Ötekilerin Mimarlığı

İnsanın olmadığı, insanın dikkate alınmadığı bir mekan ister yeni, ister eski olsun, genellikle, harabedir, metruktur. Buz gibidir. Yaşamaz. Yaşayamaz. Soluk alamaz. Dokunulmaz. Belki sadece bir fotoğraftır.

Büyük kentlerin bir çoğunun neredeyse nefes alınamaz hale geldiği, her yerin ağzına kadar bina dolduğu, mekanlarında, binalarında altalta üst üste yaşadığımız, politikacısından mimarına, bir çok meslek grubuna herkesin proje ile yatıp kalktığı, çevremizi kendi anayışımıza göre kusursuz, steril hale getirmeye çalıştığımız bir dünyamız var. Bütün kurumlarıyla, okulları ve aktörleri ile mimarlığımız, bu projeye dayalı yaşamın orta yerinde yer alıyor. Mimarlığın dışında ise adeta başka türlü mimarlıklar bizi sarıyor. Aşağıda sözünü ettiğim ve yıllar önce kaleme aldığım ve yine arkiterada yayınlanan bu hikaye ve onun kahramanları da etrafımızdaki bize başka türlü yollar gösterebilecek, belki de tasarım süreçleri, estetik anlayışları üzerine tartışma açabilecek, hatta ders alabileceğimiz o mimarlıklardan ya da başka türlü tasarım ortamlarından biri. Hatta oriinal hali ile bir tür prototip.

İnsan kendi iç dünyasından, içsel mekanından çıkıp, yanıbaşındaki mekanda olduğunda, o mekanın bir parçası olur. Bir oyuncudur. Sahnededir. Oyunun içindedir. İçselliğimiz, duygularımız, davranışlarımız fiziksel bir mekanda, inşa edilen çevrede bir bakıma bizi var eder, bizi açıklar. Bütün bu fiziksel çevre, içindeki sayısız yaşamı çevreleyen bir dekordur. Tabii ki doğa da kendi kuralları ile tasarlanmıştır. O da, doğal bir şekilde inşa edilmiştir. İnsan eli ile inşa edilen çevre doğayı da etkiler. Ya da tersi olur doğa da onu etkiler. Tek olduğunuzda, fiziksel çevre ile onun mekanlarıyla ilişkiniz başkadır. İki kişi olduğunuzda başkalaşır. Bir grupta olduğunuzda farklı olur. Mekanın algısı da değişir herkese göre, zamana, ana, olduğunuz atmosfere bağlı olarak. İnsanın, insanların o anda yaptıkları, yapmak istediklerine ilişkin ruh halleri işin içine girer. Sohbetler, sohbetlerin şekli, bir toplantı ya da bir konser, söyleyen, dinleyen, bir maçta oynayan, onu seyreden, pretesto için yürüyen, bir kürsüye çıkıp konuşan ile onların tepki, coşku, heyecan, sevinç ya da kuşkuları, kısacası hepsi fiziksel olmayan mekanın, fiziksel olan ile içi içe giren parçalardır. Duygular, davranışlar, çevre ile biraradadır. Ama her şeyin ötesinde insan, bu içsellik ve onu çevreleyen duygu ve davranışlar ile fiziksellik arasında mekanın belirleyicisidir.

İnsanın olmadığı, insanın dikkate alınmadığı bir mekan ister yeni, ister eski olsun, genellikle, harabedir, metruktur. Buz gibidir. Yaşamaz. Yaşayamaz. Soluk alamaz. Dokunulmaz. Belki sadece bir fotoğraftır. Bir bakıma mekanda gözleyen de tanımlayan da, belirleyici olan da, yorumlayan da insan olur. Hatta insan aslında mekanı yapandır, duvarların, çatıların, döşemelerin fiziksel çevrenin çok ötesinde. Hızla akan yaşamın ritmi içinde bir sokakta, meydanın ortasında, kentin üzerinde dolaşan dev bir balonunun sepetinde, bir odada, sakin bir kahvehanede, peysajda, videolarda, filmlerde, resimlerde ya da çok daha başka mekanlarda hep insan vardır değişik rolleriyle.

İçsellik ve fiziksellik arasındaki mekanın spekülasyonunda, yüksek teknolojiyi, gökdelenleri, atom santrallerini, astronotların kapsüllerini, uzayı, hızı, interneti doları, euroyu, ünlü tasarım yapıtlarını, boy boy çekilen imajları bir kenara bırakalım, tam ters tarafa hatta çok daha başka bir yöne doğru gidelim. Medeniyetin beşiği Büyük Britanyanın Başkenti Lonradaki saklı bir köşeye, pek bilinmeyen bir dünyaya yaklaşalım yavaş yavaş. Bu mekanda insanların yüzleri asıktır, üzüntülüdür. Gülüşleri normal yaşamda rastladıklarımıza benzemez. Oradaki çiçeği burnunda gençler, genç sevgililer bile bu gerçeklerden fazlasıyla payını alır. Hepsi yorgundur. Yüzlerdeki çizgiler derindir. Yılların acıları üzerlerine sinmiştir.

Bu insanlar mekanlarını kendileri tasarlarlar, kendileri için tasarlarlar. Hatta tasarladıklarını bile bilmeden, kimseyi umursamadan tasarlarlar. Canları nasıl isterse yatma yerlerini, oturma mekanlarını, yemek yeme yerlerini, eğlendikleri yerleri planlarlar. Malzemeleri sağdan soldan buldukları, sokaklardan, çöp tenekelerinden topladıklarıdır. Çünkü genellikle paraları yoktur. Zaten orada para pul çok geçerli de olmaz. Buranın insanları, “Homeless” ler, yani evsizlerdir. Waterloo Köprüsü’nün altındaki görünmez Krallığın sakinleri, üzerlerinden geçen metronun, trenlerin oradan oraya koşuşan Londralılar’ın yanıbaşında adeta yaşamı alabildiğince yavaşlatırlar. Zaman başka akar burda. Biraz dikkatli bakıldığında burası aslında gerçek yaşamın içinde, göbeğinde bir okuldur. Tasarımın ünlülerini yetiştiren önemli okullar, AA, Bartlett, Royal College of Art’ın hemen yanıbaşında, Waterloo Köprüsü’nün altında birbirine benzeyen, biribirini olduğu gibi kabul eden başka türlü tasarımcılar ordusu biraradadır.

Tabii ki onlara Sir unvanı verilmez. Bırakın onu, arada bir bu ünvanı törenlerle dağıtan, üzerine güneş batmayan ülkenin kalbi Buckingham Sarayının meşhur Kral ve Kraliçesi’nin haberi bile olmaz burada olanlardan. Waterloo Köprüsü’nün altında yaşam sürerken oradakilerin yaptıkları, sanki her sabah beyaz boş bir kağıda birşey yazmak ya da çizmek gibi birşey olur. Bomboş bir mekanları vardır. Oradan buradan el yordamı ile bir şeyler bulurlar. Ertesi sabah ne olacağı bilinmez. Yapılabilir, yıkılabilir, tekrar yapılabilir ya da akşam tekrar açmak için mekanlarını bir kenara toplarlar. Hepsi bomboş mekanda yaratırlar mekanlarını bir daha bir daha. Mekanlar gelir gider, geçicidir.

Listenin en başına not edilebilecek en anlamlı olan mekanlardan biri, kolonun dibini kendisine yer edinen orta yaşlı adamın mekanıdır. Yukarıdaki ışık ile yeri hiç bir raslantıya yer bırakmayacak şekilde özel olarak seçilmiştir. Yorgun bir beden, kendi dünyasındadır. Düşüncelidir. Neredeyse kafası düşecektir. Muhtemelen biraz da içkilidir. Yaslandığı brüt beton kolon her şeyi, onun mobilyası, dayanağı, temel direği olmuştur. Sırtını oraya verir. Planı, bu kolon ve ekseni belirler. Ekseninde dinlenir, ekseninde yatar kalkar ve boylu boyunca uzanır. Kolonun uzantısı aynı zamanda yatağı olur. Beton kolonun bir yanında diğer tarafına, bazıları dikdörtgen, bazıları kare altlıklı yollarda gördüğümüz garajın bir tarafından topladığı trafik bariyerleri ile çevirir. Ortaya bir battaniye serer. Onun da altında karoların üzerine, ince her ne malzemeden ise portatif bir altlık koymuştur. Trafik konileri, bulunduğu yeri işaretler. Bir elips formunda herşeyi çevrelemiş, konturlamış etrafı çevrilmiş arsası olur. Düşünceli adam herşeyin ortasında olsa da, bir çok kişininde yaşadığı genel mekandan bu yolla kendini ayırır. Mekanın kapısı bacası bulunmaz. Bir kolon etrafındaki 9-10 koni, eşyalarını koyduğu bir karton kutu ve baş ucundaki beyaz kutusu ile içki şişesi onun özel mekanı, onun odası olur. Sanki adım adım bilinçli yapılmış, planı çizilmiş, malzemesi seçilmiş, estetiği oluşturulmuş bir spontane tasarımdır. Değişebilir, taşınabilir kaldırılıp başka bir yere götürülebilir diğer birçok örnekte olduğu gibi.

Burada yaşayan bir diğer düşünceli evsizin yatma yeri ise alelacele bakkaldan bulunan kutularla bir kabine dönüştürülmüştür. Üzerindeki tek parça karton ise yatma kutusunun kapağı, üst girişi olmuştur. Karton kabuk içerisini sıcak tutar. Adamın kafasının da çıktığı boşluk ise hava almaya yaramaktadır. Başının hemen arkasındaki duvarda yer alan alçak yükselti onun bardaklarını koyduğu bir raf haline gelmiştir. Hemen ilerisinde bir başka adamın yatak mekanı ise olabilecek en basit hale getirilmiştir. Altında bir karton, üstünde beyaz bir örtü onun uyuma mekanını oluşturur. Ayakkabıları dahi çıkarmadan duvarın dibine uzanıp uyunabilir. Bir başka örnekte ise dört köşe koltuğunun yan yana gelmesi yolu ile oturmak için bir orta mekan yaratmıştır. Yine kimbilir kaç kolonlu garajın bir kolonun yanında mekanda bu dörtlü koltuk adeta yüzer. Koltuklar evsiz gençlerin, yaşlıların oturma odasıdır.

Waterloo Köprüsü’nün altındaki dev garajın bir başka yerinde, bir yerden buldukları eski masa ise buradakilerin bir çoğunun toplandığı başka bir merkezi mekan haline gelmiştir. Londralıların çoğu gece yarısı saatinin vuruşunu Trafalgar Meydanı’nda karşılarken onlar bu masanın etrafında toplanırlar yılbaşı kutlamalarında. Herkes güzel elbisesini giymiştir. İçkiler içilir, sohbetler yapılır. Sonunda masadakilerden bazıları uyuya kalmıştır. Gençler yeni gelen yılı ateş yakarak kutlarlar. Bazıları yanlız, elinde plastik bardakdaki içkisi bir arabanın kaportasına yaslanmış uzaklara gider. Bazıları ise el eledir yüzlerindeki derin ifadelerle. Yaşlılar masada oldukları yerde otururken uyur vaziyettedir. Ayık kalmaya çalışan sakinlerden bazıları ise elindeki kahveleri ile uyuyanların yanında masaya yakın ayakta kalmaya çalışır. Yine başlar düşmüş, uyuma ile uyumama arasında bir yerlerdedir oradakiler. Bir çoğunun yüzündeki hüzünlü izler Waterloo’daki mekanları tanımlar.

Başladığımız yere tekrar geri dönüp, iç ile dış arasında, içsel mekan ile inşa edilen fiziksel mekan arasında gidip gelelim. Okullarda genellikle gerçek mimarlık, yani duvarlara, döşemelere, pencerelere, çatılara bağlı fiziksel mimarlık, fiziksel tasarım öğretilir. Üretilen projelerde buna bağlı estetik anlayışla bakılır, değerlendirilir her ne kadar istisnalar olsa da. Projeler genellikle problem çözmeye yöneliktir. İnşa edilebilecek binalar ve çevredir. Bunun dışında içsel, duygulara yönelik yanın geliştirilmesi hedef alınmaz. Bu taraf eğitimde genellikle sır olarak kalır. Gerçek mimarlıktır gündemde olan. Geçerli olan odur, Çünkü para kazandırandır.

O tür bir mimarlığı öğrenmeye başladığınızda, işverenlere, alım satım arasındaki bir mimarlık dünyasına, ticari bir dünyaya hazırlanırsınızdır. Sizin bir işvereniniz, işverenleriniz olmalıdır. Nasıl olursa olsun öyle ya da böyle size iş verecek birini bulmanız önemlidir. Firmaların yaptıkları kataloğlardan, oradan buradan seçip kullanacaklarınız önemlidir. Eğer tasarımcı iseniz sizin portfolionuzu çok sayıda bina doldurmalıdır mimar olduktan sonra. İş kaçırılmaz. Bu önemlidir. Yeni bir iş, bir başka işi, işveren başka bir işvereni getirir. Bunlar da güç demektir başka ilişkiler demektir, daha çok, daha çok proje demektir. Çoğumuzun bir şekilde, öyle ya da böyle, bir yerlerinden bulaştığımız, baş etmeye çalıştığımız bu örgüde, her şeyi belirleyen para demektir. Paraya dayalı bir sistem, onun anlayışı, onun estetiği, onun mimarı, onun her türlü mimari çevresi demektir.

Ama Waterloo Köprüsü’nün altında yaşayanların böyle kaygıları, böyle kavgaları olmaz. Onlar evsizdirler. Parasızdırlar. Herşeyin ötesinde neredeyse çırılçıplaktırlar. Başka bir dünyanın insanlarıdır. Ama yine de bizim dünyamızın hemen yanıbaşındaki başka bir gezegenin isimsiz tasarımcılarıdır. Tabii onlar da problem çözerler. Ceplerini poundlarla, dolarlarla doldurmak için değil en basitinden yaşamak için, birkaç saatliğine uyumak için, oturmak için tasarlarlar. İşte bu yerin altında gördüğümüz boş alanda yapılmış örneklerde insanların içi dışı bir araya gelir. Başka bir formda içteki duygular, dış dünyaya, fiziksel çevreye taşmıştır, bütün renkleriyle. Her iki yanın bir anlamda birleştiğini izleriz. Mekanın içi dışı birdir burada. Ortadaki perde kalkmıştır. İnsanların içsel dünyalarının korkuları, endişeleri, gülümseseler bile yüzlerine, spontone yaratılarına sinmiştir. Waterloo’nun altındakilerin oradaki mekanları, ilkel gibi görünen ama aslında çok başka izler taşıyan örneklerdir. Oradaki mekanların formal yanları bir yana, içsel dünyamız ile bizim hemen dışımızdaki adımımızı attığımızda, uyandığımızda içinde olduğumuz dışsal, inşa edilen çevre arasında dikkatle okunmayı bekleyen ipuçları içermektedir. Belki de neolitik devirlerden günümüze kalan duvar resimlerine benzerler. Modern bir çağda sanki taş devrinden günümüze gelirler. İçsel ve dışsal dünyanın bir mekanda, apaçık görünen yüzü olurlar, öğrendiğimiz parametrelerin ters yüz edildiği, kabullerin farklı işlediği, programların, metre kare hesaplarının olmadığı ya da başka türlü olduğu, kısacası düşündüren bir örnek olarak…

* Yılbaşı günlerinin sonrasıydı ve yaklaşık 19 yıl önceydi. Hocama, 1990 yılının başlarında yazdığım bu yazının ilk orijinal halini İngiltereden göndermiştim. Bazı krokiler de eklediğim bu metin, 13 Ocak 1990 sayılı, İndependent Gazetesinin Pazar ekindeki P. Barker’ ın makalesinde yer alan, N. Libbert’ in çektiği fotoğraflardan yola çıkan bir yazıydı. Kısa süre önce Hocayı yitirdiğimiz günlerde, sağda solda bazı notlar, çizimler ile ilgili fotokopiler buldum. Metni son haliyle yeniden kaleme aldım. Yazıyı, bize bütün kalbini veren, her birimize başka bir mimarlığın kapılarını açan çok özel bir birine, hocamız Muammer Onat’ a saygıyla adıyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın