“Sorunumuz Kaygı Eksikliği…”

Projeleri ile uluslararası birçok ödülün sahibi olan Arif Suyabatmaz ile kenti, birey ile olan ilişkisini, mutenalaştırmayı ama her şeyden önce İstanbul'u ve mimarlığı konuştuk.

Cihan Keyif: Öncelikle eğitim sürecinizden biraz bahsetmek istiyorum. Alman Lisesi’nden sonra uzun bir Mimar Sinan Üniversitesi süreci var.

Arif Suyabatmaz: Ben sınava girdiğim dönemde aslında okulun adı henüz Mimar Sinan Üniversitesi olmamıştı, hala İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ydi. Eğitim süresi ise beş yıldı. Ancak benim üniversite sınavına girdikten okula kayıt olduğum güne kadar geçen süre zarfında üniversitelerle ilgili birçok düzenleme yapıldı ve Güzel Sanatlar Akademisi de Mimar Sinan Üniversitesi adını aldı. Eğitim süresi dört yıl lisans ve iki yıl yüksek lisans olarak yeniden şekillendirildi. Ancak üniversite yerleştirme sınavında ilk tercihi mimarlık olanlar için eski sisteme uygun olarak beş yılda yüksek mimar olma hakkı saklı tutuldu. Ben de bu yolda ilerlerken bazı can sıkıcı derslere gereken ilgiyi gösteremediğimden okuldan kaydım silinmek zorunda kalındı. Kısacası okuldan atıldım.

Benimle birlikte birkaç kişi daha aynı sebepten okuldan atıldı. Fakat okul yönetimi bugün dahi nasıl becerebildiklerini anlayamadığım bir manevrayla bize yeni sisteme göre tekrar kayıt hakkı verdi. Yani ben tekrar sınava girmeden üniversiteye kayıt oldum. Ancak bu sefer beş yıllık eğitim hakkını tekrar bize sağlamadılar. Böyle ilginç bir süreçten sonra altı senede mimar olarak mezun olur olmaz Viyana’ya gittim.

CK: Yurtdışında olma fikri ne zaman oluşmaya başlamıştı?

AS: Belirli bir süre Türkiye dışında yaşama fikri Mimar Sinan’daki eğitimin son dönemlerinde oluşmaya başlamıştı. O dönem merkez ülkeler diye tanımladığımız yerlere olan mesafe her anlamda bugünkünden çok daha fazlaydı. Kısa zamanda mezun olup yurtdışında olan bitenlerden haberdar olmak isteği bende gelecekle ilgili diğer alternatiflere göre daha ağır basıyordu. Mesleki gelişim hedefimin dışında, yurtdışında bulunmayı istememin en temel sebebi ise bedelli askerlik hizmetinden yararlanmaktı. Sekiz senelik Viyana süreci benim için her anlamda çok yararlı bir deneyim oldu diye düşünüyorum. Mimarlığın önemsendiği bir şehir olması dolayısıyla Viyana mesleki açıdan bana birçok şey kattı.

CK: Avrupa şehirleri ile bizim şehirlerimizi kıyasladığımızda en büyük farklılık ne?

AS: Avrupa şehirleriyle bizim şehirlerimiz arasında bazı benzerlikler olsa da, bence hem fiziksel hem de kültürel olarak büyük farklıklar var. Bir mimar olarak en çok dikkatimi çeken hiza meselesi var mesela. Çoğu Avrupa şehrinin kaldırımında, bu kaldırımın kenarındaki bina cephelerinde, cephelerdeki kat hizalarında, yüksekliklerinde düzenleyici bir hizaya uyulduğunu görürüz. Bütün yollar, caddeler, cepheler çoğunlukla bir cetvelle çekilmiş gibi hizalarındadırlar. Etrafımızdaki genel görüntü bu hiza meselesi sayesinde daha düzenli ve sakin bir biçimde algılanır. Bizim şehirlerimizde ise bu hizaya pek uyulmadığını, şehirlerde daha düzensiz, plansız, gözü rahatsız eden sanki tesadüfi bir yapının hüküm sürdüğünü söyleyebilirim. Diğer bir konu da Avrupa’da özellikle şehir merkezlerinde yapı parsellerinin veya yapı adalarının bloklar oluşturacak şekilde bizdekine göre çok daha büyük olmaları. Bizde yapı adaları küçük küçük bir çok parselden oluştuğundan, adanın tümünde bir bütünlükten söz etmek mümkün değil.

Avrupa şehirlerinde dikkat çekici diğer bir nokta da şehir merkezlerinde yer alan parklar ve meydanlar. Bugün ülkemizde meydan diye gördüğümüz şeyler aslında karakteristik olarak meydan değil, düzenlenmemiş boşluklar!

CK: Biraz da Türkiye ve özelinde İstanbul ile ilgili konuşalım istiyorum. İzmitli biri olarak İzmit – İstanbul arası yolcuklarda çocukluğumda hissettiğim ancak son zamanlarda hissetmediğim şehri ya da şehir değiştirme hissinin kaybolduğunu düşünüyorum. İstanbul ile İzmit arasında hatta Sakarya arasında bir sınır çizmek neredeyse imkansız hale geldi. Bunun üzerinden göç olgusunun şehirlerde yarattığı deformasyonu konuşmak istiyorum.

AS: Deformasyon demeyi çok doğru bulmuyorum, aslında kaçınılmaz olarak şehrin hızla dönüşerek farklı bir yapıya büründüğünü düşünüyorum. Kısacası biraz daha iyimser bakmayı yeğliyorum. İstanbul’un kuzey – güney aksının yeterince alana sahip olmaması nedeniyle yerleşim doğu – batı aksında genişleme gösteriyor. Büyük şehrin yanında küçük ve bağlantısız uydu şehirler yaratmak yerine, bizde şehirler yeni yerleşimlerle birbirlerine yaklaşıyor. Bu durum söylediğinizi doğruluyor. Ben de İstanbul nerede bitiyor, Kocaeli nerede başlıyor bunu ayırmak konusunda zorlanıyorum. Ancak Avrupa’da da birçok şehirde bu böyledir. Örneğin, özellikle Kuzey İtalya’da Milano nerede biter Prato nerede başlar hakikaten sınır gözle tespit edilemez. Şehirlerin araları genellikle sanayi yapıları ile dolar.

Göç de işin içine girdiği zaman bu dolma süreci hızlanır ve bunu planlayacak vakit de kalmaz. Ne şehirlerin nasıl bir büyüme izlemesini planlamaya, ne buna karar verecek bütün aktörleri aynı masada toplamaya, ne de planlananları uygulamaya vakit kalmaz. Bu dinamizmin karşısında ne durabilir ki…

Bu bakımdan İstanbul herhangi bir Avrupa şehriyle karşılaştırılabilecek durumda değil. 15 milyonluk nüfusu ile belki Londra ile karşılaştırılabilir ama İstanbul dediğimizde oldukça sıkışık bir yaşam alanından bahsediyoruz.

CK: Güzel bir noktaya değindiniz, İstanbul’un bu sıkışık ve grift yapısı bireyin şehir ile kurduğu ilişkiyi nasıl etkiliyor? Bu şehir, içerisinde yaşayan bireylere nasıl davranıyor?

AS: Aslında bu soruyu cevaplamadan önce, bizlerin sorduğunuz anlamda nasıl bireyler olduğumuzu düşünmek gerekiyor. Bu bakımdan soruya diğerleri değil, kendi birey olma durumum üzerinden cevap vermeyi uygun buluyorum.

İstanbul gündelik yaşam içerisinde beni bir taraftan zorlarken, bir sıkışıklık içerisinde kalmış olmasına rağmen topografik olarak belirli bir rahatlık ve huzur hissini de veriyor. Bunun en önemli etkeni sanıyorum Boğaz ve Haliç. Bu bölgelerde özellikle de Haliç’te müthiş bir mekan hissi var. İstanbul’u, bireyi hükümran bir edayla altında ezen bir şehir olarak görmüyorum açıkçası.

Bunun yanında İstanbul’un tarihi içerisinde de sürekli olarak bireylerle şekillendiğini düşündüğüm için de, birey üzerinde ezici bir etkisi olduğunu düşünmek doğru gelmiyor. Eski geleneklere dayanan bazı kuralların halen şehirde uygulandığını görüyoruz. Örneğin bugün için kaldırım işgali olarak gördüğümüz esnafın şehrin kaldırımlarına taşan tezgahları veya çıkmaz sokakların o sokakta oturan insanlar tarafından girişinin kapatılarak bir yaşam alanı olarak kullanılması gibi durumlar bizim geleneğimizde var. O bakımdan bunlara yabancıymışız gibi yaklaşılmasını ya da bunlardan şikayet ediliyor olmasını yadırgıyorum aslında… Trafik dışında İstanbul’da büyük bir sıkıntı hissetmiyorum.

Mesela Hong Kong’da şehrin yapısının bireyin varoluşu açısından bir kısıtlayıcılığı var. Bireyin dolaysız olarak etkilendiği şehirlerden biri Hong Kong. Yaşam alanlarının darlığı ve yeni yaşam alanlarının açılmaması dolayısıyla çocuk sahibi olamıyorlar. Bizim ülkemizin aksine yaşam alanlarının darlığı dolayısıyla Hong Kong’da insanlara çocuk yapmamaları salık veriliyor.

CK: Göç, şehir ve birey bağlamında özellikle son zamanlarda konuşulmaya başlanan mutenalaştırma (gentrification) kavramından biraz bahsetmek istiyorum aslında. Bir mimar gözüyle mutenalaştırma olgusuna nasıl bakıyorsunuz?

AS: İnsanların kanun zoruyla yerlerinden yurtlarından atılmaları, bulundukları alanları terk etmeye zorlanmaları bence çok faşizanca yapılan uygulamalar. Özellikle Sulukule örneğini düşünürseniz bu çok vahşice ve kimseye bir şey danışılmadan, sorulmadan yapıldı.

CK: Balat ve Tarlabaşı’nın kaderi biraz garip geliyor bana. Daha önceleri gayrimüslim yerleşim alanları olan bu bölgeler, bu insanların yerlerinden edilmelerinden sonra İstanbul’a gelen yoksul Doğu ve Güneydoğu göçmenlerine ev sahipliği yaptı. Bu alanların kaderleri yine aynı oluyor ve yine bu alanların sahipleri yerlerinden ediliyorlar…

AS: Ne yazık ki mutenalaştırma günümüzün kapitalist sistemi içerisinde kolaylıkla başa çıkabildiğimiz bir şey değil. Asıl sorun, bu mutenalaştırma faaliyetiyle bu alanların yapılarının aynı kalmayabilecek olması. İlk değişimde yapılar aynı kaldı ve inşa dönemlerine ait özellikleri günümüze kadar taşımayı başardılar. Şimdi ise bu yapısal değişikliklerin nasıl ve hangi kültür ile yapıldığı söz konusu. Bence burada önemli bir eksiklik söz konusu. Nasıl 2010 Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul, bu organizasyonu gerçekleştirebilecek kültür düzeyine sahip değildiyse aynı sorunla bu süreçte de karşılaşacağımızı düşünüyorum. Benim aslında sorunlu bulduğum nokta burası. Yoksa aynı süreçler New York’ta da yaşandı. Sanatçıların yerleşiminden ve onların bölgeye kattığı değerlerden yararlanmak isteyen ya da o yaşama öykünenler Manhattan’da Chealsea’yi nasıl dönüştürüp başka bir hale getirdilerse bizim şehrimizde de bu olgudan kaçmak olanaksız.

Bir mimar olarak beni ilgilendiren kısmı ise, bu işin nitelikli olarak yapılmasıdır. Ben bu işin nitelikli olarak yapıldığını düşünmüyorum. Gösterilmesi gereken özenin bu tip süreçlerde gösterilmediğini düşünüyorum.

CK: Geçen yıl gazetelere kısa aralıklarla iki haber yansımıştı. Birincisi Sultanahmet Meydanı’nda yer alan Alman Çeşmesi’nin tazyikli su ile yıkanarak üzerinde yer alan işlemelerin sökülmesine sebep olunması, diğeri ise yapılan birçok restorasyon çalışmasında taş yerine beton kullanılarak eserlerin orijinaline sadık kalınmamasıydı. Bunlar da sanıyorum aynı nedenlerle ortaya çıkıyor.

AS: Bu verdiğiniz örnekler demek istediğim şeyle birebir örtüşüyor. Özensizlik inanılmaz boyutlarda. Ayrıca restorasyon, dokunulduğunda içerisinden pis kokuların en çok yükseldiği alanlardan bir tanesi.

Tüm muhafazakar yapımıza rağmen, tarihi eseri korumak gibi bir kaygımız olduğunu düşünmüyorum. Bunu en çok Boğaz’daki yalıların sözde restorasyonunda görüyoruz. Yalıyı betonarme olarak baştan inşa edip üzerine ahşap kaplama giydiriyorlar ve buna yalı restorasyonu deniyor. Asıl acıklısı bunu yapan mimarların “restorasyon mimarı” olarak anılması ve halen bu mimarların fikirlerine başvuruluyor olması.

Bir buçuk metre denizin üzerine çıkma yapan bir yalıyı, güvenlik sebebiyle yine bir buçuk metre de içeriye çekerek orijinal yerinden toplamda üç metre kaydıran bir restorasyon projesi geldi bize. Projeye göre yapı çelik malzemeden tekrar inşa edilecek ve üzeri ahşapla kaplanacak. Bu aslında tam bir modern davranış. Ben böyle bir modernliği Viyana’da bile görmedim! Yani sorun aslında sadece Sulukule ya da Tarlabaşı sorunu değil sorun çok daha özsel bir davranış sorunu, kaygının eksikliği.

Bir de toplumsal uzlaşı ya da tartışma platformu yok. Örnek olarak Taksim ile ilgili projeler, maketler gazetelerde gösteriliyor. Trafiği meydanın altına aktaran, eski kışlanın tekrar inşa edilip AVM olarak kullanıma sokulacağı planlar ve maketler bunlar. Yani birileri bu işle uğraşmış, projeleri ve maketleri yapmış. Peki bu birileri kimler? Hiçbir mimarın ismine ben rastlamadım. Hangi idare bunları yaptırdı? Kime yaptırdı? Bu soruların hepsi yanıtsız kalıyor. Bir de bahsettiğimiz yer Taksim gibi sembol bir alan olunca uzlaşının daha da gerekli olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte mimarın bireysel olarak bir gücü olmadığı için, birçok kaygı sahibi mimar bile bu işlere alet edildiler. Bilinçli olarak olmasa da büyük bir saf dillilikle o bölgeler için projeler ürettiler. Mimari, bu tip bir sorunda çözüm olabilir mi, aslında önem taşıyan soru bu. Bence olabilir ama bunun için yineliyorum, bir uzlaşı mutlaka gerekli. Sorunun çözümü için tüm aktörleri ile masaya oturtmanız gerekiyor. Sivil toplumda, yerel yönetimde, bölgenin sakinleri de aynı masa etrafında oturup sorunu ortak bir akılla çözmeli.

CK: Bir mimar olarak TOKİ’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

AS: TOKİ, Türkiye’nin en büyük müteahhiti. Büyük bir haksız rekabete dayanan gücüyle son derece kalitesiz yapılar üretiyor. Kullandıkları inşaat malzemelerinin kalitelerinden bahsetmiyorum. Mimari açıdan son derece kalitesiz işlere imza attılar ve kendileri de bunu zaten bir süre önce itiraf ettiler.

Şu an TOKİ’nin tekniği ile inşa edilen blok ev tarzı 1970’li yıllarda Avrupa’da terk edildi. Bu konu üzerine birçok araştırma yapıldı ve araştırmalar gösterdi ki bu tip yapıların içerisinde yaşayan insanlar hem psikolojik hem de fiziksel birçok olumsuz etkiye maruz kalıyorlar. Avrupa bunun yerine açık alanları daha çok kullanan, alçak katlı geniş topografyalara yayılan bir mimari tarzı benimsedi ve şayet halen kaldı ise kalanları yıkmakla meşgul. Bizde ise durum farklı. Ben halen bu tip yapılaşmanın okullarda öğretildiğini düşünüyorum. En azından 80’li yıllarda bana öğretilmişti. Şehircilik dersinde ne yazık ki bize o blokları nasıl yerleştireceğimiz öğretildi. Biz de tabii ki şehircilik dediğimiz şeyin bu olduğunu sanıyorduk. Tabii bir de bu dersi veren hocalarımız vardı ki, onlar şehircilik alanında kendilerine danışılan profesörlerdi. Danışılanların bu zihniyette olduğunu düşündüğünüzde şehirlerinde bu şekilde olmasına şaşırmamak gerekiyor.

CK: İstanbul’da değişmemesini istediğiniz silüetler neler?

AS: İstanbul’un bir tek silüeti var, o da Tarihi Yarımada. Aynı zamanda dünyanın da en güzel silüetidir. Hiçbir şekilde dokunulmaması gereken bir yer. Maslak, Beylikdüzü ya da başka bir yerin silüeti, bunlar hiç umurumda değil. Hatta üzerlerine konuşulmaya bile değmez. Tarihi Yarımada bir tabu olmalı o bakımdan da, Ataköy’e bile bir bina yapsanız bu silüeti nasıl etkilediğine bakmanız gerekiyor.

Etiketler

5 yorum

Bir yanıt yazın