“Yapacağınız Mesleğin Eğitimini Uygulayarak Alamıyorsanız Burada Bir Sorun Var Demektir”

Motto Mimarlık kurucu ortakları Heves Beşeli ve Onur Özkoç ile bir araya gelerek projeleri üzerinden eğitim yapıları, Türkiye'de mimarlık eğitimi ve disiplinler arası çalışma konularını konuştuk.

Öncelikle ofisinizin hikayesini dinleyebilir miyiz sizden?

Onur Özkoç: 2011-2012 döneminde yüksek lisans yaparken üç okul arkadaşı bir araya gelerek Motto Mimarlık’ı kurduk. “Neden ofis açmıyoruz?” diyerek heyecanla giriştiğimiz, şans eseri iş almamız ile şekillenen bir başlangıçtı.

Heves Beşeli: Yoğun bir şekilde çalıştığımız, ama hedeflerimizi istediğimiz derecede elde edemediğimiz, iki-üç senelik bir süreçten geçtik. Yaptığımız projelerin gerçekleşmesini görmemiz üç sene aldı diyebilirim. Bu başlangıç aşamasında ümitsizliğe kapıldığımız zamanlar da oldu, ama bir taraftan da henüz işin çok başında olduğumuz gerçeğini kabul ediyor olmamızın ve çevremizdeki kişilerin bizi bu yönde motive etmesinin de etkisiyle çalışmalarımıza devam ettik. Sonrasında ikimizin de doktora dönemi çok yoğun ilerledi. Bir yandan tezlerimizi bitirmeye çalışırken diğer yandan ofisteki işleri ilerletme telaşı ile dolu bir süreç geçirdik.

Ofisinizdeki çalışmalarınızın yanı sıra mimarlığın akademik tarafında da yer alıyorsunuz. Eğitimci kimliğiniz ve akademik tecrübeniz, eğitim yapıları üzerine çalışmalarınıza nasıl yansıyor?

OÖ: Akademi tarafında tecrübe sahibi olmak sorunların anlaşılması konusunda çok yardımcı oluyor elbette. Projelere sorunun özünü anlayarak yaklaşabiliyorsunuz. Karşıdaki insanın ihtiyaçlarını anlıyor olabilmek ve işverenin dilinden konuşabilmek bu noktada çok değerli.

HB: Tecrübelerimizi yansıtabilmemiz sadece bizim tasarımlarımız ile bitmiyor, aynı zamanda işverenin de yaklaşımımızı kabul etmesi gerekiyor. İşveren her zaman ihtiyaçlarının farkında olamayabiliyor. “Biz bir şey istiyoruz, ama ne istediğimizden de emin değiliz.” dedikleri bile oluyor. Eğitim alanındaki tecrübemiz, bu aşamada senaryonun kurgulanması açısından bizim için kolaylaştırıcı bir rol oynuyor. Eğitim mekanlarında mekan ekonomisi konusunun yanı sıra öğrenciyi o mekanı kullanmaya teşvik etme meselesi de var.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki ArchLabs projeniz eğitim alanında tamamlamış olduğunuz çalışmalardan biri. Bu projenizden bahsedebilir misiniz?

OÖ: Eğitim hayatımız boyunca içinde olduğumuz, bütünleştiğimiz bir alana sonradan dokunmak heyecan verici olsa da bir taraftan da hassas bir çalışma sürecini gerektiriyordu. Ben ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde araştırma görevlisiyken bu bölümlerden birinin dönüştürülmesi ile ilgili çalışmalar başlatılmıştı; fakat daha sonra birtakım nedenlerden dolayı çalışma yarım kaldı. Yaklaşık on yıl kadar sonra bu iş yeniden gündeme geldi ancak bütün tanımlar değişmişti. Fakülte binasının bodrum katı, yapılan eklemeler ile zaman içerisinde labirente dönüşmüş bir haldeydi ve bütün bölümlerden öğrencilerin de genel olarak faydalanabildiği bir alan değildi. Bu alanı nasıl kullanıma açabileceğimizi sorguladık ve “Alanın boşaltılması mümkün olabilir mi?” düşüncesi ile araştırmalarda bulunduk. Yaklaşık bin metrekarelik bir alan boşaltıldı ve “Bu alanı güncel ihtiyaçlara cevap verecek şekilde nasıl kullanabiliriz? Günden güne değişkenlik gösteren gereksinimler için alanda esneklik nasıl sağlanabilir?” diye tartıştık. Okuldan da bu konuda çok destek gördük tabii ki: başta Güven Arif Sargın, Arzu Gönenç Sorguç ve Adnan Barlas olmak üzere pek çok hocamız sürecin her aşamasında arkamızda durdular ve projeye katkıları oldu. Bizim amacımız mümkün olduğunca serbest alan yaratabilmekti. Deneyimlediğimiz bir çalışma alanı olduğu için de mekanın sorunlarına aşinaydık ve burada ne şekilde değişiklikler yapılabileceğine, mekan kullanımının nasıl şekillendirilebileceğine dair çok rahat fikir alışverişinde bulunabildik. Geçtiğimiz yıl bazı jüri çalışmaları da orada yapıldı, mekanın kullanıldığını görmek çok güzel ve keyifliydi.

ArchLabs: FabLab (Fotoğraf: Duygu Tüntaş)

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi’ndeki Rektörlük Ek Binası projeniz de üniversite yapıları bağlamında dikkat çeken bir çalışma. Projenin detaylarını bizimle paylaşabilir misiniz, nasıl bir proje süreci geçirdiniz?

OÖ: Bir dönem, devlet tarafından üniversitelere hibe edilmiş bir rektörlük binası tipi vardı. Farklı illerde ve farklı üniversitelerde aynı tip rektörlük binalarını görebiliyordunuz (halen görebiliyoruz). Ancak bu tip projeler bağlam düşünülerek ele alındığında, yapılardan yüzde yüz verim alınamıyor. Örneğin, Osmaniye’de inanılmaz baskın bir rüzgar var, ama aynı zamanda çok sıcak ve arada ani yağışların da görüldüğü bir iklim bölgeye hakim. Dolayısıyla bize bu koşulların oluşturduğu ihtiyaçlar da aktarılınca, bağlam bir anda çok önemli hale geldi. Yapının rüzgar alması, yapı içinde hava sirkülasyonunun sağlanması gibi detaylar ele alındı.

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Adana’nın güneyinde yeni kurulmuş, idealleri olan bir devlet üniversitesi ve daha önce bu kadar iyi iletişim kurabildiğimiz çok az idare oldu. Böyle bir rektörlük yapısının sonraki projeler için bir örnek teşkil etmesi isteniyordu. Rektörlük tarafındaki ekibin bu sorumluluğa sahip olması bizim için çok değerli idi. “Bütün çatıyı güneş panelleri ile kaplayalım.” dediğimizde en az bizim kadar heyecanlandılar. Yapı, bu paneller sayesinde bütün aydınlatma ihtiyacını karşılarken soğutma sistemine de destek olabilecek.

HB: Üniversitenin bu konuda bilinçli olması, enerji mühendisliği konusunda yatırım yapmak istemesi ve bu alanda eğitimi önemseyen bir politika izliyor oluşu ile projemiz eş zamanlı olarak ilerledi. Dolayısıyla birçok işverenin veya idarenin ilk yatırım maliyeti nedeni ile uzak durduğu bir yaklaşımın aksine yönetim, projeyi sürdürülebilir kılacak tasarım unsurlarını yapıya katmamıza imkan verdi. Bu, özellikle enerji konusunun günümüzde ne kadar önemli olduğunu, yeni bir yapının bu standartta olması gerektiğini gösteren bir çalışma oldu. Yapıda sürdürülebilirlik adına yalnızca enerjiyi ele almadık; dönüştürülebilir mekanlar, ortak mekanların daha esnek mekanlar olarak tasarlanması gibi prensipleri de göz önünde bulundurduk. Konseptte yer alan temel öğelere müdahale edilmeden yapı planlandı, bundan sonra ne olur bilemiyoruz ancak uygulamada da aynı titizliğin süreceğinden ben eminim.

OÖ: Bugüne kadarki deneyimlerimizde bazı işverenlerin birtakım kısıtlamalara gittiklerini gördük ancak bu proje çok farklı bir tecrübe oldu. “Yapılamaz.” demek yerine “Nasıl bir alternatif izleyebiliriz?” denilebilmesi bizim için bir fırsattı. Bizi anlamaya çalışan, bizim gibi düşünmeye çalışan birileri ile çalışmak bizim için çok değerliydi.

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Rektörlük Ek Binası

Üniversite yapılarını genel olarak ele alırsak şu anda Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Çoğu öğrenci hayallerindeki üniversite yaşamını büyük kampüslerde tanımlar iken, üniversite sayılarının artması ile birlikte iş hanından bozma yerleşkeler görmeye başladık… Sizin bu konuya yaklaşımınız nasıl?

OÖ: Bana en başta mimarlık, işletme, hukuk, mühendislik gibi bölümlerin aynı binada üst üste olması çok tuhaf geliyordu ama sanıyorum ki bu biraz da kurumların eğitim politikaları ile de alakalı. Özel üniversiteler genel olarak şehir içinde yer almak istedikleri için üzerine çok eğilemeden buldukları bir yapıya yerleşiyorlar. Bu anlaşılabilir bir istek, çünkü şehir hayatı ile iç içe bulunmanın ayrı kazanımları var. Ama öğrencilerin kampüs yaşamı hayalinin ve açık alan talebinin olduğunu da kabul etmek lazım. Sokakta hayatın içindesiniz, kampüsten farklı olarak birtakım pozitif tarafları var. Kampüslerde aranan değerleri bu tür binalarda sağlayabilmek de imkansız değil aslında, ancak çoğu zaman ekonomik nedenlerden ötürü istekler pratiğe dökülemiyor.

HB: Özel üniversiteler yer seçimi yaparken şehir hayatının içinde olmayı tercih ediyor, bu nedenle kurumlar farklı yerleşkeler ile noktasal dağılım gösteriyor. Bu birimleri ve birimlerdeki faaliyetleri bir araya getirebilecek bir ortak mekan olması gerekiyor, sanırım bu noktada ortaklaşma yok oluyor. Tek binada bir eğitim yapısı kurgularken neler elde edebileceğimizi sorgulayarak işe başlamamız gerekiyor. Ortak mekanlar üretebilmek önemli, çünkü bilginin gelişimi bu mekanlarda bilginin paylaşımı ile mümkün oluyor. Kampüs kültüründe farklı disiplinlerden öğrencilerin belirli birikimleri paylaşabiliyor olması ve bilginin ders dışında da yayılabilmesi eğitim açısından çok önemli.

OÖ: Özel sektörün eğitimde yer alması da bir yandan mekansal üretim anlamında rekabet oluşturuyor. On yıl içerisinde pek çok yeni üniversite açıldı ve bu kadar çok üniversite varken tercihler sürecinde farklı kriterler de önem kazandı, böylece mekan da önemli bir kriter haline geldi. Özel üniversitelerin sayısındaki artışın bir pozitif yanı, devlet üniversitelerini de daha iyisi için rekabete teşvik etmesi. Devlet üniversiteleri de kendi mekanlarını iyileştirme çabasına girdi. Bu birinci elden gözlemlediğimiz bir durum.

Eğitim yapılarının dışında da sosyal konut projeleriniz de dikkat çekiyor, bu projelerinizden de biraz bahsedebilir misiniz?

HB: Sosyal konutlara yoğunlaşmış olmamız ile farklı tipolojilere yönelik çalışma yapma imkanımız oldu. Tek tip konut yapmamamız gerektiğinin bilincinde, farklı coğrafya ve iklimlere uyumlu yapılar tasarlamaya çalıştık. Sadece iklimsel koşulları değil; oradaki sosyokültürel yapıyı da değerlendirdik. Sosyal konutu apartmanlardan ayıran bir nokta da bu: oradaki yaşamı da tasarlamak gerekiyor. Çok farklı illerde projeler yaptık ancak hiçbiri birbirinin tekrarı olmadı, çünkü her biri içinde bulunduğu çevrenin ihtiyaçlarına cevap verebilsin istedik. Böylece farklı bir konut repertuvarımız oldu elimizde.

Sakarya Sosyal Konut

Bu konuda ofis olarak analiz süreçlerini nasıl yürütüyorsunuz?

OÖ: Elbette büyük ölçekli projelerde halk ile görüşmek ve alanı yerinde incelemek gerekiyor. Biz bütün projelerimizde alanın demografik değerlerini de inceliyoruz, zaman kısıtlı ise istatistikler bize yol gösteriyor. 

HB: Sadece konut projelerinde de değil, tüm projelerde bu analizleri yapmaya özen gösteriyoruz. Tabii ki her projeyi anketler ile desteklemek mümkün olmuyor, zamanımız kısıtlı olabiliyor veya daha öncesinde çalışma alanına yönelik yakın zamanda herhangi bir inceleme yapılmamış oluyor; bu noktada da biz kendimiz kaynak araştırmaları ile bölgeyi anlamaya çalışıyoruz. Sunumlarımızda hep bir üst ölçekten alana bakmaya çalışıyoruz, bir proje kitapçığımız olacaksa o kitapçığın yarısı alanı anlatsın istiyoruz ama bunlar vakit gerektiren çalışmalar. Çok kısa süre içerisinde çalışmamız gerekse de bir şekilde bu aşamayı projeye dahil etmek için çaba sarf ediyoruz. Bu projelerin arkasında bir araştırma sürecinin yer aldığını göstererek, hala bazı işverenlerin düşüncelerinde “alan veriyorsun, çiziyorlar” ile sınırlı kalan mimar rolünü değiştirmeyi misyon edindik. Bu araştırma aşamasının gerekliliğini herkese göstermeye çalışıyoruz. Bu araştırmalar, bir yandan özel sektör projelerinde istenen projenin alan için uygun olup olmadığını anlamak adına da hayati önem taşıyor. İşverenin aklındaki proje, alan ile uygun olmayabiliyor ve bunu araştırma aşamasında saptamak gerekiyor, bu çoğunlukla atlanan bir nokta.

OÖ: Nüfusun yüzde doksanının evli göründüğü bir yerde 1+1 modelin çok iyi bir çözüm olmayacağını, çocuk nüfus fazla ise çocuklar için gerekli birtakım birim ve işlevlerin yapı programına girmesi gerektiğini söyleyebiliyorsunuz. Bunlar disiplinler arası çalışmanın tecrübe edilmesi ile öğrenilen şeyler; farklı dalların bir araya gelmesi ile çok farklı şeyler öğreniyorsunuz. Mimarlık, iç mimarlık, şehir ve bölge planlama gibi birbiri ile dirsek temasında bulunan her disiplinden öğrenilecek birçok şey var.

HB: Bu şekilde ortaya çıkan projelerin hepsini de aslında mimarın yetersizliği olarak yorumlamamak lazım. Türkiye gerçeğinde belirli sorunlar var, bunların bir tanesi disiplinler arası durumun yadsınarak birtakım işlerin yapılıyor olması. “Plancı sınırları çizer, mimar onun içini düzenler” gibi bir algı var. Üst ölçekte her şey tamamlanmış gibi görülüyor ancak mimarın o sınır içine girebilmesinin bin türlü yolu var. Bu aslında iş verilme biçimleri ile alakalı: çünkü bu bir mimari proje olarak mimarlık ofislerine veriliyor, yapılacak işin belirli bir ölçek ile sınırlı kalması normal gibi düşünülüyor ve size yalnızca o alanda yapacağınız çalışma için bir süre tanımlanıyor. Örneğin çoğu zaman bin konutluk bir proje için “İki tip bina çizilse, her birine on beşer gün yeter.” diye düşünülüyor ancak tasarım aşamasından öte, bunların bir arada oluşunun nasıl mümkün olacağını diğer disiplinlerden bireyler ile bir arada düşünmek ve kurgulamak için ayrıca bir zaman gerekiyor. Bu süre de çoğunlukla mimara verilmediği için mimarlar da bu sınırlar içerisinde bir çalışma yapmak durumunda kalıyor.

Eskişehir Sosyal Konutları

Disiplinler arası etkileşimde kopukluklar sanıyorum biraz da eğitim döneminde başlıyor. Gözlemlerinize dayanarak, sizce mimarlık eğitiminin ne gibi sıkıntıları ve eksikleri var?

OÖ: Mesleğe başlamadan, eğitim aşamasında bu disiplinler arası çalışma alışkanlığının öğrencilere aşılanması gerekiyor. Bölümler arasında etkileşimi başlatacak bir faktör aracılığı ile bölümlerin birbirini tanıması, bilmesi ve en baştan bir ortak çalışma kültürü yaratılabilmesi çok önemli. Sadece tasarım alanındaki disiplinlere de değil, idari taraf ile etkileşime de odaklanmak gerekiyor. Günümüzde akıllı şehir projeleri konuşuluyor, bu da parsel bazında dönüşüm ile gerçekleşebilecek bir olay değil. Üst ölçekte donanım sahibi olunması gereken, uzun ve çetrefilli bir yol bu. Bu konuda ülkece pozitif bir üretim oluşturamamamızın sebebi, fakültelerdeki kopukluğun bütün disiplinlere yansımış olmasından kaynaklı olabilir. Daha mimarlık fakültesinde komşu atölyede yapılanlardan haberimiz olmuyorken, işin idari kısmı ile bir birliktelik beklemek aslında zor olanı istemek.

Diğer derslerle ilişkiler de çok önemli; stüdyo derslerinin yanında verilen derslerin stüdyoya entegre edilemediği durumlarda verilen izole bilgileri öğrenci bir süre sonra aklından siliyor. İnsanı kültürel olarak besleyen bilgiler kullanılmadıkları takdirde bir süre sonra kayboluyor.

Mimarlara has bir diğer problem, pratik ile okulun uyumlu olarak gitmiyor olması. Tıp ve hukuk gibi, eğitim ile pratiğin tam anlamıyla iç içe geçtiği bir yaklaşım yok mimarlık eğitiminde. Hatta işin eğitim tarafına yakın hissedenler ile pratik tarafında yoğunlaşanlar arasında kutuplaşmalar dahi olabiliyor. Bunun bir çaresini bulmak lazım, yapacağınız mesleğin eğitimini uygulayarak alamıyorsanız burada bir sorun var demektir.

HB: Eğitimdeki güncel sorunları ofisimize katılan yeni mezun arkadaşlar ile birlikte görebilme imkanımız oluyor, çok farklı üniversitelerden gelen arkadaşlarımız var. Diğer derslerin servis dersi olarak algılanmasındaki yanılgıyı biz bu kişiler üzerinde görebiliyoruz ve projenin çizimi dışındaki aşamalara çok hakim olamadıklarını fark ediyoruz. Projenin bir malzeme ve alan araştırması gerektirdiği, strüktürel sistem ve detaylar üzerine nasıl çalışılacağı düşünülmüyor. Eğitim verdiğimiz kurumlarda mimar olarak yaptığımız şeyin sadece “bina tasarlamak” olmadığını göstermeye çalışıyoruz; birçok üniversite de bunu misyon edinmiş durumda ancak öğrenci yine de bir şekilde bina tasarlamaya odaklı olarak mezun oluyor. Bu sorunun çözümü ise müfredatı bu yönde şekillendirmekten geçiyor, ancak bu da yeterli bir çözüm değil. Belki bu sıkışık müfredatın, öğrencinin kazanması gereken becerilerin dört yıla sığdırılması da bir sıkıntı olabilir. Dört yıllık bir müfredat içerisine neler sıkıştırılabileceği belli, pratik deneyimin eğitim aşamasında eksik kalmasının bundan kaynaklı olduğu söylenebilir. Başka ülkelerde bu eğitim 3+2 yıl sistemi ile yürütülüyor, bazı ülkelerde sadece lisans eğitimi beş yıl sürüyor. Bu Türkiye gerçeğine de uygun bir yaklaşım olmayabilir, mezun olur olmaz maddi kazanç elde etme konusunda ciddi kaygılar yaşayan bir ülkeyiz ve eğitimin bir yıl uzamış olması çoğunluk tarafından bu anlamda bir kayıp olarak görülebilir.

Okulda idealize edilmiş ortamın, dışarıda olmadığını görmek de mezuniyet sonrası isteksizlik yaratabiliyor. Dünyanın her yerinde gerçek koşullar ile okulda görmüş olduğumuz koşullar fark gösteriyor elbette ama gerek ekonomik koşullar, gerek işlerin verilme biçiminden dolayı Türkiye’de bu durum biraz daha farklı.

OÖ: Pratik yapanların da eğitim sürecinde destek göstermesi, okullarla iç içe olması lazım. Okullar ile ortak projeler yürütülebilir. Bu şekilde hocalarımızla birlikte bir kültür merkezi için parametrik kolonlar tasarladık. Öğrenciler de eğitim süreçlerinde böyle çalışmalara katılabilseler ve öğrenci-pratik arasındaki ilişki biraz daha erken başlayabilse herkes için çok daha verimli süreçler olacağına inanıyorum.

Galeri Nev Kırlangıç (Fotoğraf: Duygu Tüntaş)

Kalecik Kültür Merkezi

Etiketler

Bir yanıt yazın