Dünyada Musluktan Akan Suyun İçilmediği Birkaç Ülkeden Biri Türkiye

Atlas Dergisi'nin eski yayın yönetmeni, şimdilerdeyse Magma isimli yeni bir doğa dergisinin hazırlığında olan Özcan Yüksek ile ekoloji ve kent meselelerini konuştuk.

1 Ekim’de bayilerde yepyeni bir doğa dergisi göreceğiz: Magma. Atlas Dergisi eski yayın yönetmeni Özcan Yüksek’in yayın yönetmenliğini yaptığı Magma dergisi tüm hiyerarşik bağlardan kopmuş, özgür, muhalif, kollektif bir platform olarak yola çıkıyor. “Derginin amacı gezegeni kurtarmak” diyen Yüksek, derginin bundan sonra doğa direnişinin sözcülerinden biri olacağını belirtiyor.

İstanbul’da bu yaz yine gündem olan su sorunu ile ilgili Yüksek, su kaynaklarının sadece yağmurla değil, tek tek ağaç yapraklarındaki nemlerin damlamasıyla biriktiğini söylüyor ve ekliyor; “ormanları ortadan kaldırırsak ihtiyacımız olan su kaynağı da ortadan kalkmış oluyor”. Türkiye’de artık doğa yağmasına yönelik bir ekonomi olduğunu ifade eden Yüksek, derginin en önemli görevinin de bu talanı durdurmak için ne kadar acil durumda olduğumuzu insanlara duyurmak olduğunu belirtiyor. “Güçsüzün gücüyüz” mottosuyla yayın hayatına başlayacak olan Magma dergisini, güncel ekoloji ve kent meselelerini Özcan Yüksek ile konuştuk.

Atlas Dergisi’nden ayrılmanız nasıl oldu?

Genel olarak Türkiye’de olan bitenler gibi bir dergide veya şirkette de aynı şeyler yaşanıyor. Şu veya bu görüşten bağımsız olacak şekilde hiyerarşik, merkezci, tepeden dayatmacı gibi yaygın bir kültür var. Bizim yaptığımız işin yapısı da buna müsait değil. Yani biz o kadar yukarıdan buyruklarla, parmak gösterilerek yapılacak işler yapmıyoruz. Şu kömürü şuradan şuraya taşı deseler belki onu mecburen yapabiliriz ama bizim yaptığımız yayın işi yaratıcı bir iş. Dolayısıyla o özgürlük ortamı olmadığı için ayrıldık. Nedenleri üzerinde daha fazla durmak istemedim çünkü yapmak istediğimiz yeni bir dergi var ve bu dergi o veya buna bir anti oluşturmasın, kendi işimize yoğunlaşalım ve onu yapalım istedik. Zaten derginin amacı dünyaya çekişmesiz, rekabetsiz, birlikte bir şeyler yapılabileceğinin örneğini göstermek. Öyle bir dünya görüşümüz var bizim. Şu veya bu dergi ile de rekabetimiz yok.


Magma Dergisi’nin ilk sayısı Amazonlar’ın Sırrı konusuyla çıkıyor

Peki Magma dergisi fikri nereden çıktı? Neden böyle bir dergi çıkarmak istediniz?

Aslında Atlas’tan ayrıldığım gün arkadaşlarımla buluştum, o zaman öyle bir karar aldık. Bizim yarattığımız, okurlarla birlikte paylaşarak etkileşim halinde oluşturduğumuz 20 yılı aşkın bir süreç var. Bu sadece bir şirket ile yok edilebilecek bir şey değilse eğer biz bunu devam ettirebiliriz diye düşündük. Güçsüzüz, ama çok iyi biliyoruz ki doğada güçsüz olan güçlüdür. “Güçsüzün gücüyüz” düşüncesiyle okurlarımıza verilmiş bir söz var diyerek bu dergiyi hemen o gün çıkarma kararı aldık. Herkes cebinden birkaç kuruş verecek. Güçsüzlüğümüzü bertaraf edecek hiçbir çabanın içine girmedik, yani bir yerden sermaye bulalım, sırtımızı dayayacağımız bir şey olsun istemedik. Biz güçsüzlüğümüzü güç olarak kullanmak istedik. Okurlarımızla bir ilişkimiz var, o ilişkimizi devam ettirmek için fikir ortaya çıkar çıkmaz olmayan bir derginin twitter üzerinden hesabın açtık, adı bilinmeyen dedik, adı bile yoktu. Bunlar pazarlama kampanyası değildi ama bizi küçük ölçekli bir efsane haline getirdi.

2071 hedefine gelmeden gezegenin doğasının ömrü bitecek

İçeriğini nasıl kurguladınız, neler göreceğiz?

Aslında bu derginin bir amacı var artık. Bir dergi çıkaralım ve satsın, reklam alsın, şirket bundan kazanç elde etsin gibi bir amacımız yok. Zarar etmeme gibi bir amacımız var ama dergiden zengin olalım gibi bir derdimiz yok. Derginin aslında bir amacı var ve nasıl bir dergi olacağının cevabını da o amaç veriyor. Derginin amacı gezegeni kurtarmak. Birlikte tabii ki. Şimdi hedefler var ya, 2071 vs gibi. O hedefe daha gelmeden gezegenin kendi doğasının ömrünün biteceği zamanlar da var. Yani 2020’de şu kadar derece artacak, şu kadar orman, biyolojik çeşitlilik yok olacak şeklinde. Dolayısıyla şu an çok acil bir durumdan geçiyoruz zaten. Bunu biz işimiz gereği herkesten fazla biliyoruz. Bizim görevimiz bunları sürekli bir şekilde insanlara duyurmak. Dergi hem bunları yansıtacak hem de bu durumun nasıl düzeltilmesi gerektiğinin yollarını araştıracak, kendi düşüncelerini söyleyecek. O yüzden gezegeni yok eden tavırlar, ilişkiler, bakış açıları derginin içinde olsun istemiyoruz. Doğayı ve yaşamı bir kenara atan, hırs, çekişme insanlığın, doğanın, kültürlerin, hayatına mal oluyor. Böyle bir kültüre karşılık diğer kültürleri aktarmaya çalışacağız.

Kent ve çevre medyası üzerine konuşalım isterim. Bugün doğa ve kent meseleleri üzerine yapılan yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela Atlas en bilinenlerden bir tanesi… Magma farkını nasıl ortaya koyacak?

Mesela biz okurlarımıza “dergiyi alsın, oradaki fotoğrafı görsün işine gücüne gitsin” demenin ötesinde dergide gördüğü fotoğrafın kendisinde buluşma randevuları verdik. Henüz Türkiye’de Gezi ayaklanması başlamadan evvel İstanbul’un boynuzlu köprülerini yazdık, yıkılan eski mahallelerinde okurlarımızı dolaştırdık. Hatta Galatasaray Meydanı’nda sivil protestolar da yaptık. Okurlarımıza önem vermemiz biraz da derginin içeriğini korumak anlamına geliyor çünkü onlar yok olursa biz kim için üreteceğiz? Zaten doğamızı korumamız gerekiyor, tarihe ve kültüre sahip çıkmamız gerekiyor. Bunun örneklerini okuru pasif bir aktör olmaktan çıkararak, birlikte hareket ederek ve yanımıza mutlaka STK’ları alarak gösterdik. Bunları da burada devam ettireceğiz. Biz şirket değiliz artık, biz bunu her şeye rağmen yapıyorduk. Şimdi kendi dergimizde biraz daha rahatız çünkü dergimiz çok paydaşlı bir ortam; STK’lar da var işin içinde, hem derginin söz sahibi hem ortağı diyelim, hem de içeriğine katkıda bulunan olarak. Aslında tüm STK’lara açığız ama organik olarak Buğday Derneği ve Doğa Derneği, Gola Derneği ile varız. Artık bir medya kuruluşunun dergisi değil, okurların, doğayla ilgili STK’ların içinde olduğu bir dergi modelini hayata geçiriyoruz.

Bugüne kadar insanlarda “Kurtar beni falanca örgüt” duygusu hakimdi

Son yıllara kadar doğa mücadelesi TEMA, Greenpeace gibi kurumlarla özdeşleşmişti. Ama şimdi daha tabandan bir mücadelenin verildiği görülüyor, köylüler kentliler HESler, nükleer santraller için ayakta. Bu dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugüne kadar vardı da görünmez miydi bu mücadeleler, farkındalığımız mı gelişti?

Aslında burada tabanın geç kalmasıyla alakalı bir durum yok. Doğa koruma hareketinin örgütlerinin mutlaka çok büyük katkıları vardır ama, ben de onların içinden biri olarak özeleştiri vermiş olayım, gezegenin yok olmasına gözükara bir rekabet yol açtığı için amacı “iyi” de olsa konu aynı rekabet, ilişkiler, kavramlar olduğunda logolararası ve derneklerarası bir rekabet ortaya çıkıyor. Bu aslında doğayı yok eden genel çarka hizmet eden bir şeydi. Korunmuş gibi oluyordu göreli olarak ama eğer biz o yokolmaya neden olan ilişkilern yerine yeni ilişkiler üretememişsek o bir süre sonra yine yok olacaktır. Şehirdeki insanlar medyada isimlerini gördükleri derneklerin doğayı kurtaracağını düşünüyorlardı, çünkü isimlerinden çok bahsediliyordu. Kendileriniyse zavallı, tekil, hiçbir şey yapamayan insanlar olarak görüyordu. “Kurtar beni falanca örgüt” duygusu vardı. Bu doğayı kurtaran bir davranış değildi. Belki bir baskı yaratabilir ama Türkiye’de artık hükümet ondan da çekinir durumda değil. Çünkü kendi dayandırdığı ekonomisinde, hedefler halinde açıkladığı stratejisinde tamamen bir doğa yağması var. Dolayısıyla topyekün kırından, kentinden bir tepki olmadığı müddetçe durdurmak mümkün değil.

İnsanları daha pırıltılı yerlerde yaşatmak uğruna Anadolu’yu yok etmek üzerine kurulmuş bir anlayış var

Kentsel toplumsal mücadeleler ile ekoloji mücadelesi iç içe geçti. Mesela 3. Köprü kuzey ormanlarının yok olmasıyla, 3. havalimanı kuş göç yolları üzerinde olmasıyla tartışıldı. Bunun avantajlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında öteden beri doğa hareketinde hep bir ikilem vardı. Doğa bizim uzağımızdaydı, özellikle İstanbullular için doğa otobüse atlayıp gidilebilecek Belgrad Ormanı’ydı mesela. Zamanında bir dalının kırılması ömür boyu kürek mahkumiyeti ile cezalandırıldığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Sadece 1. dünya savaşı sırasında İngilizler’in orayı işgal ederek oradaki meşeleri kesip götürmüşler, onun dışında kimse dokunamamış, muhafaza ormanı denimiş fln. İstanbul, doğa deyince Anadolu’yu, dereleri, Toroslar’ı algılıyordu ve bize biraz uzaktı. Biraz Gezi Parkı sembol oldu. O zaman aralarında ilişki olduğunu farketti. Gezi’den evvel küçük direnişler oluyordu. Doğduğu yerden geçen derede bir gün bond çantalı birilerinin ölçüm yaptığını gördüklerinde, söylenen lafların yalan olduğunu farkettikleri zaman isyan ettiler. Bu tabi daha çok derenin yanında yaşayanlar için oldu, çevreye fazla yayılmadı. Sonunda bir yerde birleştiler fakat gene de atlanmaması gereken şey, esasında bütün olay, İstanbul’daki insanları daha pırıltılı yerlerde yaşatmak uğruna Anadolu’yu yok etmek üzerine kurulmuş bir anlayışın var olduğu. Yani asıl buradaki kuzey ormanları, 1. köprü ve 2. köprüden de biliyoruz ve eminiz ki buradaki köprü yapıldığı takdirde arsaya dönüşecek ve oralar yeni Ümraniyeler olacak. Buraya ekonomi sağlanması için oraların yağmalanması gerekiyor. Böyle büyük ölçekli bir proje yürüyor diyebilirim.

Dünyada musluktan akan suyun içilmediği birkaç ülkeden biridir Türkiye

Mesela İstanbul ve Ankara’da su sıkıntısı yine gündeme geldi bu yaz. Şehir Plancıları Odası ise su sorununun sebebini kent ekolojisinin ranta açılması olarak değerlendirdi. Siz kentlerdeki ekolojik krizin sebeplerini neler olarak görüyorsunuz?

Evet, özellikle kuzey ormanları açısından bakıldığında sular sadece yağmurla bağlantılı bir şey değil. Tek tek ağaç yapraklarındaki nemlerin damlamasıyla su kaynakları birikiyor. Damlaya damlaya göl olur atasözünün anlamı sadece para biriktirmek anlamına gelmez yani, gerçekten ırmaklar, göller damlaya damlaya oluşuyor. Biz tabi bunların nasıl oluştuğunu bilmediğimiz için farkedemiyoruz. Şimdi o yeşil alanı bir gölgeliğin ötesinde gerçekten suların biriktiği bir su havzası olarak düşünürsek oraları ortadan kaldırdığımızda bizim ihtiyacımız olan suları da ortadan kaldırıyoruz aslında. Birkaç tane su havzası var İstanbul’da, hemen hemen hepsinin etrafı yerleşim bölgesi oluyor. Havaalanları yapılıyor, kanallar yapılmaya çalışılıyor. İktidar kendi elindeki zor kullanma gücünü de kullanarak her türlü bilgiyi de eziyor, itiraz edeni de dinlemiyor. Bütün bunlar tabii ki gündelik hayatımızı etkiliyor. En basitinden şunu söyleyebilirim, dünyada musluktan akan suyun içilmediği birkaç ülkeden biridir Türkiye. Hindistan’da bile içilir. Neden biz içemiyoruz? Artık öyle bir dönemdeyiz ki yaşamın kaynağı ambalaja giriyor. Bütün bunlar aslında doğanın bir ambalaja dönüşmesi, paketlenmesi anlamına geliyor ve onun saf halinden uzaklaşmış oluyoruz. Uzaklaştıkça da doğaya karşı hissiyatımz da azalıyor, camdan herhangi bir şeye bakar gibi bakıyoruz ona. Kendimizin bir doğa olduğunu da unutuyoruz.

Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı doğayı yağmalamak üzere kurgulanmış kurumlardır

ÇŞB, biraz da manidar olacak şekilde websitelerinden küresel iklim değişikliği konusunda mücadelelerini duyurdu. Bir yanda betona boğulan kentler dururken sera gazı emisyonunun azaltılması gibi ezber çözümler Türkiye’de iklim değişikliğini önlemek için ne derece samimi sizce?

Yani tabii bulnarın halkla ilişkiler numarası olduğu apaçık ortada. Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gibi kurumlar oraları yağmalamak için mevzuatları dolanmak üzere kurgulanmış, yasaları ve yetkileri ona göre düzenlenmiş kurumlar. Şu kadar ağaç diktik diyebilirler yada üç tane alabalık yavrusunun göstermelik fotoğraflarını yayınlarlar! Derenin tamamını yok ediyorlar, oraya fotoğrafçı geldiği zaman da üç tane alabalık yavrusunu oraya atarak alabalıkları düşünüyormuş gibi fotoğraf veriyorlar. Doğayı “resim olarak” koruyoruz imajını veriyorlar ve doğayı yok etmiş oluyorlar. Dünyanın her yerinde, ABD dahil doğayla ilgili doğa korumacı dernekleri referans alırlar. Yani hiçbir zaman hükümetlerin değil, ister çevre bakanı ister orman bakanı olsun, onların bilgisi de duyarlılığı da daha öndedir. Ve aslında o ülkelerde bu tür bakanlıklar kendi hükümetlerine karşı bir mücadele aracı olarak da kullanılırlar. Burada öyle değil, burada daha rahat yağmalamanın kurumları halinde işliyor. Örneğin enerji bakanlığına karşı orman bakanlığı ormanı savunmuyor. Çünkü orman bakanlığının gerçekten işlevi ormanı korumak değil, o kanunlardan nasıl dolanırım da orada “yatırım” dediği yağmaları yaparım, onu amaçlıyor. Toplumların asla dokunamayacağı bazı şeyler vardır, hepimiz bilebiliriz: Mesela çok muhtacız diye kimse çocuğunu satmaz, bileğini kesip satmaz. Ülkelerin de öyle sınırları vardır; nehirler, ormanları, Hasankeyf öyledir mesela. Aynı zamanda herkesin birlikte ortak olması, çekişmemesi gereken konulardır. Pencereyi açtığımız zaman farklı görüşlerimiz olabilir ama ortak bir yerde de buluşmalıyız. Güneşimiz nasıl ortaksa satılamayacak değerler de böyledir. Fakat bunlar satılabiliyor ve 0 maliyetle elinizde sermaye oluyor. Şimdiye kadar hiçkimsenin aklına gelmiyor muydu kuzey ormanlarını satmak? Tamamen buna dayalı bir ekonomi var Türkiye’de diyebilirim.

Konuştuklarımızdan yola çıkarak sizin derginizde de sadece manzara görmeyeceğimizi, bu eleştirileri de duyabileceğimizi söyleyebilir miyiz?

Evet. Biz okurlarımızı yüksek sesle konuşma yapmaya da çağıracağız, derneklerle yanyana yürüyeceğiz. Doğanın direnişinin sözcülerinden biri olacağız. Geçmiş zamanlarda olup da şimdi unutulan, uygulanmayan geleneksel kültürü de insanlara öğretmeye çalışacağız. Derginin modelini biraz anlatmak gerekirse; karşıtlığın çatışmanın olmadığı, bize dayalı, hiyerarşinin olmadığı, kimsenin kimseye dikte etmediği ilişkileri kurmak, çoğaltmak. Geçmişte nasıl imece, paylaşma varsa bu kültürü yaymayı hedefliyoruz.

Etiketler

5 yorum

Bir yanıt yazın