir “ben belgesel çekmek istiyorum” diye mailler geliyordu. O yüzden biraz açıyı kaydırıp ben Taşolouk’u çekmek istedim. Sulukule’de kiracı statüsünde olan vatandaşlara Taşoluk’ta kira öder gibi ödeyebilecekleri ev sahibi olma hakkı veriyorlardı. Bu tabi kiracılara çok cazip göründü, hepsi aynı kanıda olmasa da çoğu için öyleydi. Ama biz bu sürecin çok sancılı olabileceğini tahmin ettiğimiz için biraz temkinli yaklaşmıştık. Çünkü düzenli gelirleri olan insanlar değiller ve Taşoluk’taki evlerin aylık masrafı en az 500 lira tutuyor. Bu insanlar mahallelerinde ayda 200 lira ile geçiniyorlar. O parayı nasıl çıkartacaklar? En az 1 milyar para lazım ama öyle bir düzenli gelir yok. Bazen 2 milyar da kazanabilir ama onu da anında harcama durumu var. Çünkü başka bir yaşam felsefesiyle yaşayan insanlar. Romanlar var aralarında, Roman olmayanlar da var ama Roman kültürünün egemen olduğu bir yer. Sulukule diye bilinen Neslişah Sultan Mahallesi’nde doğmuş ve yaşamış olan bir seyyar satıcıyla tanıştım. 1 sene boyunca da onu çektim. En sonunda oradaki bütün kiracılar gibi geri döndü. Bütün bu süre boyunca da müthiş bir çaba gösterdi. Bu yeni hayata alışmak için çok çabaladılar ve olmadı. Üzücüydü bunu görmek. Herkes yeni ekonominin getirdiği şartlara uyamayabilir. Orta sınıf hayatları sürdürmek için donanımları yoksa ne yapacaklar? Taşoluk’a taşındıktan sonra saat alıp taktı koluna ki servisle şehre gidip gelebilsin ama bütçesini denkleştiremedi bir türlü. Sulukule’nin arka tarafında kalan Karagümruk’teki mahalleye geri döndü ama çok yüksek bir kira ödemesi gerekiyor. Tahminim orada da bu kirayla tutunamayacak.

DY: Çalışmalarınızın amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?

AT: Kapital-İstanbul’da aslında amaçladığım tek şey vardı: İstanbul’u konuşturmak. Bu şehirdeki bir sürü sesi kullanarak bu şehri konuşturmak. Kapital-İstanbul’da bunu temsili olarak yaptık, biraz daha deneysel bir şeyler denedik. Sonra Galata çalışmasında bir dükkanın içinden Galata’ya bakmayı denedim. Amacım onların sesi olmak da değil, onların kendi seslerinin yükseltmelerini sağlamak, biraz daha görünür kılmak. Türkiye’de şu anda, özellikle 2010’da daha da artan müthiş bir şaşaa var ama bir yandan da hayaletler de var. Yeni projede Sulukule’nin adı bile geçmeyecek ama Sulukule bir hayalet gibi dolaşıyor. O hayaletleri görmeye çalışmak lazım. Kendi tavrımı çok da koymamaya gayret ediyorum. Bazen bir yerlerden çıkıyor olsa da… Oradaki mekanların kendi durumlarını ortaya koymalarını sağlamaya çalışıyorum. Ne olacak diye çok merak ediyorum. Biraz tahmin edebiliyorum ama yine de ne karar çıkacak, devlet ne düşünüyor, yeni muhalif hareketler neler yapacak diye merak içerisindeyim.

“O insanlar cahil, onlar anlamaz ” gibi laflar dönüyor. Çok büyük yoksunluk içinde olsalar da ellerindeki değerlerin gayet farkındalardı, nasıl kullansalar daha karli olacağının da. Ama yapamadılar. Yapamayacak koşulları vardı. Sadece onların da değil, İstanbul’un genel koşullarının bir parçası bu.

DY: 2010’dan söz etmişken, Kültür Başkenti olmak sizce ne demek, nasıl olmalı? Sizce İstanbul oldu mu?

AT: Çeşitli aktörler için sanırım Kültür Başkenti farklı şeyler ifade ediyor. Dünyadaki başka şehirlerde de böyle, İstanbul’da da böyle. Açılış konuşmasında duyduğumuz “marka şehir olma” vs. söylemler New York, Barselona, Frankfurt gibi tüm şehirlerde de var. Ama bir yandan da, belki başvuruda kalmış olan niyetler de var. Bizi kabul etmelerini sağlayan bir sunum yapıldı ve orada bu şehrin belirli sorunlarının bu şekilde çözülemeyeceği, artık başka yollara başvurulması gerektiği ile ilgili çeşitli yöntemler, açılımlar da sunuldu. Kültür Başkenti, kente başka şekilde bakmak anlamına da geliyor. Bahsettiğimiz kesimleri de göz önüne alarak bazı çözümler üretmek, kente daha geniş bir açıdan yaklaşmak, sadece yatırımcı veya kültürel girişimci olarak bakmamak. İstanbul bunları öne süren bir başvuruyla Kültür Başkenti seçildi ve bence hala bununla ilgili projeler var, bazı çabalar sürdürülüyor. Ama görüntüde maalesef bir kutlama ve İstanbul’un turizmini geliştirecek bir araç haline geldi. Açılış da durum böyle yansıtıldı maalesef. Yanlız başbakanın konuşmasının o anlamda farklı olduğunu düşünüyorum. Başbakan başvurudaki kriterlere daha yakın bir şeylerden bahsetti. Kültür-sanat ortamında, daha özgür ve farklı bir ortam olması gerektiğini söyledi. Biz de aynı şeyi istiyoruz zaten, bizim için umutlandırıcı oldu yani.

DY: İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında çalışmalarınız var mı şu anda?

AT: Var. Ben zaten sürekli kameramla izliyor olacağım. Açık Radyo’da program yapıyorum ve orada üç buçuk senedir zaten 2010 ile ilgili konuşuyoruz. Bu sene daha da fazla konuşacağız. Tamamen gözlem altına almak istiyorum, çünkü bu senenin İstanbul temsilleri bize İstanbul ile ilgili çok şey anlatacak. Dünyadan nasıl algılandığı da çok önemli. Burasıyla o dünya algısının ne kadar örtüşeceği ve bu algıların başka kültürlere nasıl yarar sağlayacağını da düşünmek lazım. Bütün algılarımın açık olduğu, eleştirilerimin de olacağı bir gözlem senesi olacak benim için. O yüzden bu sene çok çalışacağım diye düşünüyorum. Hem görsel hem de yazılı olarak bir şeyler üretiyor olacağım. İstanbul’un çok kritik bir dönemi aslında. Bienalle başlamış olan dünyadaki İstanbul imgesini başka bir yere taşıyacak bir dönemdeyiz. 2010 yılı bir dönüm noktası olacak. İstanbul’un aktörleri tarafından ne kadar başarılsa da başarılmasa da böyle olacak bence. Bunun için bu ünvan bile yeterli. Hiç bir şey yapmasak da bu ünvan sayesinde bir şeyler olacak, ama umarım içini dolduracak şeyler yapabiliriz.

DY: Dediğiniz gibi hiçbir şey yapılmasa bile, 2010 AKB Ajansı’nın kurulması, her Çarşamba konuşmaların yapılması çok önemli ve güzel bir şey. Tabii sadece bu sene için değil, daha sonra da sürdürülebilmesi de gerekli.

AT: Bazı sanatçıların ve fikir çevrelerinin projeleri kabul edilmedi. Ben örneğin üç tane proje verdim, hiçbiri kabul edilmedi, iki tanesine cevap bile verilmedi. Dolayısıyla 2010 ile ilgili önyargılar da oluşmaya başladı. Ama bir yandan da bu sürecin daha başındayız. Bu süreç boyunca bir sürü çalışma, ortaklık oluşturup kalıcı şeylere dönüştürebiliriz.

DY: Peki cevap gelmemesinin sebebi nedir acaba?

AT: Ajansın içi çok karıştı. Bir sürü insan istifa etti, doğru düzgün bir model kurulamadı. Ama bu da ilk defa denenen bir şey. Keşke daha iyi olsaydı, yapılabilirdi ama yapılamadı.

DY: Biraz da web sitenizden bahsedelim isterseniz.

AT: Açık Radyo’da yaptığımız programı aynı zamanda web sitesine dönüştürdük. www.metropolitika.com sitesinden radyo programlarını indirip dinlemek mümkün. Aynı zamanda bir dia gösterisi eşliğinde dinleyebiliyorsunuz. Bazı yazılar ve linkleri de koymaya çalışıyoruz. Kişisel çabalarla yaptığımız için biraz yavaş ilerliyor ama konulara göre ayırdık herşeyi. Özellikle kent üzerine çalışan insanlara tavsiye ederim.

DY: Daha konuşulacak çok şey var belki ama yavaş yavaş bitirelim isterseniz. Çok teşekkür ederiz.

AT: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın