“Yarışmalarda Jürinin Ara Bulucu Olması Lazım”

Şehircilik, Kentsel tasarım ve mimarlık yarışmalarına katılanlar arasında isimlerini sıkça duyduğumuz Ervin Garip ve Banu Garip ile yarışmalar hakkında keyifli bir şöyleşi gerçekleştirdik.

Derya Yazman: Şehircilik, Kentsel tasarım ve mimarlık konularının kavramsal olarak farklılaşma durumunu, ülkemizde gerçekleşen yarışmalarda da teknik açıdan (şartnamenin hazırlanış, proje alanın sınırları, ölçek, vs. konularda) görebiliyor muyuz? Yoksa bir karmaşa mı söz konusu?

Ervin Garip: Bir karmaşa aslında söz konusu ama bu kötü olduğu anlamına gelmiyor. Yapılar genelde çevresi ile ele alınmaya başlandı. Ama bu çevrenin ne kadar olacağı meselesi, yarışmanın seyrini değiştiriyor. Bir meydan yarışması açılıyor, ama içinde kültür merkezi de var. Dolayısıyla aslında bizden istenen bir kültür merkezi projesi. Meydanı ile istenildiğinde meydan projesi de hesaba giriyor. Bir bakıyorsunuz ki bir yapı projesi, kentsel bir projeye dönüşüyor. Aslında ikisi arasındaki çizginin net olarak ayrıldığını düşünmüyorum. Siz bunu bir karmaşa olarak değerlendirirseniz, evet karmaşık ama bunun kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Net çizginin belli olmaması bence çok iyi bir şey.

Banu Garip: Hatta bu çok doğal bir şey. Çünkü artık günümüzde tasarım alanın tüm disiplinleri birbirinin içine girmiş durumda. Aslında en küçük ölçekten en büyük ölçeğe kadar ilişkilenmek zorunda. O yüzden bu karmaşanın olması doğal bir şey.

DY: Aslında demek istediğim yarışmalarda her zaman yarışma alanın sınırları tanımlı geliyor mu bize? Sanki her zaman tanımlanamıyor gibi sınırlar…

EG: Bu durum aslında jüri düzenine bakıyor. Şehir plancılarının ölçeği büyütme gibi bir istekleri olabiliyor. En son Afyon Yarışması’nda bir yapı yarışması olmasına rağmen jürinin çevresininde ele alınmasını istemesi ile bir baktık ki kentin çok ciddi bir bölümünü ele almış oluyor. Çizgi net değil evet ama bunun kötü bir durum olduğunu düşünmüyorum. Biz de bazen acaba ne isteniyor, bu bir meydan yarışması mı, kentsel tasarım yarışması mı yoksa kentsel planlama mı olduğunu düşünüyoruz. Bu tamamen konuya kimin ne şekilde yaklaşması ile ilgili. Mimarlar tamamen farklı, şehir plancıları tamamen farklı yaklaşıyor.

BG: Bir de her tasarımın da yere göre kendine özgü özellikleri oluyor. Mesela Adana’da birincilik ödülü kazandığımız bir yarışmada tanımlanmış bir alan vardı. Ama biz o alan içinde çok duramadık ve o alanı biraz genişlettik. İlerisi için daha geniş alanlarda nasıl bir gelişme önerebiliriz diye… Bizce öyle olması gerekiyordu.

EG: Bize şu fırsatı veriyor aslında. Bazen yapıcı olmak adına yıkıcı da olabiliyoruz. Çok ciddi bir fikir sunmak adına ciddi yıkımlar yapabiliyoruz. New York’ta Central Park’ın yapılması o dönemde çok büyük tepkilerle karşılaşmış olabilir ama şimdi kenti besleyen çok ciddi bir yeşil alan. Bunu yapmak bizim işimiz. Ama o fırsatı jüri bize veriyor.

DY: Şartnamelerle ilgili teknik bir sorunla karşılaştığınız oldu mu?

EG: Yok. Biz aslında çok yarışmacı bir ekip değiliz. Ama girdiğimiz yarışmalarda sonuna kadar ciddi süreler verip çalışıyoruz.

BG: Şartnameleri biz rehber olarak görüyoruz. Bazıları çok esnek olabiliyor, bazıları anlaşılmaz olabiliyor. Bazen bizim de anlayamadığımız oluyor. Ama çok dert etmiyoruz. Biz kendi tasarımımıza bağlı olarak yorumlamaya çalışıyoruz.

DY: Türkiye’de genel olarak yarışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Amacına uygun mu yapılıyor?

EG: Kentsel tasarım yarışmaları üzerine söylemem gerekirse, belediyelerin açmış olduğu yarışmaların başında iyi niyet olduğunu seziyoruz. Bu niyetin sonuna kadar sürmesi gerekirken maalesef gitmiyor. Tabii kentsel tasarım yarışmalarının durumu uygulama açısından mimari yarışmalarına göre daha komplike.

3 – 4 tane yarışmada birinciliğimiz var ama hiçbirinde belediye ile oturup iş görüşmesine varacak kadar bir ilerlemiz yok. Çok ciddi üretilmiş bir emek var ama bu tam yerine gidiyor mu dersiniz? Fikir anlamında gidiyor. Tartışma yapılmış oluyor, kolokyumlar oluyor. Kağıt mimarlığı açısından hedefine ulaşmış oluyor. Fakat uygulama aşamasına hiç gelemedik.

Ama yapı yarışmalarında durum böyle değil. Ölçek küçülünce dertler daha minimalize oluyor gibi. Beğendiğimiz yapılar var: Deniz Müzesi, Noterler Birliği gibi… Dolayısıyla bazı durumlarda iyiye gidebiliyor bu işler.

DY: Peki yarışmaların uygulanmamasının nedeni ne olabilir? Maddi sorun mu, uzlaşma sorunu mu?

EG: Birincisi jürinin ara bulucu olması lazım ilk aşamada. İkincisi belediyenin “niyetli” olması lazım. Bunun için belli bir kaynak toplanıp, devam ettirilmesi lazım. Sizin sitenizde bir yarışma yayınlandı: Helsinki Liman Bölgesi’nde açılan yarışma. 200 tane proje vardı, halk oylamasına sunuldu. O da ilginç bir süreç, bizde hiç karşılaşmadığımız bir durum. 4 tane JPEG üzerinden herkes bunu nasıl değerlendirecek o da ayrı bir konu ama… Herkes bir şekilde bu işi çözmek için bir şeyler yapıyor. Sonuçta imar planı oluştuğu andan itibaren çözümler bir şekilde gelir.

BG: Mesela mülkiyet gibi sorunlar olabiliyor, yönetim değişimden kaynaklanan sorunlar olabiliyor. Bir de çok uzun bir süreç olduğu için genellikle kentsel tasarım projeleri uygulanamıyor.

EG: Bir de şunu düşünmek lazım bu yarışma alanı kimin, belediyenin mi yoksa kamunun mu? Eğer bir kamu malıysa, belediye işi bıraktığı andan itibaren kim geliyorsa bu işi devam ettirmesi gerekiyor. Ama tabii belediyenin malı ise giden, projeyi de alıp gidebiliyor. Dolayısıyla genel bir sıkıntımız var.

DY: Yarışmaların yasal boyutu hakkındaki düşünceleriniz neler?

EG: Yönetmeliği çok kurcalamış insanlar değiliz. Jüri olmadık hiçbir zaman. Ama yönetmelikle ilgili şöyle bir sıkıntı söylenebilir. Yarışmaların interdisipliner olması dolayısıyla bu durumun bazı zorunlulukları getirmesi. Ekipte birçok farklı disiplinden meslek adamının olması zorunluluğu gibi mesela… Her yarışmada bu zorunluluk olmayabiliyor. Aslında bu durum yarışmaya hazırlanan ofisin meseleye bakışı ile ilgili bir şey olmalı. Bence zorunlulukların kalkması gerekir.

DY: Belki bu hassasiyetin jüri üyeleri için olması daha doğru. Jüri üyelerinin farklı meslek gruplarından oluşması değerlendirme açısından çok önemli…

EG: Ekip başının mimar olmasının zorunlu olma durumu da çok ilginç. Bu durumun esnek bırakılması gerekir. Peyzaj mimarı olabilir, şehir plancısı olabilir. Bu yarışmanın özü ile ilgli bir şey. Jürinin karar verirken bu konuya özen göstermesi gerekir.

DY: Ama genel anlamda yarışmaların yasal boyutunda bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Bir yarışma açılıyor ve 15 gün sonra iptal edilebiliyor.

EG: Burada tabii Mimarlar Odası’na çok ciddi bir görev düşüyor. Mademki yarışmalar onların “himayesi” altında, ciddi bir sorumluluk düşüyor. Yarışmaları takip etme, açılmadan önce inceleme, uygun olmayan bir durum varsa hiç ilan etmemek gibi çok önemli sorumlulukları var.

DY: Belki bu yarışma sonrası yapılan kolokyumlar yarışmalardan önce mi yapılmalı?

EG: Böyle bir teklifi ilk defa duyuyorum ama kesinlikle mantıksız değil. Şartnameyi kesinlikle daha iyi bir şekilde oluşturabilirsiniz.

BG: Benim de aklıma şu geldi. Soru-cevap aşaması bu şekilde yapılabilir. Yazılı olmak yerine böyle olabilir.

EG: Ama şartname o zaman oluşturulmuş oluyor. Jürinin geri adım attığını da pek duymadık. Yarışma öncesi yapılabilir ama… Bana çok mantıklı geldi. Ne istendiğiyle ilgili niyet de daha açık olur.

DY: Kolokyumları çok yararlı buluyorum. Fakat sonuç olmayınca konuşulanlar hep havada kalıyor.

EG: Biz de ekipçe kolokyumları takip ediyoruz. Katılmadığımız yarışmaların kolokyumlarını da izliyoruz.

DY: Peki bir yarışmaya katılmaya karar verdiğinizden itibaren nasıl bir yol izliyorsunuz?

EG: Birinci aşama eskiz, ikinci aşama da çalışma maketi.

BG: Tabii her şeyin öncesinde alanı görmeye gidiyoruz.


Afyon Yarışması, 2. Ödül

EG: En son katıldığımız yarışma Afyon Yarışması’nda dağa çıktık. Araziye baktık ve kararlarımızın büyük bir kısmını yukarıda verdik.

BG: Aslında yeri görmek gerçekten çok önemli. Ben mesela ilk defa Afyon’a gittim. Orayı yaşamak gerekiyor, insanlar gündelik hayatlarında neler yapıyorlar. Mekanların birbirleri ile ilişkisi nasıl, oranın ruhu nasıl… Bunlar çok önemli. Deneyimlemek çok önemli. Bu da projelere yansıyor diye düşünüyorum.

EG: Daha sonra birtakım öneriler geliştiriyoruz. Ofiste yarışma dönemi büyük bir enerji oluşuyor. Çok iyi bir süreç. Şunu görüyoruz: İlk çizdiğimiz öneride tamamsak, son teslim edilen arasında çok ciddi farklılıklar olmuyor. Çalışma maketini çok özenle yapıyoruz ve makette çok şeyi görüyoruz. Jüri, bazı maketlerimizi hiç görmüyor bile.

DY: Değerlendirme aşaması hakkındaki düşünceleriniz neler?

EG: Değerlendirmeler jürinin bakış açısıyla çok ilgili. Yarışmalarda çoğu zaman tartışılan konu 3D’lerin çok göz boyadığı konusu. Ama bunu ayırt edebilmek jürinin işi olmalı. Projeler 5 dakika bakılan bir şey değil ki. Jürinin çok ciddi bir vakit ayırması gerekir. Paftada yazan her şeyin okunması, anlaşılması gerekir. Bazen jüri eleştirilerinde bunu görebiliyoruz. Jürilerin bazen öneriyi tam kavrayamadığına dair, proje sahiplerinden de itirazlar gelebiliyor. Bizim başımıza böyle bir şey gelmedi. Böyle durumlarda jüri projeyi anlayamamış olabilir, ya da proje sahibi düşündüklerini iletememiş olabilir. Kimseyi suçlayamayız tabii ama her iki durum da yaşanabiliyor.

DY: Son olarak Antalya Mimarlık Bienali’nden biraz bahseder misiniz?

EG: Bienal bizim için çok müthiş bir süreç oldu. Bienal’de “deneysel mimarlık işleri” için teklif bize ilk geldiğinde çok mutlu olduk. Çok değerli ve değişik bir süreçti bizim için.

BG: Bir de Türkiye’de ilk defa olan bir şey. Böyle bir sürecin içinde olmak bir şeyler üretmek bizim için çok önemliydi.

EG: “Deneysel mimarlık işleri” kapsamında çok yaratıcı ekiplerden oluşan bir grubun içindeydik. Katılan tasarımcılar kendi düşünceleriyle belli bir başarıya ulaşmış insanlar. Mimarlığın konuşulduğu, tetikleyici platformlar oluştu. Kimse deneysel bir şeyler yapacağım diye yola çıkmadı. Ama süreç yapısı itibari ile zaten çok farklı bir süreçti.

BG: Antalya’da yaşayan kentlilerin de bundan haberdar olmalarını istedik ve kentsel mekanda, meydanda önerdik projemizi. Sadece fiziksel bir deneyim olarak düşünmedik. Müzik verdik mekana, farklı bir atmosfer oluşturmayı hedefledik. Oradan geçen insanların hareketlerini haritaladık ve duvarlara yansıtarak mekansallaştırmaya çalıştık.

EG: Antalya’nın iki önemli meydanını birleştiren kentsel basamaklar üzerinde konumlanmış, bu basamakların kendi akış potansiyelini de kullanan bir proje önerdik. İnsanlar içinden geçtiğinde hem içeride hem dışarıda olma hissi yaratabilen, aynı zamanda kendi atmosferini üreten bir kent objesi.

Tabii çok kısa bir sürede uygulandı. Fikir bazında 5 ayda üretilen bir tasarımın 5 gün gibi çok kısa bir uygulama süreci oldu. Uygulama aşaması çok kolay olmadı aslında; buna rağmen içeride yaratılan aura tam istediğimiz etkiyi verdi. Deneysel işler kapsamında üretilen diğer ürünler de çok etkiliydi. Kentliler ve o anda o mekanları kullanan herkes için çok ilginç bir süreç oldu, meraklarını uyandırdı, ilgilerini çekti. Antalya’ya, organizasyona ve katkısı olan herkese çok teşekkür etmemiz gerekir aslında. Bize en çok gelen soru “Niye bu iş İstanbul’da yapılmadı?” oldu. İstanbul’da daha potansiyel ve dinamik bir yapı olmasına rağmen bu cesareti gösteren Antalya oldu.

DY: Peki halen daha bu çalışma duruyor mu?

EG: Hayır, bienal bitince kaldırıldı. Biz aslında kaldırılıp, başka bir yerde kullanılmasını öngörüyorduk ama her şey beklediğimiz gibi gerçekleşemedi.

BG: Aslında kalıcı olabilir diye düşünüldü. Antalya’nın başka bir belediyesinde… Ama daha sonuçlanmadı.

Bir de halktan da olumlu, olumsuz çok tepkiler alındı. İnsanlar dokunabiliyor, kullanabiliyor, hissedebiliyor ve tepki gösterebiliyorlar. İnsanların bir şekilde farkında olması bizim için çok önemliydi.

DY: Çok teşekkür ederiz.

EG, BG: Biz teşekkür ederiz.

1+1 Mimarlık Stüdyosu hakkında detaylı bilgiye www.1arti1.net adresinden ulaşabilirsiniz.

Etiketler

6 yorum

  • ismail-tandogan says:

    Bu proje şaka mı? Gerçekten merak ettim neden yayınlandığını.

  • hatice-mert-yunak says:

    Tam olarak anlayamadım,biraz daha açıklar mısınız yorumunuzu?

  • ismail-tandogan says:

    Şöyle anlatmaya çalışayım; Londra gibi modern mimarlık ürünlerinin çok başarılı örneklerinin olduğu bir şehirde,Moshe Safdie’nin Habitat yerleşimi benzeri bir yapının nasıl bir “landmark” oluşturabileceği düşünülebilir. “Landmark” tabiri sanırım bu projeden fazlası için kullanılabilir bir kavram. Yani böyle olgunlaşmamış, çokca fikir projesinde benzerlerini gördüğümüz, dünyanın pek çok şehri için uyar mı uymaz mı denilmeden önerilen bir tarz için fazla iddialı bir kavram “landmark”. Bu açılardan baktığımda da, bu proje elbette her proje gibi saygıya değer bir projedir ama Arkitera gibi yaygın kullanılan bir internet portalının yayın konusu olabilecek düzeyde değildir kanımca. Saygılarımla

  • hatice-mert-yunak says:

    Herşeyden önce mimarideki modern kavramlarımızın farklı oldugu acık. Projenin amacı, yazıda da belirttiğim üzere, Londra’da yeni bir Dubai yaratmak değil, 21.yüzyılda insanlara daha fazla özgürce kullanabilecekleri alanlar yaratmaktı. Ki malesef modernlik adı altında özenilen o şaşalı binalar insanların özgürlüklerini ellerinden aldığı gibi, kente dönüşü olmayan berbat silüetler kazandırıyorlar. Eğer modernlik ve bir yapının landmark olabilmesi sadece tarih ile ilişkilendirilseydi, günümüz İstanbul’undaki tüm klasik Osmanlı dönemi eserleri ve Ayasofya gibi yapıtlar İstanbul’un silüetini oluşturan birer landmark olarak değerlendirilmezdi ki bu hiç de doğru bir yaklaşım olmazdı.

    Dolayısıyla Moshe Safdie’nin 67’de yaptığı Habitat projesi nasıl hala günümüzde Montreal gibi modern bir şehrin ve Canada’nın başarılı bir landmark’ı olabiliyorsa, benzer prensiplere ve calışma ilkesine sahip bir başka urban projesi de pek tabi Londra’da kendine has bir Landmark oluşturabilir.

    Benim projem fikir projesinin ötesinde görülmüş olmalı ki London Design Agency ve Londra belediyesi tarafından yatırımcılarla görüşülmek üzere, en gerçekçi proje olarak değerlendirildi.Bu arada benzer konsept ile oluşturulmuş ve 2011’de finalist olmuş ve yeterince olgunlaşmış “Vertical Paris” projesini incelemenizi öneririm.
    http://urbanlabglobalcities.blogspot.com/2011/04/vertical-paris-by-finalists-cyrille.html

    Son olarak önerim, Arkitera’da neyin yayınlanmaya değer olduğunu, subjektif kriterlerle değerlendirmek yerine, Arkitera’nın editörlerine bırakmak daha doğru olacaktır.

    saygılarımla

  • ismail-tandogan says:

    Değerli Hatice Hanım,
    Sizin de cevabınızda belirttiğiniz gibi landmark olmak için “kendine has” olmak gerek.Sizin yaptığınızın Londra’ya has bir yanı yok. Artık pek çok yarışma projesinde bu yaklaşımı sıkça görüyoruz.
    Benim yaptığım yorumlardan Dubai ve benzeri silüetleri modern bulduğumu nereden çıkarttığınızı anlamadım. Şunu da belirtmek isterim ki, yorumlar tabi ki sübjektiftir. Yeter ki objektif verilere dayansın.
    Yaptığınız proje ile yolladığınız linkteki Vertical Paris projesi arasında öncülük ve “landmark” olma hususunda çok büyük bir uçurum var.Ayrıca Vertical Paris projesiyle kendi projeniz arasında nasıl bir bağ kurdunuz anlaşılabilir gibi değil. Yanlış anladığınız bir şey var sanırım. Ben “landmark” ne demek diye sormadım ki. Sizin yaptığınızın Londra gibi bir kentte “landmark” olmadığını söyledim. Bir de hangi kurum onaylamış olursa olsun, hatta Le Courbusier canlanıp methiyeler bile düzse tasarımınız ekstra bir değer kazanmayacaktır. Bunu da gözüme sokmanız çok hoş olmadı sanırım.
    Son olarak, Arkitera’nın neyi yayınlayıp neyi yayınlamayacağı konusunda elbette görüş bildiririm. Tüm demokratik toplumlarda olduğu gibi Londra ve İstanbul’da da son kullanıcı memnuniyetini veya memnuniyetsizliğini bildirir, son kararı da editörler alır.
    Bu eleştiriyi sizi kırmak için yapmadığımı bilmenizi isterim. Yine de kırdıysam özür dilerim.
    Saygılarımla

  • hatice-mert-yunak says:

    Degerli yorumlariniz icin tesekkur ederim. Kirilmadim elbette cünkü yorumlar benim icin önemli. Bu arada, London Eye bir landmarktir. Sadece bir dönme dolaptir. Londra’ya has bir özelligi yoktur.

    Belirtmek isterim ki proje saka degildi.
    Saygilar.

Bir yanıt yazın