“Türkiye’de, Siyasi Anlamda Bir Yerelleşmeden Söz Edemeyiz”

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) yürüttüğü İyi Yönetişim Programı'nın yöneticisi Fikret Toksöz ile söyleşi yaptık.

29 Mart 2009’ta yapılacak Mahalli İdareler Seçimi, seçim atmosferinin yerellikten uzak olmakla ön plana çıktığı Türkiye’de gündemi oldukça meşgul ediyor. Gerçekleşme aşamasındaki kentsel projelerin hız kazandığı, her geçen gün ortaya atılan yaratıcı fikirlerle sosyal yardım faaliyetlerine bir yenisinin eklendiği ve vaatlerin sınır tanımadığı yerel seçim öncesi süreç, siyasi mitinglerle de desteklenerek ilerliyor. Konuyla ilgili, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) yürüttüğü İyi Yönetişim Programı’nın yöneticisi Fikret Toksöz’ün görüşlerini aldık. Toksöz ayrıca, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı bünyesinde, Kamu ve Yerel Yönetim Projeleri alanında danışmanlık yapıyor.

Burcu Karabaş: Büyükşehir belediye başkanlığına aday olan isimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Adaylık süreci ve adaylar hakkındaki görüşleriniz, farkettiğiniz farklılıklar veya benzerlikler nelerdir?

Fikret Toksöz: Türkiye’deki yerel seçim süreçleri, yerel seçim atmosferinde ilerlemiyor. Bunun da en iyi örneğini, diğer büyükşehirlerde ve özellikle de İstanbul’da görüyoruz. Belediye başkanlığı için, ülke çapında tanınmış bir sima aranıyor. Mevcut belediye başkanı için durum biraz daha kolay, halka sürdürmekte olduğu projelerin devamını vadediyor. Fakat diğer adaylar söz konusu olduğunda, projelerden çok da bahsedilmediğini görüyoruz. “Merkezi siyaset” ön planda. Türkiye’de, siyasi anlamda bir yerelleşmeden söz edemeyiz.

Bu, 5.000 – 10.000 veya 30.000 – 40.000 nüfuslu illerin belediyelerinde kabul edilebilir bir durum, ancak büyük metropollerde yerel politika üzerinden yürüyen bir süreç yok. Bu seçimde, bazı yerleşim yerlerinde yerelleşmenin olduğunu, bazılarında da olmadığını daha belirgin bir biçimde göreceğiz. Örneğin Urfa’nın mevcut belediye başkanı parti değiştirdi ve kendi partisinden değil, başka bir partiden aday oldu. Başkan, Urfa’da oldukça iyi işler yaptı. Ama bakalım bu koşullar altında tekrar seçilebilecek mi? Yoksa orada da iktidar partisinin rüzgarı esecek ve 5 yıllık çalışmayı silip atacak mı? Göreceğiz.

Seçmenler -özellikle de küçük yerleşim bölgelerinde oturanlar- oylarını merkezi eğilimlerine göre kullanıyorlar. Bu seçim de, tıpkı önceki seçimler gibi bu özelliği taşıyor. Birinci olarak farkettiğim nokta bu.

İkincisi de, bir önceki duruma bağlı olarak, İstanbul sorunlarının çok da fazla tartışılmıyor olması. Ajandaya bakıldığında, gündeme en sık gelen konunun ulaşım olduğu görülüyor. Diğer sorunlar dile getirilmiyor. Beni şaşırtan meselelerden biri de, kültür ve sanatla ilgili. İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti. Buna yönelik çalışmalar yapmak için bir ajans da kurulmuş olmasına rağmen bu, gündemde pek yer almıyor. Bu seçimler bağlamında, İstanbul için sadece adayların niteliği üzerine değil, siyaset bilimi ve konuşulan konular üzerine de yaptığım saptamalar bunlar.

BK: Yerel seçim sürecinde, belediye başkan adaylarından çok Başbakan’ın il il dolaştığını görüyoruz.

FT: Bu, eskiden beri süregelen bir durum. Seçimler neden yerelleşmedi diye düşündüğümüzde, bunun asıl nedeninin, kamu gelirlerinin ve çoğu hizmetin hala merkezi idarenin elinde bulunması olduğunu görüyoruz. Yani, bir desantralizasyon yapılamadığı için bu durumla karşılaşıyoruz. Desantralizasyon başarılmış, bazı hizmetler belediyeler tarafından yürütülüyor olsa ve belediyelerin kendilerine yetecek gelire ve kaynağa sahip olsalar, o zaman Başbakan’ın il il dolaşmasının çok da önemi olmaz.

İngiltere’de de başbakanlar yerel seçimlerde kentleri ziyaret ediyor, halkla temas etmeye çalışıyorlar. Ancak bu çok da önemli rol oynamıyor. Fakat Türkiye’de, başbakan gittiği yerlerde “Merak etmeyin, biz iktidara gelirsek bunları yapacağız” diyor. Bu durum, öncelikle desantralizasyonun yapılamamış, ikinci olarak da desantralize edilmiş hizmetlerin gelirlerinin de yeterince arttırılmamış olmasından kaynaklanıyor. Tüm kararları hala merkezi politika verdiği için durum böyle. İstanbul söz konusu olduğunda, bu kez de kaynakların yeterli olduğunu, ancak yerelleşmenin sağlanamadığını görüyoruz.

BK: Sona erecek olan Kadir Topbaş dönemi boyunca öne çıkarılan bazı projeler var. Sizin de biraz önce belirttiğiniz gibi ulaşım, bunların başında geliyor. Ulaşımın iyileştirilmesine yönelik yapılan çalışmaların tek başına bu kadar öne çıkması hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Sizce bu çalışmalar amacına ulaştı mı?

FT: Açıkçası, tüm ulaşım planı hakkında kapsamlı bilgiye sahip değilim. Ancak eski master plan hakkında bilgim var. Bu master plan üzerinden ne gibi değişikliklere gidildiği konusunda da yeterince aydınlatıldığımızı düşünmüyorum. Her ne kadar bilgilendirdiklerini söyleseler de, yıllardır bu alanda çalışan bir insan olarak ben konu hakkında yeterli bilgiye sahip değilsem, bu benim eksiğim olmaktan çok onların eksiğidir.

Tabii ki ulaşım İstanbul için çok önemli, çünkü ulaşım hatlarının tıkandığı çok açık. Bunu iş ilanlarından da anlayabiliyoruz. İşveren, eleman ararken başvuracak kişinin iş yeri civarında ikamet etmesini şart koşuyor. İstanbul’da araç sayısının artması da ulaşımın ne kadar güçleştiğinin bir diğer göstergesi. Oturduğum semtte gözlemliyorum, günlük işlerde çalışan işçi çiftler de birer araba edinmeye başladı. Otomobil almak, bir statü göstergesi olmaktan çıktı. İşe gidip gelirken karşılaşılan güçlükler, herkesi özel araç sahibi olmaya yönlendirdi. Ulaşım, hepimiz için bir numaralı sorun haline geldi. Mesai saati bittiğinde, ben de endişelenmeye başlıyorum. İstanbul’da, herkesin aynı endişeyi yaşadığını biliyoruz.

Haliyle belediye, ulaşıma sürekli yatırım yapıyor. Metrobüs, iyi ve hızlı bir çözüm açıkçası. Daha fazla beklenmesi doğru olmazdı, bu nedenle metrobüsün hayata geçirilmesi yerinde bir karar oldu. Ancak ileride metrobüs hattının raylı sisteme dönüşeceğini düşünüyorum.

Yapılan yeni tünellere ise endişeyle bakıyorum. Kağıthane’den Taksim’e çıkan yeni tünel yakında açılacak. Katıldığım tüm sempozyumlarda dile getirilen şey, İstanbul trafiğinin kendi mantığının “yavaş ama akıcı” olduğuydu. Bu tanımlamanın doğru olduğunu düşünüyorum. Bu tünelden birçok araç hızla geçecek ve Boğaz Köprüsü’ndeki kilitlenme inanılmaz boyutlara ulaşacak. Bu durum da, 3. köprü fikrinin meşruiyetini arttıracak. İnsanları Beşiktaş’a kadar hızlı bir şekilde getirmenin, Boğaz Köprüsü’ne olan talebi arttırmak ve oradaki tıkanmayı yoğunlaştırmaktan başka bir sonucu olamaz. Bu da bence doğru bir yaklaşım değil.

BK: İstanbul’a dışarıdan akan nüfusu düşünürsek yoğunluğa getirilebilecek çözümler de bir noktada sınırlı kalacaktır değil mi?

FT: Evet, bence ağırlığı raylı sisteme vermek gerekiyor. Bu sistem mutlaka yer altında olmak zorunda da değil, gerekli yerlerde hemen yapılmalı. Örneğin E-5’ten Kartal ve Pendik’e kadar giden bir raylı sistem neden yapılmadı bilmiyorum, bence çok geç kalındı. Bağdat Caddesi de raylı sisteme oldukça müsait. Ataköy – Eminönü arasında da bir raylı sistem olması gerekiyor. Bunun dışında, deniz yolu işletmeciliğinde birtakım gelişmeler kaydedilmiş olmasına rağmen hala Boğaz’ın kıyısı boyunca ilerleyen bir hat yok. Belediye, “Yolcu yok” şeklinde bir yaklaşım sergilememeli, kullanıcıyı alternatif yollara yönlendirerek gerekli yolcu talebini yaratmalı. Konulacak çift yönlü tarifeli seferlerin, Boğaz trafiğini oldukça rahatlatacağını düşünüyorum. Beşiktaş’tan saat başı Sarıyer’e giden vapur yok örneğin. Ek olarak, bu seferler sadece işe gidip gelmeyi kolaylaştırmak için değil, kentlilerin istediği zaman gidip nefes alabilmesini sağlamak ve Boğaz’ın güzelliklerinden yararlanmalarını teşvik etmek için de konmalı.

BK: İstanbul Metropoliten Planlama Ofisi’nin (İMP) kurulmasından bu yana birçok çalışma yaptığını biliyoruz. Fakat bu çalışmalardan hiçbiri uygulamaya konmadı.

FT: Bütün belediye çalışmalarında eksik olan, İstanbul gibi büyük bir metropolde sağlanması çok zor olan katılımdır. Çalışmaların sonuçsuz kalması, karar alma süreçlerinde gerekli katılımın sağlanamamış olmasından kaynaklanıyor. Yani, bir yönetişim planı yok.

3. köprüye karşı bir tutum sergilediler, Belediye Başkanı da başlangıçta bu fikirdeydi ancak Başbakan’ın tutumu farklı olduğu için sonradan düşüncesini değiştirdi. Bu çalışmalar yeteri kadar paylaşılsaydı ve oradaki birkaç uzmanın fikriyle sınırlı kalmasaydı, Başbakan fikrini değiştirmek zorunda kalabilirdi.

Aslında iyi çalışmalar yaptılar, bunu kabul etmek gerekiyor. Fakat duyurulmadığı için kimsenin haberi yok. Ayrıca kurulan ofisin çok büyük olması da doğru bir karar değildi. İstanbul’da, “İşleri büyük firmalara verelim de yapsınlar” deme gibi bir lüksümüz yok, ancak çok büyük bir bilgi birikimimiz var. Ayrıca, çalışmalara mümkün olduğunca tüm üniversiteleri de dahil etmek lazım.

Mesela, deprem master planında, bütün üniversiteler birlikte çalıştı. Bu belki de İstanbul’da ilk defa gerçekleşen bir şey. Bu plan konusunda tartışma olmaması da bilgi birikimine sahip tüm üniversitelerin zaten çalışma sürecinde bir arada olmasından kaynaklanıyor. İMP’de de böyle yapılabilirdi. Sadece mimarlık fakülteleri de değil, sosyoloji ve siyaset bilimi gibi bölümlerin de burada görev alması gerekirdi. Paydaşların arttırılması lazım.

Tabii Türkiye’deki güçlü bürokrasi nedeniyle, bir iş yapılmak istendiğinde engellerle de karşılaşılabiliyor. Bunun bir sonucu olarak, kurumlara bir öneri getirdiğinizde, “Biz bunu zaten düşünmüştük” veya “Biz bunu zaten yapıyoruz” cevabıyla karşılaşıyorsunuz. Madem bir şeyler yapılıyor, bizim neden haberimizin olmadığı merak konusu oluyor haliyle. İMP’de de bu refleks oluşmuştu. Yapılan çalışmaların etkili olmamasının temel nedeni, katılımcı bir yaklaşıma sahip olmamaları. Evet, birkaç kişiyi çağırdılar, dinlediler ancak katılımı sağlamak bu değil. Sürecin başından, tartışmayı da dahil etmek ve en küçük birimin dahi işin içinde bulunmasını sağlamak gerekiyor.

Örneğin, ulaşım planları yapılırken taksi duraklarına gidilip görüş alınmıyor. Halbuki, İstanbul trafiği hakkında taksicilerden daha fazla söyleyecek sözü ve tecrübesi olan var mıdır, bilemiyorum. Bilimsel bakış açısıyla göremeyeceğiniz birçok şeyi, kendi karmaşık yapısı içinde onlar aktarabilir. Trafiğin en yoğun olduğu noktaları herkesten çok onlar biliyor. Çok basit bilgiler verebilirler, ancak bu noktadan çok önemli sonuçlar doğabilir. İstanbul Metropoliten Planlama, bir avuç insanı değil, herkesi ilgilendiriyor. Bu nedenle, mümkün olduğu kadar çok kişiyi sürece dahil etmek gerektiğini düşünüyorum.

Bunu söylemek çok kolay, ancak yapmak çok zor, farkındayım. Çünkü insanlar da yeterince katılımcı değiller. Ama bu durumu tersine çevirecek yöntemi de bulmamız gerekiyor.

Bir diğer sorun da, İMP’nin belediyenin kendisinden de destek görmemesi ve sanki yasa dışı bir örgütmüş gibi algılanması oldu. Halbuki, ofisin yaklaşımı oldukça yerindeydi. Çünkü, bürokratik sınırlar içinde böyle bir çalışma yapmak mümkün olmaz, oluşumu bürokrasinin dışına almak doğru bir karardı. Ancak gerekli olan katılımcılığın belediye içinde dahi sağlanamadığını böylece anlamış oluyoruz. Belediye, birçok birimi olan bir kurum ve bu birimler birbirinden kopuk çalışıyor.

BK: İletişim ve katılımcılıktan söz etmişken, son yıllarda yerel yönetimlerin eskisinden daha sık dile getirmeye başladığı “yönetişim” kavramının ne kadar hayata geçirildiğiyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Sizce söylenenler lafta mı kalıyor, yoksa yönetişim gerçekten uygulanmaya başladı mı?

FT: Bizim ne fazlasıyla katılımcı bir geleneğimiz, ne de buna uygun mekanizmalarımız vardı. Bu kavram, kamuoyunda 1996 yılındaki HABITAT toplantısıyla konuşulmaya başlandı. Üzerinden yaklaşık 12 yıl geçti. Katılımcı mekanizmalar, 2003 ve 2004’te yapılan reformlarla kanunlara kondu. Diğer oluşumlar bir yana, ilgili meslek odaları da bu mekanizmalardan pek haberdar değil. Katılım için bir gayret göstermek gerekiyor ve bu sadece belediyelerin iradesine bırakılamaz. Aslında kanunda katılımı kolaylaştıran hükümler var, ancak bunlar uygulanamıyor çünkü talep yok.

Konuyla ilgili hazırlanan yeni yönetmelikler ise katılımı zorlaştırıyor, yani yasalara da aykırı. Ancak, Şehir Plancıları Odası bu duruma bir tepki göstermedi. Pek çok karar hakkında yürütmeyi durdurma davası açıp başarılı da oluyorlar, ancak bu yeni yönetmeliklerle ilgili henüz bir girişimde bulunmadılar. Türkiye’de, gerek Anayasa’nın gerekse de diğer yönetmeliklerin hazırlanmasında “Yasaları değiştirirsek iş düzelir” şeklinde bir anlayış hakim. Ancak bazen, oyunun kuralları asıl ilkelerden önemli olabiliyor. Örneğin, demokratik düzen içinde yer alacak siyasi partileri düzenleyen yasayı değiştirmediğiniz sürece, demokratikleşmek de mümkün olmaz. Milletvekilleri ve belediye başkanları parti genel başkanının emriyle göreve geldiği sürece halkın katıılımı ve demokratik süreç gibi kavramlardan bahsedemeyiz. Tek adam yönetimi yapılıyor demektir. Hem iktidar, hem de muhalefet için aynı şey geçerli. Tek adama bağlı sistemin nasıl işlediğini yapılan seçimlerde gördük. Bu nedenle, öncelikli olarak demokratikleştirilmesi gereken kanun, siyasi partiler yasası. Bu gerçekleştirilmeden diğer süreçleri demokratikleştirmeye çalışmak da başarılı olmuyor tabii. Örneğin, seçim kanunu değiştirilmediği için mecliste aykırı görüşler temsil edilemiyor. Bu da, bir yığın sorun doğuruyor. Oyunun kuralları derken kastettiğim şey, yasaların uygulanmasını sağlayacak mekanizmaların iyi oturtulması gerektiği. Sorunların çözümü burdan geçiyor.

Burada da en büyük görevin, barolar ile mimar, mühendis, tabip, esnaf ve benzeri odalar gibi örgütlü meslek kuruluşlarına düştüğünü düşünüyorum. Ciddi bir katılım sistemi uygulanmadığı için patronaj sistemi aktif hale geliyor. Aykırı görüşler ortaya çıktığı zaman, belediye başkanlığı veya bürokrasi, bu görüşlerin bir kısmını “satın alarak” yok ediyor. Demokratik ortamda tartışma mekanizmaları çalıştırılmıyor. Tartışılmadığı için de, hiçbir şeyden haberdar olamıyoruz. Bunun bir yığın sonucu var, ancak en önemlisi, kamuya olan güvenin müthiş biçimde zedeleniyor olması. Kamuya inanamaz hale geliyorsunuz.

Bildiğiniz gibi, Dünya Su Forumu İstanbul’da yapılacak. Etkinliğin deneme çalışmaları yapılıyor. Geçtiğimiz günlerde bu çalışmalar kapsamındaki bir oturuma başkanlık ettim. Tüm yetkililer, Türkiye’deki musluk sularının içilebilir olduğunu, içmek için şişe suyu satın almak gerekmediğini söylüyor. Bunu söyleyen yetkiliye, “Peki siz ve aileniz evde içiyor musunuz?” diye sorduğumda içtiğini söyledi, ancak katılımcıların birçoğu buna gülümseyerek tepki verdi ve inanmadı. Bu durumun da asıl nedeni, kamuya olan güvensizlik. Kamuda tüm yapılanları saklama çabası hakim, süreçler açık değil. Katılımcı yöntemler uygulansa, bu durum değişecek. Örneğin İSKİ, İstanbul’da yaklaşık 450 noktadan su numunesi alıp analiz yaptırıyormuş. Şebeke suyunun çok temiz olduğu şeklinde açıklamalar yapıyorlar, ancak buna rağmen şişe suyu -çok da temiz olmadığı halde- satılıyor ve hepimiz onu içiyoruz. İçme suyunun pet şişelere doldurularak satılması, Dünya Bankası tarafından bile, dünyadaki en adaletsiz özelleştirme olarak tanımlanıyor. Hiçbir liberal ekonomi, bunu savunmuyor. Tüm gelişmiş Batı ülkelerinde, çeşme suyunun içildiğini görürsünüz. Varlıklı kesim, lüks bir harcama olarak Perrier içebilir, ancak asıl içme suyu, çeşme suyudur.

Sorunlardan biri de, yönetişimin yönetim grupları tarafından bir işletme tekniği gibi algılanmaya başlaması. Üç – beş kişi çağırılıp görüş alınıyor, “görüş alındı” izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Birkaç rapor yayınlanıyor, saydamlığa ulaşıldığı iddia ediliyor. Burada, yaptığımız bir çalışmadan örnek vermek istiyorum. Büyükşehir belediyelerinin web sitelerine baktığımız zaman, bütçelerini, gelir ve giderlerini yayınlamadıklarını görüyoruz. Hangi alanlarda kimleri çalıştırdıklarını bilmiyoruz. İhale ilanlarını yayınlıyorlar, gidişatını ve sonucunu yayınlamıyorlar. Kaç kişi katıldı, ihale kime neden verildi, bilmiyoruz.

Türkiye’deki belediyelerin 600 – 700 civarında şirketi var, hiçbirinin bütçesi, çalışanları, gelirleri, giderleri açıklanmıyor. Sistem tam olarak oturmadı. Nitekim, Avrupa Birliği’nin (AB) yıllık ilerleme raporunda da dört yıldır aynı şey yazıyor. Yasalar değiştirildi, evet, ancak katılım, saydamlık ve hesap verebilirlik henüz sağlanamadı.

BK: Tüm bu sorunları bir yana bırakırsak, bir belediye başkanının nitelikleri neler olmalıdır sizce? Yahut böyle bir kriterler dizisi var mı?

FT: Bence hiçbir kriteri yok. Savunduğu fikirler veya geldiği siyasi parti, bir belediye başkanı için kriter değildir. O, onu uygun görmüştür. Bir belediye başkanının mutlaka yüksek tahsilli, mühendis, mimar, sosyolog gibi mesleklere mensup olması gerektiği düşünülemez. Bu, yanlış olur. Belediye başkanının kişisel özelliklerinden çok, gerçekten demokratik bir bakış açısına sahip olup olmadığı önemlidir. Geçmişe baktığımızda da, başarılı olan başkanların otoriter değil, demokratik yaklaşıma sahip olduklarını görüyoruz. Otoriter olanların, zarar verdiğini görüyoruz. Bence merak edilmesi gereken en önemli nokta, gerek özel yaşamında, gerekse de kamusal alanda demokrasiyi yeterince içine sindirip sindirmediğidir. Türkiye’de, belediye başkanlarının mimar, şehir plancısı, üniversite mezunu gibi unvanlara sahip olup olmaması gerektiği tartışılıyor. Ancak Batı’da belediye yönetimine isteyen herkes katılıp fikrini belirtebiliyor, yönetim de halkın isteklerine göre hareket ediyor. Esas olan, demokratik mekanizmaların çalışıp çalışmadığı.

Belediyenin başarısında, kişinin bilgisi ve kültürü elbette etkili olabilir. Ancak bazen, tam tersi de olabilir. Bir alanda fazla bilgili olan bir başkan, belediyeyi de o noktaya doğru çekecektir. Bu da yanlış olur, çünkü şehir tek bir konunun ön planda olmadığı, çok canlı bir organizma. Her şeyin birlikte yürüyebilmesi önemli.

Bence, bir belediye başkanının okur – yazar olması dışında bir şey beklenmemeli. Sadece okur – yazar olan, çok başarılı belediye başkanları gördüm. Fakat bizim gibi demokratik işleyişlerin yetersiz olduğu yerlerde, kişisel özellikler ön plana çıkıyor. Demokrasi yeterince işlese, hiç kimse nitelikler konusunda konuşmayacak. Zaten bu, çok elitist bir yaklaşım ve doğru değil.

BK: Seçilen belediye yönetimleri, 5 yıllık bir süre boyunca görevde kalıyor. Sizce bu süre, kalkınmayı sağlayacak sürdürülebilir projeler gerçekleştirilebilmesi için yeterli mi?

FT: Bence yeterli, hatta fazla bile. Belki 4 yıl olsa daha iyi olacak, çünkü eskiden 4 yıldı sonradan 5’e yükseltildi. Sürdürülebilirlik elbette önemli, ancak sadece bunu gerekçe olarak sunmak, başka gerekçeleri ortadan kaldırıyor.
Türkiye, özellikle de büyük metropoller oldukça değişkenler ve çok göç alıyorlar. Seçilen belediye meclisi 5 yıl görevde kalıyor, halbuki kentlerin niteliği çok hızlı değişiyor. Amerika’da, İngiltere’de ve demokrasinin daha gelişmiş olduğu birçok ülkede, başkan değilse bile belediye meclisi, halkın isteklerinin daha çok dikkate alınabilmesi ve daha demokratik bir yönetim sürecinin işlemesi için 2 – 3 yılda bir yenileniyor. Böylece, verilen yanlış kararlardan da dönmek mümkün oluyor. Amerika’da belli büyüklükteki bir seçmen topluluğu, seçim kuruluna başvurarak, önceki başkanı geri de çağırabiliyor. İşin aslı, demokrasi teorisinde yatıyor. Zaten halka en yakın birim olan yerel yönetimin var olmasının en önemli kaynağı da demokrasi. Bu nedenle, görev süresinin uzunluğu ile sürdürülebilirliği ilişkilendirmemek gerekiyor. Her ne kadar uzmanlar bu ilişkiyi kursa da, çok geçerli bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum.

Örneğin İngiltere, Türkiye gibi değişken bir toplum olmamasına rağmen, yönetim 6 yıl görevde kalır, ancak meclisin üçte biri yapılan seçimlerle 2 yılda bir yenilenir. Amerikan senatosu da aynı şekilde. Türkiye’de olduğu gibi işin verimliliği ve maksimizasyonuna değil, öncelikli olarak demokrasinin verimliliği ve sürekliliğine bakılması gerekiyor. Bu nedenle, 5 yıl bence uzun bir süre.

BK: 5 yıl sonunda “Eyvah projeler yarım kaldı, yeni ekip bunları sürdürebilecek mi” endişesi başlıyor…

FT: İşte bunlar hep, demokrasinin yerine oturmamış olmasından kaynaklanıyor. Sürmekte olan proje doğruysa, yeni ekip de onu devam ettirecektir. Ayrıca, belediye kanunlarında, özellikle seçim öncesinde kamu mallarının bazı kişilere peşkeş çekilmesini engellemek amacıyla, seçimlere kısa bir süre kala 5 yıllık sözleşmeler yapılamayacağına dair maddeler de bulunuyor.

Amacımızın, işlerdeki sürekliliği sağlamaktan önce, demokrasinin işlerliğini sağlamak olması gerekiyor. Çünkü demokrasi işlerse, her şey yoluna girer zaten. Tabii demokrasi, sadece seçimden de ibaret değil, tüm sistemlerin doğru çalışması gerekiyor. Yoksa Amerika’da kapitalizmin rahat gelişebilmesi için hiç seçim yapılmazdı.

Şunu da unutmamak gerekir ki, kapitalizm, tek başına değil, demokrasiyle var olur. Kapitalizmin itici gücü, sadece kâr marjının yüksek tutulması ve sermaye değil, aynı zamanda halkın isteklerinin yansıdığı seçim mekanizmasıdır.

BK: Avrupa’da bölgeler arasındaki eşitsizlikleri gidermek amacıyla Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulduğunu biliyoruz. Türkiye’de bu konuda çeşitli girişimler oldu ama henüz bir sonuca ulaşılamadı sanıyorum.

FT: Aslında şu anda çalışmalar devam ediyor. Bir de şu açıdan bakmak gerek, Bölgesel Kalkınma Ajansları birer araç. Türkiye’de de, bölgesel kalkınma konusunda çalışmalar olmadığı söylenemez. Bizdeki, “işlevsel” bir bölgesel kalkınmaydı. Yine tam bir desantralizasyon yapılamadı. Hizmetlerin büyük bir kısmını devlet sağlayacaktı, bu nedenle büyük hizmetler bölge bazında örgütlendi. Devlet Su İşleri ve Devlet Karayolları Bölge Müdürlüklerini kuruldu. Bölge kalkınmasının bu bölgesel örgütler tarafından yapıldığı başarılı örnekler de var.

Avrupa’daki bölgesel kalkınma politikası, aslında ille de bizde algılandığı gibi bir model barındırmak zorunda da değil aslında. Bölge Kalkınma Ajansları, bölgeler arası eşitsizliği gidermek ve ihtiyacı olan bölgeye bu yolla daha çok para aktarabilmek için adeta pozitif ayrımcılık yaratıp, bu ayrımcılığı kullanarak işliyor. AB’nin bunu yapmaktaki amacı, fonları milli hükümetlere ayırmaktan çok bölgelere ayırmak ve dolayısıyla hükümetlerin parayı kendi amaçları için kullanmasını engellemek.

AB’nin temel kurallarından birisi de, Maastricht’te imzalanan subsidiarity* ilkesidir. Bölgesel Kalkınma Ajansları da, AB’nin, merkezi Brüksel’de bulunan büyük bir bürokratik oluşum ortaya koymasına yöneltilen ve bu şekilde Avrupa’daki birçok farklı bölgenin homojenliğinin sağlanamayacağını içeren eleştirilere karşılık oluşturuldu.

Türkiye’de 2 tane Bölgesel Kalkınma Ajansı vardı, şimdi 5 tane daha kuruldu. Bu ajanslar, biraz önce de dediğim gibi, Ankara’dan çok iyi algılanamayan bölgesel ihtiyaçları yerinden saptamaya, pozitif ayrımcılık yapılabilmesine yönelik birer araç. Yeni kurulan ajanslarda daha demokratik bir oluşum hedeflendi. Buna yönelik olarak, ajanslar bünyesinde belediye, ticaret ve sanayi odaları ve valinin başkanlığında il özel idaresini ve bulunduğu bölgenin özelliklerine göre sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini barındırıyor ve ortaya karma bir yapı çıkıyor. Kaynak aktarımına da başlandı, ancak bu kaynakların çok da büyük olduğunu söylemek mümkün değil. Açıkçası, bu ajansların kurulmasındaki asıl amaç, gelmesi halinde AB
kaynaklarını daha kolay kullanabilmekti.

Bölgelerin kalkınması ille de Bölgesel Kalkınma Ajansları ile sağlanabilir gibi bir düşünce de savunulamaz elbette. Ülke içindeki kaynakların verimli dağıtılmasını ve kullanılmasını kolaylaştıran oluşumlar bunlar. Fakat yeterli kaynak ayrılamazsa pek bir işe yarayacağını sanmıyorum. Ayrıca, bu sisteme alışık olmamamızın getireceği birçok sorun da çıkacaktır. Milli kaynaklar söz konusu olduğunda, gelir dağılımının adaletsizliği de karşımıza çıkıyor, her zaman olduğu gibi merkezi yönetim aslan payını alacak, yerel yönetimlere oldukça az bir pay düşecektir. Sonuç olarak, bölgesel ajansların çok büyük başarılara imza atacağını düşünmek biraz abartmak olur. Ancak yine de, demokrasinin genişlemesi açısından olumlu bir hareket olduğunu düşünüyorum.

BK: Kentsel dönüşüm proje süreçlerinde yaşanan “halkı dahil etme” ve “ikna etme” sorunlarının yönetişim kavramı bağlamında nasıl çözülebileceğini düşünüyorsunuz?

FT: Kentsel dönüşüm, gerçek anlamıyla düşünüldüğünde, zaten halkı ikna etmeden yapılamaz. Halk dahil değilse bu, istimlak olur ki, devletin de zaten istediği zaman istediği yeri yıkma yetkisi var.

Ancak bazı uygulamalar, kentsel dönüşüm olarak nitelendirilse de bu kavramı tanımlayan özellikleri pek de taşımıyor. Örneğin Ankara’da Protokol Yolu boyunca sıralanan gecekondular yıkıldı, gerekçesi ise gerçekten çok utandırıcıydı: “Bunlar konuklara güzel görünmüyor” dendi. Halbuki, görüntüsünden önce, oradaki insanların rahat ve mutlu yaşayıp yaşayamadıklarına bakılmalıydı. Kaldı ki, Türkiye’de kentsel dönüşüm için öne sürülebilecek tek gerekçe, deprem riskinin azaltılması olabilir. Bunun dışında kalan hiçbir sebep rasyonel değildir. Toplumun gelir seviyesi yüksek olsa, insanlar zaten o evlerde oturmaz. Batı’da gördüğümüz kent merkezlerindeki çöküntü alanları da gelir seviyesi yükselen insanların daha iyi koşullara sahip başka yerlere gitmesi sonucunda oluşmuştur. Ancak bizdeki, yanlış bir uygulamaydı. Yıkılan binalar da söylendiği gibi kötü veya çirkin değildi. Vatandaşlar, tek katlı evlerinin çevresini son derece kayalık bir arazi olmasına rağmen düzenledi, o toprakta ağaç yetiştirdi, hiçbir teşvik olmadan kendi çabalarıyla mucizeler yarattı. Fakat kötü görünüyor diye evleri ellerinden alındı ve alana TOKİ tarafından devasa binalar dikildi. Bu, kentsel dönüşüm değil. Vatandaşın ranttan alacağı pay da yapılan binalardan verilecek bir daireyle sınırlı olamaz. Çünkü yaşam da sadece konuttan ibaret değil, komşuluk ilişkileri, insanın evinin önündeki ağaca olan sevgisi, o dünyayı yaratırken gösterdiği zahmet, bütün bunları yok sayarak insanları evlerinden atmak kentsel dönüşüm olarak adlandırılamaz.

İstanbul açısından baktığımızda ise, kentsel dönüşümü ikiye ayırmak gerekiyor.Deprem riskini azaltmaya yönelik yapılan çalışmalar ve diğerleri. Deprem riski, hiç tartışmasız mutlaka üzerinde durulması gereken bir konu ve bu yönde bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu dönüşüm yapılırken de, bir demokrasi fetişizmiyle yaklaşmamak ve bir denge kurmak gerekiyor. İnsanların tamamı “Biz burada mutluyuz” dese bile, deprem riskini azaltmak için çalışmalar mutlaka yapılmalı. Bu süreci iyi izlemeli ve sonucunda ders çıkarabilmeliyiz. Kaynaklarımız az olduğu için de, bunları doğru şekilde kullanmak durumundayız. Bu bağlamda, bir yerlerden başlanması gerekiyordu ve Zeytinburnu’ndan başlandı. Bölgenin tamamı yıkılmıyor, bir kısmı dönüştürülüyor, bu da doğru bir karar çünkü çok büyük projeler hayata geçirilemeyebiliyor, üstelik içinde bulunduğumuz iktisadi krizde bu ne kadar mümkün olabilir bilemiyorum.

BK: Tarlabaşı için de bir proje hazırlanıyor…

FT: Evet, o kentsel dönüşümden çok bir “soylulaştırma” olarak tanımlanabilir. Projenin asıl amacı, orada yaşayan insanları evlerinden atıp, kentin daha iyi görünmesini sağlamak. Bu değişim, bir proje uygulanmasa da zamanla oluşabilecek bir şey, ancak kendiliğinden oluştuğunda insanlar zor durumda kalmayacağı için sorun olmaz. Fakat sermayenin insanları yerinde çıkarmaya kalkması tehlikeli olabilir. Halkın rızasını almak için bazı çalışmalar yapıyorlar, fakat Türkiye’de rantlar o kadar yüksek ki insani yaklaşımlar pek söz konusu olmuyor.

Bölgeleri, “çok bilen” belediye başkanlarından da kurtarmak lazım. Örneğin Bedrettin Dalan’ın başkanlığı zamanında, Tarlabaşı Caddesi açılırken 100 – 150 yıllık geçmişi olan 2000’in üstünde bina yıkıldı. Halbuki, şimdi duruyor olsalardı Beyoğlu için çok önemli varlıklar olacaklardı, şehrin kültür ve sanat mekanları biraz daha geliştirilebilecekti. Maalesef olmadı.

BK: Son zamanlarda yapılan alışveriş merkezi yatırımlarını ve TOKİ’nin faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

FT: Alışveriş merkezlerinin akılsızca bir yatırım olduğu nihayet anlaşılıyor. Şehir Planlama Bölümü’nde ders verdiğim zamanlarda, öğrencilere hep aynı şeyi sorardım: Dünyanın çok değiştiğinin, teknolojinin yaşama ne kadar girdiğinin farkında mısınız? Bu kadar alışveriş merkezi yatırımı yapmak, internetin hayatımızda böyle büyük yer edindiği bir çağda acaba doğru mu? Hollanda’da, memurların çoğu ofise gitmiyor, evden çalışıyor. Lahey’de bir devlet kurumuna, örneğin Maliye Bakanlığı’na giriyorsunuz, binanın yarısının boş olduğunu görüyorsunuz. Çünkü yaptıkları işler, uzaktan da halledilebilir. İnternet kullanımının bu düzeye ulaştığı dünyada, inşa edilen o dev ofis binalarının ve gökdelenlerin bir süre sonra işlevsiz hale geleceğini nasıl düşünemiyorlar, bilemiyorum. Üniversitelerimizin dahi bu durumun farkında olduğunu pek sanmıyorum. Yapılan bu yatırımların birçoğu, yakında boşa gidecek. Nitekim, yatırımcıların çoğu, artık komplekslerin işlevi nasıl dönüştürülebilir diye düşünüyor, çünkü artık kâr getirmiyorlar. İnternet üzerinden yapılan alışveriş de gittikçe artıyor. Bu, bir kaynak israfıdır ve bu kadar büyük sermayelerin yöneticilerinin bunu nasıl öngöremediğini hayretle karşılıyorum doğrusu.

Alışveriş merkezleri, zaten halkımız tarafından çok sıcak veya soğuk havalarda rahatça gezinti yapabilmek amacıyla, park gibi kullanılıyor. Belki birer eğlence merkezine dönüştürülebilirler. Bu durum yeşil alana duyulan ihtiyacı da azaltmış olabilir, böyle de bakmak mümkün tabii. (Gülüyor) Çok iyi bir uygulama da, geçtiğimiz yıl uygulanmaya başlanan sigara yasağı oldu. Alışveriş merkezlerinin işleri oldukça bozuldu.

Konut meselesine geldiğimizde ise, 50’li yıllardan itibaren kıyılarda inşa edilmesine hiçbir kısıtlama getirilmeyen yazlık (ikinci) konut uygulamalarının kıyıları mahvettiğini söyleyebilirim. Bu ikinci konutlar da şimdi, alışveriş merkezleri gibi son derece verimsiz biçimde yerlerinde duruyorlar. Konut stoğunun dikkate alınmaması, gelecekte TOKİ yatırımlarının da bu duruma gelmesiyle sonuçlanabilir.

TOKİ’nin inşa ettiği konutlar, beraberinde yeni bir yaşam tarzı getiriyor. Şu anda yeni olduğu için bir sorunu yokmuş gibi görünen bu dev sitelerde zamanla problemler çıkacağını düşünüyorum. Ancak konut ihtiyacının yoğunluğu düşünüldüğünde, şimdilik başka bir çare de görünmüyor. En azından TOKİ’nin, asgari şehircilik kurallarına uyduğunu ve farklı işleve sahip alanları birbirinden ayırdığını söylemek mümkün. Bu, benim uzmanlık alanım değil ama en azından böyle gözüküyor ve ben TOKİ’nin özel sektör geliştiricilerinden daha doğru hareket ettiğini düşünüyorum açıkçası. Şehircilik açısından değilse de, toplumsal açıdan çok da eleştirilecek bir yönü olduğunu düşünmüyorum.

Tabii farklı bir açıdan baktığımızda, TOKİ’nin yerel yönetime müdahalede bulunduğunu söylemek de mümkün. Konut alanlarını belediyeyle iletişim kurmadan kendileri planlıyorlar. Sonunda tüm sıkıntısını yine belediyelerin çekeceği bu yaklaşım, doğru değil.

BK: Ekonomik krizi, sosyal yapıdaki yansımalarına bakıldığında nasıl değerlendiriyorsunuz?

FT: Krizi, iyi ve kötü etkilerini ele alarak iki farklı açıdan incelemek gerekiyor. Kriz sayesinde, tüm dünyada çevreye verilen zararda bir duraklama oldu, ki bu krizin iyi etkilerinden biri. Emisyon azaldı. Çılgın ve aç gözlü kapitalizm durmak zorunda kaldı.

Krizin ikinci bir yararı ise, bence Sanayi Devrimi gibi bir yenilik getirecek olması. Amerika’da ortaya çıkan “sermaye yönetiminin denetlenememesi” durumu, daha belirginleşti ve yayıldı. Bu amaçla kurulmuş düzenleyici kurumlar işe yaramamaya başladı. Çünkü açıklık, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine bu kurumlar da dikkat etmedi.

Tüm dünyada, “krize çare bulmak” adı altında yeni bir düzen doğacağına inanıyorum. Sosyalizmin kötü olduğunu ve piyasa ekonomisinin her şeyi çözeceğini savunan görüş çöktü. Bu, yeniden sosyalizme dönüş anlamına gelir mi bilemem ama, sermayenin denetlendiği ve var olandan daha demokratik bir düzen ortaya çıkaracağı kesin. Bu gidiş, dünya çapında çevresel olanakların daha iyi kullanılması ve sermayenin denetlenmesi konularında aranan çözümleri de hızlandıracaktır. Bu konular üzerine daha çok kafa yorulmaya başlandı, çünkü içlerinde zenginlerin de bulunduğu çok büyük kitleler bu krizden zarar görüyor. Bu nedenle krizin, dünya çapında yeni bir sistemin doğuşuna yardım edeceğini düşünüyorum.

Türkiye’de ise, bu krizi demokrasiyi yaşatarak atlatabilirsek başarılı oluruz. Amerika’da alınan önlemler işe yaramazsa, Türkiye’deki işsiz sayısı çok daha artacak. Türkiye, çok fazla kentleşti. Bu durumun ciddiyeti, nüfus sayımından da anlaşılıyor. Kırsal kesimin, artık nüfusun sadece %12 kadarını oluşturduğunu biliyoruz. Geçmişte durum böyle değilken, işsizlik sorunu olsa dahi, köylü yaşam biçimi henüz devam ettiği için bu kadar olumsuzluk yaşanmıyordu. Ancak kentlerde nüfus böylesine yoğunken bu olumsuzluğa bir de işsizliğin eklenmesi, tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Artık işsiz kalan insanın yiyecek – içecek ihtiyacı köyünden gelmiyor, çünkü artık köylerde de bir şey üretilmiyor. Daha eğitimli insanların işsiz kalması, toplumda çok büyük huzursuzluğa neden olacaktır. Eğitim seviyesi yüksek olan insanlar, küçük şeylerle yetinmeyecektir. Bu, ciddi sosyal sorunları beraberinde getirebilir. Kriz bu şekilde devam ederse, büyük ayaklanmalar çıkabilir ve demokrasi bununla başa çıkamaz. Bunun sonucunda da oluşabilecek en büyük tehlike, faşist bir müdahale yapılmasıdır.

Bu dönemi atlatabilmek, Türkiye için bir başarı olacaktır. Bu nedenle, AKP’nin seçim politikalarını yanlış bulmak ve eleştirmekle beraber, sosyal yardım politikasını krizi biraz olsun yavaşlatması açısından doğru buluyorum. Evet, AKP bunu patronaj sistemi ve sadaka geleneği ile çözüyor, ama bir şekilde çözüyor. Bu nedenle kriz, belki de hissedilmesi gerektiği kadar hissedilmedi. Yine de bu yardım sistemi, elbette doğru bir sistem değil, değiştirilmesi gerekiyor. Tabii bu farklı bir konu, sosyal bir politikayla, toplumda fikir birliği yaratılarak çözülebilir.

Eklemek istediğim son nokta, Obama’nın sunduğu 800 milyar Dolar’lık pakete getirilen en büyük eleştiri, Cumhuriyetçiler’in ona oy vermemiş olması. Obama’nın zaferini gerçek bir zafer olarak görmüyorlar, çünkü kıl payıyla kazandı ve tüm toplumun rızasıyla başkan olmadı. Bu sebeplerle, ekonomik programın da başarılı olmayabileceği yorumu yapılıyor. Görüyoruz ki, Amerika’da bile demokrasi oy çokluğundan çok, tam bir mutabakat ortamı gerektiriyor. Bu mutabakat olmadan da bu kriz atlatılamaz.

Ancak Türkiye çok küçük bir ülke olmadığı için kriz bizim bir şans anlamına da gelebilir. Kendi iç pazarımızla bu sorunu aşabileceğimizi düşünüyorum. Zaten şimdilik, krizin etkilerini Batı’nın hissettiği kadar hissetmiş değiliz.

BK: Yaptığınız etüdlerde karşılaştığınız, yerel yönetim ve halkın katılımı gibi konularda dikkatinizi çeken sonuçları bizimle paylaşabilir misiniz?

FT: Benim hem kitabımda yer verdiğim, hem de çok kullandığım bir örnek var. Muhtarlıklarla ilgili bir proje yürütmeye çalışıyoruz.

Mahalle muhtarlığı sistemi, yaklaşık 200 yıldır Türkiye’nin en özgün kurumlarından biri. Batı’dan almadığımız, kendimizin yarattığı bu sistemin çok da başarılı çalıştığını düşünüyorum. Yeni yerel yönetim kanunuyla, mahalle ve dolayısıyla da mahalle muhtarlığı, belediyenin bir birimi haline geldi. Böylece, belediyenin mahalle için alacağı kararlarda muhtarlığın görüşünü alması gerekliliği oluştu ve muhtarlık, toplumsal açıdan biraz daha önem kazandı.

Sivas’ta Muhtarlar Derneği Başkanı ile konuşurken, bu yeni yasanın onlar için ne anlama geldiğini sordum. Bana bir hikaye anlattı. Özellikle, değişimin hızlandığını anlatması açısından önem taşıyor bu olay. Bir mahallede, sokak lambaları yanmıyormuş, vatandaş da görevi olmadığı halde ilgilenmesi için muhtara bu konuda şikayette bulunmuş. Muhtar da, bölgenin elektrik idaresine telefon edip durumu anlatmış. Fakat telefondaki memur, “Sana ne?” dedikten sonra telefonu muhtarın yüzüne kapatmış. Bunun üzerine mahalle muhtarı da, durumu Muhtarlar Derneği Başkanı’na aktarıyor. Birkaç gün önce vali tarafından çağırılan ve yeni kanuna göre muhtarlık kurumunun artan önemi ve verilen yeni haklar hakkında bilgi verilen başkan da haliyle şaşırıyor. Bunun üzerine muhtarlar toplanıp, Elektrik İdaresi’nin bölge müdürlüğüne gidiyorlar. Olayı dinleyen bölge müdürü, “Telefondaki memur haklı, siz bu işlere karışmayın” cevabını vermiş. Bu noktadan sonra, muhtarlar haklarını arayacak, olay basına yansıyacak. Bu arayış da, demokratik mekanizmaların pek çok alanda çalışmaya başladığını gösteriyor.

Türkiye’de, Bilgi Edinme Hakkı ile ilgili kanun çıktığından beri, yapılan başvuruların sayısında çok hızlı bir artış olduğunu görüyoruz. Vatandaşın artık bir şeyler sormaya başlaması, çok sevindirici bir gelişme. Artık kamu yönetimi, çelik kasaların arkasına saklanamayacak.

BK: Gerçi sorulan sorulara genelde çok yuvarlak cevaplar veriliyor ama…

FT: Olsun. Cevap vermeye başlanmış olması bile çok önemli. Şimdi “devlet sırrı”, “ticari sır” gibi kavramlar hakkında da düzenlemeler yapılıyor, bu konuyla ilgili kanun tasarısı hazırlanıyor. Belki bu düzenleme de çok işe yaramayacak, ama yine de bir adımdır.

Kötümser olmak için hiç neden yok. Bence Türkiye, demokratikleşme konusunda ivme kazandı. 2020’lerde çok değişik bir Türkiye ile karşılaşacağımıza eminim ve bu konuda hiçbir endişem yok.

BK: İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı (AKB) kurulmuş olmasına rağmen, yapılan çalışmaların yeterince ön plana çıkmadığından söz ettiniz. Bu çalışmalardan biraz bahsedebilir misiniz?

FT: Çalışmaları anlatmak çok fazla vaktimizi alır, fakat benim asıl önemli bulduğum şey, modelin kendisi. Yönetişim modeli olarak, sadece yöneten ve yönetilenleri değil; merkezi yönetimi, sivil toplum örgütlerini ve özel sektörü bir araya getirdiği için önemli. Ama bunun dışında çok önemli bir nokta daha var: Kültür insanlarının, bu mekanizma içinde diğer kesimlerle bir araya gelmesi. Kültür ve sanat, bu yolla ön plana çıkmış oluyor. Bu, çok önemli.

İkinci çok önemli nokta ise, Atatürk döneminden sonra Türkiye’de ilk defa kültür ve sanata bu kadar büyük bir meblağ ayrılıyor. İktidardaki hükümetin yaptığı iyi şeylerden biri, bunu da açıkça söylemek gerekiyor. Bu kapsamda gerçekleştirilen projelerden çok, vergi sisteminde yapılan değişiklikle kültür ve sanata pay ayrılması, kültür ve sanatın bir yaşam zenginliği olarak toplumun içine kabul edilmeye başlandığını ve kamunun buna önem verdiğini göstermesi açısından daha önemli. Bu değerli mekanizmanın daha çok üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum.

* Subsidiarity: Projelerin en küçük, en aşağıdaki veya en az merkezileşmiş otorite tarafından kontrol edilmesini benimseyen organizasyon prensibi. AB tarafından, 1 Kasım 1993’te yürürlüğe kondu. (Kaynak: Wikipedia)

Etiketler

Bir yanıt yazın