“Karma Kullanım Kendi Kültürümüzün İçinde Var”

ArkiPARC 2008'in konuklarından olan Mustafa Kemal Abadan ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yaratıcılığını, New York’taki ilk cami olma özelliğine sahip ve dolayısıyla tüm İslam Devletleri’ni temsil etme zorunluluğu bulunan İslam Kültür Merkezi’nde kullandığı çağdaş mimarlık anlayışıyla ortaya koyan ve bu başarısını 1985’te üye, 1989’da da üye ortak olarak SOM Architects’in yönetim kadrolarına seçilmesi ile sonuçlandıran Mustafa Kemal Abadan ArkiPARC 2008’in konuklarındandı.

ArkiPARC 2008’deki konuşmasında kentlerin yoğunluğu hakkındaki analizlerini izleyicilerle paylaşan Abadan’la SOM Architects’teki çalışmaları, İstanbul ve günümüz mimarlık dünyası ile ilgili görüşleri hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Gökçe Aras: SOM Architects’te sürdürdüğünüz çalışmalarda genellikle kamusal binalar tasarladığınızı görüyoruz. Bu tasarımlarınızda kent ve insana dair öncelikleriniz neler oluyor?

Mustafa Kemal Abadan: Tabii ki değişik tipte birçok projemiz var. Bunlardan bir kısmı dediğiniz gibi çok kullanımlı ve buna bağlı olarak kentin sorunları ve kentin akışı ile çok bağdaşan projeler. Bazı projeler ise boyut açısından o kadar büyük ki kendi içinde kentle ilgili başka yatırımları da beraberinde getiriyor. Bir kere bunları ikiye ayırmak lazım. İlk gruba giren projeler enerjisini kentten alıyor, diğer gruba girenler ise büyüklüklerinden dolayı kenti ve oturdukları çevreyi kendi içlerinde değiştiren projeler oluyor, bölgedeki işlevler ve çalışan yoğunluğu açısından değişiklikler ortaya çıkıyor. Örneğin New York’taki Time Warner Center ve Tokyo Midtown projelerim bu ilk kategoriye giriyor. Hem bağlamsal açıdan işlenmiş bir türleri var hem de konumları açısından şehrin değişik noktaları ile ilişki içinde olan mekanlar yaratılmasını sağlıyorlar. Supertall dediğimiz yüz katlı kuleler işin içine girdiği zaman orada iş daha da yoğunlaşıyor. Bu tip projelerin sadece yakın çevresine değil, bütün şehre yönelik bazı etkileri oluyor. Şu anda Asya ülkelerinde ve Pasifik’te yaptığımız bu tür çalışmalar ise ikinci kategoriye giriyor.

GA: Birçok farklı ülkede ve kentte çalışmalarınız var. Bu çalışmalarınız esnasında araştırmalarınıza nereden başlıyorsunuz?

MKA: Mimari çözüme birçok yönden yaklaşmak lazım. Bunlardan bir tanesi projenin konumlandığı şehri, mahalleyi ve yakın çevreyi tanımak. Daha analitik olan diğer çalışmalar ise, iklim araştırması, kültür araştırması ya da binanın mal sahibinin ortaya koyduğu programın getirdiği bazı araştırmalar. Bütün bunların ötesinde de mimari tasarımı getirebilmek için belli bir felsefi noktadan yola çıkılıyor. Bunlardan bir kısmında da strüktür çok önemli bir rol oynamaya başlıyor. Yani binaların boyları yükseldikçe sadece mimariyi değil aynı zamanda strüktürü de eş açıdan çözmek zorundasınız. Bunun getirdiği bazı çok ilginç araştırma noktaları var. Biz bunları her projenin kendi özelliğine göre bir şekilde, değişik noktalardan başlayarak çözmeye çalışıyoruz.

GA: Ofisiniz New York’ta bu nedenle artık New York sizin için yerelleşmeye başlıyor. Yerel ve uluslararası projeleriniz arasında farklılıklar söz konusu mu? New York’taki projeleriniz daha mı özümsenmiş oluyor sizin için?

MKA: New York’taki projeler tabii ki bir açıdan daha değişik, orada yaklaşık 30 seneden beri yaşamaktayım. İnsan kendi oturduğu, yaşadığı şehri ne de olsa daha değişik bir gözle görüyor, daha değişik bir şekilde yaşıyor. O açıdan belki bir farklılık var, fakat mimari yaklaşım söz konusu oldugunda ben, New York’taki projeye değişik bir çalışma yöntemiyle yaklaşmıyorum. Burada en büyük değişken, yerel imar kurallarının getirdiği bazı özellikler oluyor. Öncelikle bunları çözmek lazım.
Bu durumun karşıtı olarak da, Amerika dışından örnek verebilirim. Önemli olan, Amerika’da uygulanan projeleri dünyanın başka yerlerine taşımak değil, söz konusu yerel bölgenin özelliklerini daha evrensel bir mimari dille yansıtmak. Demek istediklerimi, Tokyo’da gerçekleştirdiğimiz Tokyo Midtown Projesi gayet iyi bir şekilde anlatıyor. Japon kültüründen doğrudan bir alıntı veya kopyalama yapmadan, bu kültürden kaynağını alan bazı ögeleri yeniden, yeni bir dille işledik ve o projenin, konumlandığı bölgeye uygun olmasını sağlamayı amaçladık. Diğer ülkelerdeki çalışmalarımızda da bu yaklaşımla hareket ediyoruz.

GA: ArkiPARC 2008’deki konferansınızda parametrik tasarımlardan bahsettiniz. Bu konuya yaklaşımınızdan ve parametrik tasarımın gelişmeleri hakkındaki öngörülerinizden bahsedebilir misiniz?

MKA: Parametrik tasarım, bilgisayar teknolojisinin bize sağladığı bir imkan. Elbette bu imkan yokken de birtakım parametrik tasarım çalışmaları yapıldı, fakat parametrik tasarımın yaygınlaşmasını ve herkes tarafından ele alınabilir hale gelmesini teknoloji sağladı. Ancak parametrik tasarım, sonuca varabilmek için bir araç sadece. Olanaklar sağlar, ama tasarımcı için bir çözüm değildir. Bazı kararlar vermenize de yardımcı olur, ancak bu kararlar tasarımın kendisi değildir. Aynı parametrik tasarımdan yola çıkan iki mimar, büyük ihtimalle aynı sonuca varamaz.

Parametrik tasarım, tasarım süreci içinde büyük bir rasyonellik ortaya çıkarıyor, ancak sonuç, her mimarın özel bakış açısıyla yorumlanarak ortaya çıkıyor.

GA: Çalışmalarınızda sürdürülebilirliğe de oldukça zaman ayırdığınız görülüyor. Sürdürülebilirliği nasıl ele alıyorsunuz? Sizin için, bir binanın kendi kendine yetebilmesi mi, yoksa bulunduğu kente ve çevreye katkısının olması mı ön planda?

MKA: Mimarlığı tek başına düşünmemek gerek. Mimarlığın, insan ilişkilerinin gerçekleştiği mekanı yarattığı düşünüldüğünde, tasarımın her zaman insancıl, kentsel ve sosyal tarafları olduğu şüphesiz. Bu nedenle de benim için, bir binanın çevresine katkısı her zaman mümkün olduğu kadar ön planda.

GA: 1980’li yılların İstanbul’uyla bugünkü İstanbul arasında çok büyük farklar var. İstanbul için tasarlanacak yüksek bir binada kentsel tasarım ve sürdürülebilirlik açısından nasıl bir yol izlenmesi gerekiyor sizce?

MKA: Burada yüksek bir yapı için birkaç noktadan yola çıkmak lazım. Öncelikle çok eski bir kent olan İstanbul’un eski dokusuna saygılı şekilde bir konumlandırma yapmak önemli. Bu demek değil ki İstanbul’da yüksek yapı yapılmaz, mutlaka yapılır. Çünkü toplumun ve ekonominin gereksinimi buna yönelmekte. Fakat tarihi doku düşünülerek yüksek yapının konumuna karar vermek lazım. Örneğin 1980’lerde İstanbul’da yapılan yüksek yapılar belki kendi içlerinde mantıklı projelerdi ama sonuç olarak eski kente çok olumsuz etkileri oldu. İkinci bir konu ise, çözümü İstanbul’da oldukça zor olan deprem konusu. Mutlaka buna benzer durumlar Japonya’da, Kaliforniya’da da var. Ama bunu bilerek, anlayarak ve mühendisliği çok iyi düşünerek yapılabilecek türden projelerle tedbir alınmalı.

GA: Kent merkezindeki karma kullanımlı projelerinizde konutlar da var. Türkiye’de ise konutlar daha çok şehir dışına taşınıyor ve “gated community” denilen şekilde gelişiyor. Bu konuda denge sağlanması için sizce neler yapmak gerekir?

MKA: İstanbul’da şehir çok çabuk büyüdü. Nüfusu 1970’lerde 4,5 milyon iken şimdi neredeyse 15 milyon. Çabuk şehirleşmenin getirdiği bir dağılım var ve konut üretimi de bu dağılıma çok bağlı. İnşa edilecek yeni arsalar daha çok şehrin dışında bulundu fakat bu demek değildir ki şehrin içinde konut için bir tüketim yok. Aslında var. Boğaz taraflarında, Şişli’de yenilemeler halen devam ediyor. O yüzden şehir dışına harekete iki yönden bakmak lazım. Biri büyüme hızıyla paralel gelişen gereksinim, ikincisi ise şehir dışında refah seviyesi yüksek yerler bulunması. Fakat şehrin içi de bir yandan zenginleşmekte. Bugün Pera’da pek çok binanın yeniden ele alındığını görüyoruz. Şehirler kendilerini devamlı yenilemekte olduğu için bu karma projelerin şehrin merkezlerinde her zaman yerleri var. İstanbul’da bu tip projelerin gerekliliği tartışılabilir. İstanbul, o kadar kozmopolit bir yer ki zaten bu karma kullanım kendi kültürümüzün içinde var. Yurt dışında bu şekilde gerçekleştirilen projeler belki bu anlamda biraz daha ilginç çünkü karma kullanım orada Türkiye’deki şekliyle olmadığı için, bir yenilik getirmiş oluyor.

GA: New York’ta İslam kültürünü temsil eden New York İslam Kültür Merkezi binanız var. Türkiye’deki yeni dönem dini yapı projelerini nasıl buluyorsunuz? Bu tür yapıların modern çağdaki yorumu hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

MKA: İslam mimarisinden ziyade, Türkiye’de yerel mimariye karşı belli bir duyarlılık var. Mesela, Ege Bölgesi’ndeki tatil köylerinde taş evler yapılıyor, Boğaz’daki yalıların bir kısmı yenileniyor ve bununla beraber yeni mimari stiller de ortaya çıkıyor. Tabii Türkiye’de genellikle mimariye pek önem verilmeyen bir yapılaşma var. Bu yüzden de bütün bu etkinlikler çok çabuk kayboluyor. Yine de bu konuda çaba gösteren meslektaşlarım da var ve onların başarıları bizim kültürümüzü ve mimarimizi devam ettirebilmemiz açısından çok önemli. Ama ben buna İslam mimarisi olarak bakmıyorum, bunu kültürel varlığın devamı olarak görüyorum. Genel bir İslami mimari yerine yerel mimarlık olarak bakmak lazım.

GA: Mimar Sinan’ın çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

MKA: Tabii ki Mimar Sinan Osmanlı mimarisinin simgesi ve kendisinden sonra gelen bütün kuşaklara ilham vermiş bir mimar. Ama Türkiye tek bir Mimar Sinan’la yetinmemeli, Türkiye’nin bir değil binlerce Mimar Sinan’a ihtiyacı var.

Şu anda Türkiye’de tasarımın değeri son 20 – 30 seneye göre belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Daha çok insan tarafından, oturmuş ciddi bir mimarinin, hem kültürel açıdan şehrin dokusuna katkısı, hem de ticari açıdan daha avantajlı olduğu farkedilmeye başlandı. Bu açıdan, şon on senedir, Türkiye’de çok daha fazla ciddi mimarlık ürünü ortaya çıkıyor, bu da bizim için çok büyük bir kazanç.

GA: Sizin de belirttiğiniz gibi, Türkiye’de artık bazı projeler mimar adıyla lanse edilmeye başlandı. Peki SOM Architects’i nasıl tanımlıyorsunuz, tasarım, araştırma ya da üretim merkezi?

MKA: SOM Architects büyük bir şirket ve çok sayıda önemli projeye imza atıyor. Bunlardan bazıları kendi içinde çok meşhur olmuş projeler, diğerleri ise daha çok kullanıma yönelik projeler. Fakat bizim bu aşamada önem verdiğimiz şey, her projenin belli bir potansiyelinin olması ve o potansiyelin mimari açıdan amacımızı mümkün olduğu kadar ortaya koyması. Bu demek değildir ki her proje bir ödüle layık olsun ama amacımız, her zaman tasarımı en önde tutarak, o projenin kendi konjonktürü içerisinde olabilenin daha iyisini yaratmak.

GA: SOM Architects’in İstanbul’da çalışmaları var mı ya da olacak mı?

MKA: İstanbul’da iki tane projemiz var. Şu anda bir bankacılık merkezi projesi üzerinde çalışıyoruz. Aynı zamanda Doğuş Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı için bir proje hazırlıyoruz. Fakat o proje şu anda ekonomik krizden dolayı durmuş vaziyette. Piyasa canlandıktan sonra o projeye devam edebileceğiz.

GA: İstanbul için nerede, nasıl bir bina tasarlamak isterdiniz?

MKA: Bu çok geniş bir soru, onun için cevaplandırması da çok zor. Gönlümde olan topluma yönelik, kentsel bir proje. Kullanım açısından daha çok kültürel ya da şehrin sosyal akımına önemli bir katkısı olabilecek bir proje. Onun ötesinde bir şey düşünemiyorum şu anda. Daha spesifik soruların cevapları ise önüme çıkacak olan opsiyonlara bağlı.

GA: Türkiye’deki mimarlık ofisleri uluslararası olamıyorlar. Sizce bunun nedeni nedir?

MKA: Aslına bakarsanız Türkiye’den yurtdışına giden birçok yetenekli mimar var. Bunu bizim şirkette, benim dışımda birkaç tane daha çok değerli Türk arkadaşların çalışmaları da kanıtlıyor. Onun dışında dünyanın başka yerlerinde de birçok Türk mimarla tanışma fırsatı buldum. Bu da demektir ki Türk mimarların uluslararası olmaları için bir engel yok. Mesele belki de buradaki kurumlaşmış büroların, yurtdışına neler verebildikleri ve nasıl katkıda bulunabildikleri. Katkı sağlayabilmek için de bilgi aktarmak lazım. Uluslararası yatırımcıların aradığı şeyler belli, bunlardan bir tanesi de bilginin kendilerine gelmesi. Türk mimarların Türkiye’de veya yurt dışında yabancı yatırımcılarla çalışmaları, onların bilgi birikimlerini artırmalarını sağlar. Bu bilgi birikimi onların değişik ülkelere gidip orada mimari sunabilmelerini sağlayacak şeydir.

GA: Sizce küresel krizin Amerika ve dünya mimarlık sektörüne etkileri neler olacak?

MKA: Bu şu ana kadar iş hayatımda karşılaştığım üçüncü kriz. Bunlardan ilki tam üniversiteden mezun olduğum sıradaydı ve tam krizden çıkış noktasında ben işe başladım. O zamanki kriz bir yerde benim kariyerime ve gelişmeme çok yardımcı oldu. Çünkü o kriz en alt basamaktan başlayarak konjonktür geliştikçe daha çok sayıda değişik projelere, daha fazla katkıda bulunarak gelişmemi sağladı.

1990’ların başındaki büyük ekonomik krizin sonunda krizin mimarlara olan etkilerini gördüm ve bu bende oldukça büyük bir iz bıraktı. Fakat o, Amerika içinde bir krizdi. Amerika içinde olanaklar kısıtlanınca bir şekilde bizim çalışmalarımız küreselleşmeye başladı.

Bu seferki kriz ise tüm dünyayı sardığı için dolayı her taraf aynı ya da benzer şekillerde etkileniyor. O yüzden 1990’daki krizde olduğu gibi kendi bölgemiz içinde bulamadığımız olanakları başka yerde bulmak da olanaksız hale geldi. O açıdan sorunuzun cevabını vermek çok zor. Bu krizin dünyada olsun Amerika’da olsun mimarları nasıl etkileyeceği sorusunun cevabı ise, “kısa bir dönem içinde çok ağır etkileyecek” şeklinde verilebilir. Fakat bunun aynı zamanda ters bir noktası da var. 2009’un ortasına kadar sürecek bir süreçten sonra insanlar bu krizin nereye gittiğini, bu krizden nasıl çıkılabileceğinin yolunu görmeye başlayacaklar. O zaman da olanaklar tekrardan açılacak. Krizin bir ters tarafı da insanların tekrar yeni yatırımlara yönelmeleri ve kaybedilmiş zamanı kazanmaya çalışmaları olacak. Önemli olan önümüzdeki 6 – 9 ayı sağlıklı bir şekilde aşabilmek, ondan sonraki olanakları da çok iyi kullanabilmek.

GA: Amerika’daki eğitim çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

MKA: Cornell Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı’na danışmanlık yapan grupta aktif olarak yer alıyorum. Bununla beraber bazen bir sömestrlık tasarım derslerinde hocalık yapıyorum. Bazen ArkiPARC’ta olduğu gibi konuşmalar yapıyorum. Ayrıca Cornell Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin New York’taki öğrencilerini kendi şirketimize stajyer olarak alıp, profesyonel gelişimlerine yardımcı oluyoruz.

GA: ArkiPARC 2008’i değerlendirebilir misiniz?

MKA: Ben ArkiPARC 2008’de az zaman geçirebildim, fakat oraya gelen insanların kalitesi ve değişik konulardaki paralel paneller açısından bence çok zengin bir organizasyondu. Çok geniş bir kitlenin katıldığı bir toplantı olduğu için Türkiye açısından bunun iyi bir başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum. Umarım tekrarlanması mümkün olur.

ArkiPARC 2008’de sadece mimarların birbirleriyle görüşmelerinden öte yatırımcıların, kamu kitlesinden ve belediyelerden yetkililerin bir araya gelmesi, mimariye yönelik ortak bir bakışın ortaya çıkması için önemli bir adım oldu. Bu tür gelişimleri severek desteklemeye hazırım.

Etiketler

Bir yanıt yazın