“Ortağım Farshid Moussavi ve benim için bir düşünce biçimi olarak ‘yabancılık’ önemli bir söylemdi”

ARKIMEET konferansı için İstanbul'a gelen Alejandro Zaera-Polo ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Zeynep Alpay: FOA (Foreign Office Architects) olarak “yabancı olmak” projelerinizi açıklamada sık kullandığınız bir söylemdi fakat uzun bir süredir Londra’da yaşayan ve Londra için “2012 Olimpiyat Parkı” ve “BBC Music Center” gibi projelere imza atan bir ofis olarak, “yabancılığınızı” koruduğunuzu ve bu söylemin halen projelerinizin bir parçası olduğunu söyleyebilir misiniz?

Alejandro Zaera-Polo: Proje yapmaya ve yarışmalara katılmaya başladığımız dönemlerde, ortağım Farshid Moussavi ve benim için bir düşünce biçimi olarak “yabancılık” önemli bir söylemdi. Artık kaybolmaya başladığını söyleyebilirim. Belki “yabancı olmanın” yaratıcı düşünce biçimi olarak ana mimarlık akımlarının dışında durmak adına hala geçerli olduğunu düşünebiliriz fakat ofisimizin çalışma biçiminin bugün bile “yabancı” bakışı taşıması gerekmediğini biliyorum. Biz “yabancı olmanın” etkisini Yokohama Terminali projesini yaptığımız dönemlerde sıkça vurguladık ve o zaman çok farklı bir etki yarattı, çünkü müşteri bizim onları anlamadığımızı düşündü ve kendilerini açıklamaya çalıştı. Mimarla müşteri yer değiştirmiş gibiydi. Biz müşteriye projeyi açıklayacağımıza onlar kendi kültürlerini ve projelerini açıklama ve sorgulama sürecine girdiler. “Yabancılık” kavramının mimarlık kalitemizi nasıl etkilediğini ise söyleyemiyorum, belli ki bir şeylere etki etmiştir. Fakat tam bir açıklama getiremiyorum. Bu nedenle ben “kaplama”, “teselasyon” (yüzeyin belli bir etki verilmesi için yeniden yapılandırılması) ve “yüksek yapılar” gibi konular üzerinde konferanslar vermeye başladım. Çünkü bu konularda deneyler yapabiliyor, araştırmalarını sonuçlarını da projelere etkin bir biçimde yansıtabiliyorum.

ZA: Bu deneyselliği nasıl üretiyor ve projelerinize nasıl yansıtıyorsunuz?

AZP: Örnek vererek açıklayabilirim; son dönemlerde çok katlı konut projeleriyle de ilgileniyoruz ve üçgen formda bir tipoloji geliştirdik. Geleneksel kare plana yakın konutlar, manzara açısından avantajlı olabiliyorlar fakat güneşin gün içindeki konumlarıyla tamamen uyumsuzlar. Üçgen bir plana giderseniz, ister istemez kulenin güneşe göre yönlenmesi sağlayabiliyorsunuz ve bu da birçok açıdan avantajlıdır. Bu çözüm form kaygısıyla; “haydi üçgen plan yapalım” diye ortaya çıkmadı. FOA olarak bu çeşit çok katlı konut projelerini üretebilmek için üçgen plan ve yapı çözümleriyle ilgili bilgi üretmeye başladık. Güneşi ve birimlerin manzaralarını inceledik, düşünmeye ve çizmeye başladık, sonuçta üçgen planın daha etkili olduğunu fark ettik. Bu da projeleri ilginç hale getirdi ve başka noktalara taşıdı.

ZA: 2002’de yaptığınız bir röportajda, FOA’nin hedefinin farklı ülkelerde projeler yaparak deneylere devam etmek olduğunu söylemiştiniz. Bu deneylerinizde nasıl bir noktadasınız?

AZP: Halen inşası süren projeler ve yapılmasının umduğumuz, sonuçlanmasını beklediğimiz çok sayıda yeni proje var. Biraz önce bahsettiğimiz güneşe göre yönlenen ve soyut denilebilecek formlara kayan çok katlı yapı projeleri aslında bizim farklı yerlerdeki farklı projeler üzerinde çalışmalarımız sonucunda ortaya çıktı. Kore’de, İspanya’da, İngiltere’de, Malezya’da tek bir fikri, tek bir kaygıyı farklı programlar için denedik. Genel görüş gökdelenlerle ilgili kesin ve doğru bir çözümün bir servis çekirdeği ve strüktürü sağlayıp, son aşamada post modern bir rötuşla farklılık yaratmak olduğunudur. Oysa güneşe ve manzaraya bağlı olarak bu form değişebilir, ürettiğiniz plana veya planın tekrar kullanılma ve genişletilme olasılıklarına göre de biçimlenebilir. Bu görülmesi ve üzerinde çalışması oldukça etkileyici bir konu. Her kültür ve coğrafyada farklı bir unsur bulabilirsiniz. Dubai’de veya İspanya’da çalıştığınızda cephe oranlarının oldukça az olduğunu görürsünüz. Kore’de veya Tropik Asya’da tüm tuvaletler cephededir ve kullanıcılar doğal havalandırma ister. Söylemek istediğim eğer programa bakarsınız ve insanların ihtiyaçlarına bakarsanız Şangay’da veya Singapur’da kimse batının geleneksel çok katlı yapılarında çalışmak ya da yaşamak istemiyor. Gerçekte tercihlerde çok sayıda ayrışma var ve eğer siz tasarımınızı optimize ederseniz, çok sayıda farklı tasarıma gidersiniz. Bu bir şekilde insanın yemek yapma alışkanlıklarını gözlemlemek gibi; farklı ülkelerde farklı yemek yapma şekilleri görürsünüz ve bütün bunlar keşfedilmesi gereken ve mimarlığı bile inanılmaz noktalara taşıyan bilgilerdir. Bu farklılıkları ortaya çıkarıyoruz. Üçgen planlı bir çözümün birçok yerde işe yaradığını deneyerek buluyoruz, hiçbir zaman araştırmadan hazır çözümleri uygulamıyoruz.

ZA: Tüm bu süreçler içerisinde Yokohama Terminal Projesi’nde olduğu gibi müşterilerinle tartışıp onların kendilerini sorgulamalarını da sağlıyor musunuz?

AZP: Biz düşsel projeler üreten mimarlar değiliz, karmaşık programlarla çalışıyoruz. Bu nedenden dolayı yaptığımız işte müşteri oldukça önemli bir etken. Projelerde amaçladığımız, işverenin çıkarlarını olası en ilginç yapılara taşımaktır. Bu aralar oldukça fazla ticari yapı yapıyoruz, sonuçta yatırımcılar bu yapılardan para kazanmayı hedefledikleri için kısıtlanabiliyoruz. Bu açıdan Yokohama Projesi farklı bir yerde duruyor; okuldan yeni mezun olmuş bir yarışma kazanmıştık, bir projeyi hayal etmiştik ve o projeyi gerçekten uygulama şansımız olmuştu. Fakat şu anda durum farklı, bizim bir işimiz var ve FOA’in ofis yapıları hakkındaki fikri veya düşüncelerinden fazla bu işe para yatıran yatırımcılar tarafından verilen net programlar önem kazanıyor. FOA olarak, daha önce yapılan tipolojileri taklit etmediğimiz, yeni tipolojilerin istenilen programlarla uygunluğunu arttırdığımız bir yöntem geliştirdik. Örneğin Ümraniye Alışveriş Merkezi Projesi’nin planlarına baktığımızda belki tipik bir alışveriş merkezi projesi görmeyiz; altta otopark vardır, insanlar bir meydanda toplanır. Fakat yine de dükkan büyüklüğü, kolon-ızgara yapısı gibi veriler değiştiremeyeceğin verilerdir.

Ümraniye Alışveriş Merkezi

ZA: Ümraniye Alışveriş Merkezi projesi nasıl gelişti?

AZP: Almanya kökenli uluslararası Metro Grup tarafından, bizden çok farklı bir çok mimarında listede olduğu bir yarışmaya davet edildik. Şu sıralar İngiltere’de de iki ayrı alışveriş merkezi yapıyoruz ve bu alanda uzmanlık kazanmış durumdayız. O dönemde ise, alışveriş merkezleri ile ilgili o kadar tanınmıyorduk fakat yarışma listesindeydik. Metro Grup “bir alışveriş merkezi daha” yapmak yerine özel bir proje bulmakla ilgilendiler. Biz de bir hafta sonu için, belki de alışveriş merkezleri üzerine bizden daha tecrübeli olan diğer yarışmacılarla İstanbul’a geldik. Metro Grup, otoparkla çevrili bir kutudan daha fazlasını istiyordu ve biz de proje yaparsak ne yapacağımızla ilgili bir hikaye yarattık. Bilindik “kutu” formunun önündeki park alanını sorguladık böylece otoparkı projenin altına çekmeyi önerdik, tek bir kutu yapmak yerine merkezdeki açık meydanı çevreleyen birçok kutu önerdik. Böylece otoparktan girip, meydana boşalan bir çözüm sunduk.

Alışveriş merkezinin programında çok büyük bir ana dükkan vardı, onu yerleştirdik, sonrada “spor dünyası” ve “moda dünyası” gibi birimleri ekledik ve birbirlerine bağladık. Sanki bir heykelin parçalarıymış gibi. Çıkmaz sokakların sonunda yer alan bu birimlere meydandan, otoparktan veya Ikea’dan dağılabiliyorsunuz. Herbiri de birbirine bağlı bu birimler gelecekte çevreye açılacak biçimde tasarlandı. Ümraniye Alışveriş Merkezi’nin çevresi için “gelecekte gelişecek alanlar” diyebiliriz. Biz bilinmeyenin ortasında bir alışveriş merkezi tasarlamadık, çevresi geliştikçe onunla iletişime geçebilecek bir merkez yaratmaya çalıştık.

ZA: Çevresiyle gelişip iletişime geçebilmek projelerinizin kamu alanı ile ilişkisini belirleyen bir kıstas mıdır?

AZP: Bazı projelerde kamu alanı gerçekten önemli, bazılarında değil. İnsanların şehir dışındaki alışveriş merkezlerine bakarken farketmeleri gereken, bugün şehirlerin merkeze değil, dışarıya doğru büyüdüğüdür. Bu İstanbul için de geçerli. Şehir çepherlerine yerleşen alışveriş merkezlerinin zaman içinde ne kadar önemli olacağı gözardı edilmemeli. Bugün banliyö olan yerler yerel nüfus ve yapılanmayla yakın gelecekte büyük merkez alanlar haline gelecekler. Alışveriş merkezleri ise halka açık olma duygusunu verdiği için bu yeni merkezlerin sosyal ve ekonomik buluşma noktaları olacaklar. Bu nedenle yakın çevreyi anlamak, nasıl büyüyeceği hakkında bir öngörüde bulunmak çok önemli ancak bu sayede sadece “tasarı” olan bir yapıyı, karmaşanın merkezinde ve kentsel kamu alanlarıyla bağlantılı bir şekilde nasıl gerçek kılacağımızı görmüş oluruz.

ZA: FOA’nin projelerine baktığımızda mimarlığınızla ilgili üç nokta dikkat çekiyor; biçim değil program öncelikli çalışıyorsunuz, yapının formunu topoğrafyaya bırakıyorsunuz ve malzeme seçimine önem veriyorsunuz; program üzerinden konuştuğumuza göre projelerinizin topoğrafya ile ilişkileri ve malzeme seçimlerini konularını açıklayabilir misiniz?

AZP: Mimarlığımız topoğrafik kriterleri gözönünde bulundurmayı, malzeme seçimlerini, sirkülasyon şemalarının gibi tüm kriterleri içeriyor. Yokohama Projesi zamanında ki kadar topoğrafyanın altını çizmesek de, projelere etkisini yadsıyamam hatta Ümraniye Alışveriş Merkezi projesi için de belirleyici olduğunu söyleyebilirim. Alandaki kot farkı yapının çatısında yürünebilinmesini sağladı. Yüksek kotta bulunan ana yoldan girerek, çatı üzerinde yürüyerek meydana bağlanabiliyorsunuz. Ayrıca, yapının tüm çatısı yeşillendiriliyor ve aydınlıklarla da doğal havalandırmayı sağlıyor. Buna benzer söyleyebileceğimiz çok fazla özel nokta var. Uygulaması tabi ki oldukça pahalı fakat avantajları da oldukça fazla; örneğin bu kadar geniş bir çatıya düşen güneş ışığını yeşil örtü engelleyebiliyor ve alışveriş merkezinin soğutulmasında etkili oluyor. Üstelik çevreye etkisi de daha iyi çünkü yeşil ve sessiz.

ZA: Sürdürülebilirliği olan bir projeden bahsediyoruz o zaman?

AZP: Evet, sürüdürülebilirlik bizim önemli kaygılarımızdan biri. Bildiğimiz alışveriş merkezlerinde güneş çok fazla ısıtır, içeride de karbonmonoksit birikir ve düzenlenmeleri için fazlasıyla enerji harcanır. Ümraniye Alışveriş Merkezi işlemeye başladığı zaman ise sadece yeraltı suyunu kullanarak tüm enerjisini sağladığını göreceksiniz. Bu tür kaygılarla mimarlığı uygulamak önemlidir. Müşteriyi bu şekilde ikna etmelisiniz; “yatırımınız için fazla para harcıyor olabilirsiniz ama bu tür bir harcamayla proje çok az masrafla işleyecektir”.

ZA: Ümraniye Alışveriş Merkezi için malzeme seçiminizi nasıl yaptınız?

AZP: Ümraniye’ye gittiğimizde toprağın kil olduğunu gördük ve onun üzerine metal bir kutu yapmak istemedik. Malzeme olarak tuğla ve kırmızı seramik kullandık. Hem meydan kaplaması hem de cephe için tuğlayı seçtik çünkü kot farkından dolayı algıladığımız toprak rengini cephede devam ettirdik. Zemin katlarda ise saydam koridorlar bırakarak topraktan ayırdık. Alışveriş merkezinin cephesindeki delikli malzeme havanın da içeri girmesini sağlıyor. Tüm projeye yeşil ve kil rengi hakim oldu.

ZA: Keşifler yapmaya çalışan bir ofis olduğunuzdan sözettiniz, dekanlığını yürüttüğünüz Berlage Enstitüsü de lisans sonrası tasarım laboratuvarı olarak tanımlanıyor. Öğrencilerinize veya verdiğiniz projelere sizin bu yaklaşımınız nasıl yansıyor?

AZP: Bizim yapmaya çalıştığım öğrencilerin gerçek programlarla çalışmalarını sağlamak. Ayrıca, FOA’deki tecrübeleriminden gerçek yaşamda mimarları nelerin beklediğini biliyorum ve onlara göstermeye çalışıyorum. “Dünyada ne tür projeler oluyor?”, “İstanbul’da Madrid’de neler oluyor?”, “Hangi projeler nasıl gündeme geliyor, projeleri etkileyen faktörler neler ve uygulamalar nasıl oluyor?” sorularını cevaplıyorum. Öğrencilerin ideal bir dünyada mimarlık yapmadıklarını da göstermeye çalışıyorum. Bir şeyleri değiştirmek için politik ve ekonomik birçok aşamadan geçmeniz gerek. Bunu öğrencilere aktarmak çok önemli bence.

ZA: Berlage farklı disiplinleri de projelerine dahil eden bir kurum…

AZP: Evet, Berlage’nin geleneklerinde multi-disipliner çalışmak gibi bir özellik var. Berlage Enstitüsü’nde eksik olduğunu düşündüğüm, tamamlamaya ve odaklanmaya çalıştığım alan daha çok detaylandırma, strüktürel hesaplama, mekanik ve elektrik mühendislikleri gibi projeleri gerçekleşmesini sağlayan belirleyicileri. Video çekmek, film yapmak gibi konsept çalışmaları da gerekiyor fakat projenin rasyonel kısmını yapamıyorsanız, konsept çalışmaları sizi hiçbir yere götürmez. Benim rolüm enstitünün uygulama ve tasarım yönünü dengelemek.

ZA: Adınızı yarışmayla duyurduğunuzu söyleyebiliriz ve son dönemde de oldukça fazla yarışma kazandınız, üzerinde en çok durduğunuz yarışmalar hangileriydi?

AZP: Daha dün (6 Kasım 2006) Paris’te bir konut projesi kazandığımızı öğrendik. Sen Nehri üzerindeki bir adadaki fabrikalar kaldırıldı ve yerine 200 birimlik bir konut üretilmek istendi ve proje bize verildi. Ayrıca Güney Kore’de iki çok katlı konut bloğu için açılan yarışmayı kazandık. 50 katlı ve sadece konut. İspanya’da 4 proje yürütüyoruz.

ZA: Bunlardan biri de Longrono’daki eğitim yapısı, arazi ile ilişkisi çok etkileyici bir yapı;

AZP: Evet çok farklı fonksiyonları bir araya getiren, yapım aşamasında çok sevdiğimiz bir proje. Yerel hükümet ve eğitim kurumlarının birlikte açtığı ve web-tabanlı çalışmaların yürütüldüğü bir enstitü. Cam bir yapı ve üzüm bağlarının yani toprağın altında. Müşterimiz harika, bizimle projenin başında durmamızı ve uygulamayı yürütmemizi sağlayacak bir anlaşma yaptılar. Bu çok güzel. Bir projeyle ilgili isteyebileceğimiz herşeye bu projede sahibiz.

ZA: İspanya’da veya dünyanın herhangi bir yerinde çok sayıda ve bu kadar büyük ölçekte projeleri nasıl yürütebiliyorsunuz?

AZP: İspanya’da küçük bir şubemiz var. Bazı elemanlarımız Madrid’te bazıları Barselona’da. Onlar İspanya projelerimizi denetliyorlar. İspanya’da oldukça çok sayıda projemizin olduğu doğru; en önemlilerinden biri de henüz tasarım aşamasında olduğumuz Madrid için hazırlanan 45.000 kişilik konut ağırlıklı master plan. Zaha Hadid’in Kartal için geliştirdiği gibi bir proje, tek farkı ise bizim teknik çözümleriyle projeyi teslim ediyoruz. Planlamayı, gerekli rakamlarıyla böyle büyük öçekli bir proje için tamamlıyoruz.

ZA: İspanya mimarlığı üzerine konuşunca, aklımıza “micro-milliyetçilik” tartışmaları geliyor. Sizce tartışmalar dışında, uygulanabilirlik olarak global mimarlığın karşısına çıkabilecek böyle bir mimarlıktan söz edilebilir mi?

AZP: İspanya bakınca, böyle yerel bir mimarlık yaklaşımı taşımadığını ve global dünyaya göre ürettiğiniz görüyoruz. Elbetteki geleneksel mimarlık var. Fakat İspanya’daki emlak piyasasına baktığımız zaman küresel piyasada alıcı bulan ürünlerin üretildiğini ve pazarlandığını görüyoruz. Sonuçta, İspanya, “Bilbao Etkisi” gibi inanılmaz başarılı bir değişimin ana merkezi. Yerel ve politik bir problem olarak bu tür tanımlar her zaman çıkacaktır. Ayrıca bazı yerel mimarlar projeler yabancı mimarlara veriliyor diye şikayet edebiliyorlar. Bunu anlıyorum fakat belki de artık ulusal anlamda mimarlık yapmanın mümkün olmadığı gerçeğini kabul etmek gerekir. Bir ülkenin mimarları sadece o ülkede üretir diye bir kural olmamalı.

ZA: Geçen 5 sene sizin için çok yoğun geçti, önümüzdeki 5 yıl için nasıl bir hedefiniz var?

AZP: Biz konuşarak ve tartışmanın parçası olarak mimarlığa başladık ve bunu koruyacağız. Fakat artık daha az konuşmak ve daha çok proje yapmak istiyoruz. Önümüzdeki birkaç yıl için sadece “proje yapmaya” odaklanmayı düşünüyoruz. Birkaç sene içinde, projelerimizi yaptıktan sonra büyük olasılıkla onları açıklama ihtiyacı duyacağız ve tartışmaya tekrar başlayacağız. Şu anda odaklanmak istediğimiz çok güzel projeler var ve bu şansları kaçırmayı istemiyoruz.

Etiketler

2 yorum

  • azmi-acikdil says:

    “Örneğin İstanbul’da Rum topluluğu kalsaydı ve eğer bir gün onlar da Ayasofya’nın tekrar kilise olmasını isteselerdi ne yapardık? Bugün Rum topluluğunun kalmaması bu soruya nasıl bir cevap verdiğimizi gösteriyor. Herhalde onları döver, belki de 6-7 Eylül olaylarındakinden daha beter eder, linç ederdik.”

    Ayasofya’nın şöyle veya böyle kullanılmasına bir şey demiyorum. Rum Topluluğu’nun kalması bir şeyi değiştirmezdi ama İstanbul’a Rumlar hakim olsalardı çok şey değişir Ayasofya çoktan kilise olurdu, ne biz bir şey diyemez ne de dünya bir şey demezdi.

  • vehbi-durust says:

    Ne zaman Ayasofya ile ilgili tartışma başlasa, aklıma Fatih Sultan Mehmet han Vakfı’nın tapulusu olan eserin O’nun vakfına uygun olarak kullanılmaktan başka birşey konusu yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Senelerce süren ve itina ile muhafaza edilen Vakıf şartlarının uluslararası konjonktür gereği belki de, bir ara kullanıma geçirilmesin de yarar görülmüş olsa bile, aslına rucü etmesi, en azından geçmişe bir karşı bir sorumluluktur. Bu ister Fatih Sultan mehmet Han’ın bir Vakfı olsun, ister bir paşa’nın, ağanın ya da esnafın olsun, fark etmez. Şu anda malı mülkü olup da vakfedeyim diyen birisine ne demeli; senin malındır, ancak biz duruma göre malını tasarruf edeceğiz haberin olsun mu? diyeceğiz? Başka mevzularla ilgilenilmesi ve çok önceden vakfedilerek inançlara göre (çok zaruri durumlar yoksa) kıyamete kadar şartları muhafaza edilmelidir. Bu arada mevcut kiliseler onarılır belki yenileri yapılır. Ancak Ayasofya’nın kullanımı konusu, uzun yıllar önce kapanmış bir konu olarak görülmeli değil midir?

Bir yanıt yazın