Günümüzün Yıldız Mimarları Hasta, Otistik ve Eğitimsiz Çocuklar

Kitlelerin kullanımına açık, önemli gar, havaalanı ve stadyum gibi yapılarla dünya kentlerinin kimliğinde imzası olan ve dünya çapındaki yarışmalarda 200 birincilik ödülüne sahip gmp Architekten ortağı Volkwin Marg, ArkiPARC 2008'in konuğu oldu.

Mimarla, projeleri, tasarım süreçlerine yaklaşımı ve güncel gelişmelere dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Özlem Altınkaya: Kendi işinize çok erken bir yaşta, sanırım Berlin Tegel Havaalanı gibi büyük ölçekli yapılarla başladınız değil mi?

Volkwin Marg: Ben ve ortağım Meinhard von Gerkan üniversiteden arkadaştık. Ailemizin bizim masraflarımızı karşılayacak parası yoktu, o yüzden hemen kendi paramızı kazanmamız gerekiyordu. İlk önce kendi adımız geçmeden başka mimarlar için tasarımlar yapmaya başladık. Bu da bize henüz öğrenciyken oldukça tecrübe kazandırdı. Ayrıca okulu bitirdiğimizde yarışmalar konusunda da son derece tecrübeliydik.

ÖA: Ve bir yarışma kazandınız.

VM: Evet, mezun olur olmaz yarışmalara girmeye başladık ve oldukça başarılı olduk. Bir sene içinde 7 yarışmada birincilik ödülü aldık, bunlardan bir tanesi de havaalanı yarışmasıydı. Bu işi alabildiğimiz için oldukça şanslıydık ama biraz hileli oldu tabii… İşi alabilmek için bir sürü çalışana sahip olduğumuz izlenimini vermek zorundaydık, bu yüzden bütün arkadaşlarımız büromuza gelip çalışanlarımız gibi davrandılar ve işi aldık. Elimizdeki diğer işler için bizi öğrencisi olduğumuz zamanlardan tanıyan bir mimar ile çalıştık, böylece hiçbir zaman bir ofis çalışanı olmadık. Üniversiteyi bitirdik, kendi küçük ofisimizi kiraladık ve işe başladık. Yaşça bizden büyük olan bu mimardan inşa etmeyi öğrendik.

ÖA: Evet, yapıyı detaylandırmayı öğrenmek çok önemli bir nokta…

VM: Tasarım yapmayı öğrenmek kuramsal ve estetik bir durum, ancak inşa etmek ve inşa edilebilir detaylar ve yapılar tasarlamak oldukça tecrübe istiyor. Bu nedenle ilk iki yılımızda ortaklık kurduğumuz bu mimardan bir tür “hızlandırılmış kurs” gördük. Kendi işimize bu sayede büyük ölçekli bir proje ile başlayabildik ve işimizi çok kısa sürede büyüttük.

Alacağımız bir sonraki işin ne olacağını asla kestiremiyorduk, çünkü ancak katıldığımız yarışmalar sayesinde iş alabiliyorduk. Bunun sonucu olarak asla bir bina tipolojisi üzerine yoğunlaşmadık. İlk işlerimiz arasında bir fen enstitüsü, bir yüzme havuzu, üniversite binası ve havaalanı var. Bu bizim, yarışma kazanmanın “neyin önemli olduğu ve neyin önemli olmadığını ayırt edebilmekle” ilgili olduğunu, bu tecrübenin de zaman içinde elde edilebileceğini farketmemizi sağladı. Daha sonra kent planlama, hastaneler, teknik binalar, müzeler ve dini yapılar ile ufkumuzu genişlettik. Bugün, tasarlamadığımız hiçbir bina türü kalmadığını söyleyebilirim.

Tasarım süreci için kırk yıldır aynı prosedürü uyguluyoruz. İlk olarak işe eskiz ile başlıyoruz ve arsayı -koşullarını anlayarak- son derece dikkatli bir şekilde inceliyoruz. Bu bize projeyi kuşatan çevre hakkında fikir veriyor. Daha sonra bir sanatçı hassasiyeti ile projenin programını öğrenmeye çalışıyoruz, son olarak en iyi çözüme eskiz ile ulaşıyoruz. Bu, kırk yıldır aynı şekilde yürüyor: Bir kurşun kalem ve bir kağıt kullanarak…

ÖA: Yani eskiz sizin için çok önemli bir araç…

VM: Klasik anlamıyla eskiz, bilgisayarın yardımına başvurmadan önceki en önemli adım. İlk bilgisayarımız bir ozalit makinasıydı, ilk başlarda çizimleri büyütmek ya da küçültmek son derece karmaşık bir işlemdi. Bugün bilgisayarlar gelişti ve ofisimizde bilgisayarı bizden yüz defa daha iyi kullanabilen 500 civarında çalışanımız var. Ancak önemli olan nokta şu ki, biz hala muhakeme etmemize yardımcı olarak en iyi çözüme ulaşmamızı sağlayan eskizde çok iyiyiz. Genç çalışanlarımız ise bilgisayar kullanma konusunda harikalar. Ancak bilgisayar bir araç ve aracın kendisi mükemmel bir marangoz yaratamaz. İyi bir marangoz olmak için en iyi yol klasik yolu öğrenmektir.

ÖA: Peki siz kendi öğrencilerinizi kurşun kalem kullanmak için zorluyor musunuz?

VM: İlk yıllarımızda hocalık yapmıyorduk, yarışma kazanmaya takmış durumdaydık. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya uzun bir yeniden inşa sürecinden geçti ve bu bizim birçok fırsat yakalamamızı sağladı. Daha sonra profesör olduğumuzda tabii ki öğrencilerimize tecrübelerimizi aktardık. Bizim esas tecrübemiz bir kurşun kalem ve kağıt ile işe başlayıp programı öğrenmek ve çözümü bulmakta yatar, sabit bir görüntü ile başlamakta değil. Bir tasarım problemini çözmek için iki farkı stratejiden bahsedebiliriz. Bu stratejilerden ilki tüm mühendislerin izlediği stratejidir: Formu onu bularak geliştirirsin, bir uçağı ya da bir köprü konstrüksiyonunu geliştirirmiş gibi bilimsel bir akıl yürütme ile…

ÖA: Burada forma ait bir tür berraklıktan bahsediyoruz değil mi?

VM: Evet yapının saflığı ve berraklığından…

ÖA: Peki bu saflık Le Corbusier’in kastettiği saflık mı?

VM: Hayır. Le Corbusier iyi bir inşaatçı değildi. Ben burada mühendislerin en iyi fonksiyonu bularak formu geliştirmesinden bahsediyorum. Mesela bir uçağı ele alın. Onda mimar ya da tasarımcının elinin değmediği mükemmel bir estetik görürsünüz, bu saf bir mühendislik tasarımıdır. Ama bu form ne saf olarak fonksiyona ne de saf olarak konstrüksiyona bağlıdır, formu yaratma süreci ikisi arasındaki ilişkisel diyalog sayesinde gerçekleşir ve mantıksal bir süreçtir. Bir de ikinci bir stratejiden bahsedebiliriz. Burada form bilimsel bir şekilde geliştirilmez, formun kurulması söz konusudur. Tıpkı Sinan’ın yaptığı gibi: Sinan Ayasofya’nın eski kubbesini gördü ve bu kubbenin bir anlamı vardı. Fatih Sultan Mehmet ve ordusu İstanbul’u ele geçirdikten sonra merkezi şemaya sahip dairesel kümbetler yerine “Bu kutsal yere ait olan kubbe artık bizim camilerimizin sembolü olacak” dediler. İşte bu, formu konstrüksiyon ya da fonksiyon ile değil “sembolik” anlamı ile belirleyen ikinci stratejidir.

Mimarlık, teknik ile sanatın sentezidir ve bu aynı zamanda mimarlığın problemidir. Teknik sayesinde formu mühendislerin belirlediği gibi belirleriz ve şununla yüzleşmeliyiz ki, bir yönümüz aslında tamamen mühendislik, diğer yönümüz ise sanatçıların da yaptığı gibi anlam ifade eden bir form bulmaktır. Bunların ikisini Ayasofya’da olduğu gibi aynı anda bir araya getirebilirsem harika. Bu durum mimarlığın hem çekici hem de tehlikeli yanıdır.

ÖA: Sizin de Çin’de bir takım inşaatlarınız olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, Dubai ve Çin’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Rem Koolhaas da ArkiPARC 2008 kapsamında yaptığı sunumda bu konuya değindi.

VM: Dünyanın her yerinde kentleşme süreci devam ediyor, sebebi ise yiyecek üretmek için artık çok daha az insana ihtiyaç olması. İnsanlar daha fazla para kazanmak ve sistemin içinde daha fazla yer almak için kırsal yerleşimleri terk ediyorlar. Cennete geldiklerini zannediyorlar ancak tabii ki kentler cennet olmaktan uzak. Kendilerine daha iyi bir gelecek bulabileceklerini düşündükleri için kentlere geliyorlar. Nüfus patlaması kabaca bu şekilde gerçekleşiyor. 19. ve 20. yy’larda da büyük göçler gerçekleşti. Bugün Çin’de ve benzeri yerlerde yaşananların daha önce de yaşandığını bilmemiz gerekir. İlk önce buhar makinesi, lokomotifler ve demiryolu taşımacılığındaki canlılık vardı, ikinci olarak buharlı gemiler geldi, günümüzde ise bilgisayar ve iletişim teknolojileri çağındayız. Bilgisayarlar ve iletişim teknolojileri sayesinde gerçekleşen yiyecek ve bilgi transferinin ucuzluğu ve hızı karşımıza global bir problem olarak çıkıyor. Uzaklık artık bir engel teşkil etmiyor, bu sayede kentler çok daha fazla göç alabiliyor ve büyüyorlar. Bu demektir ki günümüzde kent planlaması hesaplaşmamız gereken en büyük mesele. Afrika’ya, Lagos’a gidin, Güney Amerika’ya gidin ve favela1’ların başarısızlığını görün; Mexico City’ye gidin ve tamamen kontrolsüz büyüyen megapolisi görün. Calcuta ve Bombay’a gidin… Gecekondu bölgeleri insanlığın geldiği en düşük noktadır, ve en büyük mesele bu kentleşmeyi en insancıl şekilde organize edebilmektedir.

Günümüzün en büyük başarısızlıklarından biri mimarların bu sürece hakim olmaktan gittikçe uzaklaşmalarıdır. Bunun nedeni ise son derece basit: Kendilerini sadece tasarladıkları yapı veya artefakttan sorumlu sanatçılar olarak görmeleri… Günümüzün yıldız mimarları hasta, otistik ve eğitimsiz çocuklar. Yaratıcı ve zeki olabilirler ancak otistikler; çünkü yapabildikleri tek şey, tek başına duran, izole olmuş bir artefakt tasarlamak. Bundan dolayı -dergiler ne yazarsa yazsın- şu anda mimarlığın en düşük noktasındayız. Artık hiçbir yerde organize olmuş kent planlaması mevcut değil ve Koolhaas gibilerinin kentlerin tasarlanamaz ve kontrolden çıkmış olduğunu iddia etmeleri, dahası bunun üzerinden prim yapmaları durumu çok daha kötüye götürüyor. Bu tamamen ironik ve alaycı bir durum. Bunu söyledikleri için meslekleri ellerinden alınmalı çünkü bu aynı zamanda toplum için hiçbir sorumlulukları kalmadığı anlamına gelir ve onları çok çok daha tehlikeli bir hale sokar. Bugün Birleşik Arap Emirlikleri’nde çalışan birçok mimar her türlü kentleşme fikrinden son derece uzakta.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin yaptığı, yerine hiçbir şey koymadan doğadan çalmak, sürdürebilir olan hiçbir şey yapmamak ve sonuçta elimizde olan Miami ve Las Vegas’ın çok daha büyük ölçekli bir karışımı. Bu insanlığın daha önce hiç görmediği en uç noktada bir doğa tahribatı. Bugün Koolhaas insan ölçeğinden bahsederken ne konuştuğu hakkında hiçbir fikri yoktu aslında…

ÖA: Peki durum Çin’de farklı mı?

VM: Çin hala yarı diktatörlük ile yönetiliyor sayılır. Başta bir parti var ancak tam bir demokrasiden bahsedemeyiz ve kendi geleneklerinden gelen bir kentsel planlama anlayışları var.

ÖA: Sorularımızı cevaplamaya vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

1 Favela: Portekizce ve İspanyolca kökenli. Brezilya’daki gecekondu bölgelerini tanımlamak için kullanılır. (Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Favela)

2 Artefakt: İnsan eliyle yapılan şey

Etiketler

Bir yanıt yazın