Türk Mimarisinde İz Bırakanlar

Neredeyse bir yıl oluyor, değerli yazar ve düşünür Cihan Aktaş beni aradı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi mimarları üzerine bir kitap hazırlığı içinde olduğunu, Yayın Kurulu'na beni davet etmek istediklerini söyledi.

İlk anda biraz irkildim. Çünkü Türkiye’de çevre konusunda da, şehircilik konusunda da hükümetin politikalarını hiçbir şekilde desteklemiyorum. Öte yandan politikasını desteklemediğim bir hükümetin çıkaracağı kitabın mükemmel olmamasıyla neyin kazanılacağı da pek açık değildi benim için. Dolayısıyla ilk toplantıya katılmayı kabul ettim ve bir iletişim sorunu yaşandığından (toplantının nerede ne zaman olacağını bana haber vermek kimsenin aklına gelmemişti) geç kalmakla birlikte Bağlarbaşı’nda düzenlenen ilk toplantıya gittim.

Projenin başını çeken, Şahin Torun isminde bir beyefendiydi ve gerçekten de ne kadar beyefendi olduğunu daha sonra defalarca müşahede edecektim. Yayın Kurulu’nda bulunan diğer kişiler Yıldız Teknik Üniversitesi’nde mimarlık profesörü olan Ebru Erdönmez, Arkitera Mimarlık Merkezi’ni yöneten Ömer Yılmaz, İnkılap Kitabevi’nin editörü ve kendi de yazar olan Ahmet Bozkurt, Cihan Hanım ve bendik. İki kişi daha vardı listede gerçi, ama onları proje boyunca görmedim. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yayın işlerinden sorumlu olan Mehmet Lâtif Çiçek de ilk toplantıya katılmıştı.

Ve o ilk toplantı pek iyi gitmedi. Hazırlanan listede gayr-i Müslim ve/veya yabancı mimar ve plânlamacı neredeyse yoktu. Ben en başından buna itiraz ettim. Türkiye’nin (ve özellikle İstanbul ile Ankara gibi büyük şehirlerin) mimari dokusunun sadece Müslüman Türk mimarların eseri olmadığını, bu mimarinin bir sentez olduğunu, Ermeni, Rum, Levanten, hattâ İtalyan, Avusturyalı, Alman mimarlar bu kitapta yer almazsa eksik kalacağını belirttim. Lâtif Bey’in cevabını hiç unutamıyorum. “Eğer konusu Türk mimarlar olmayacaksa bu Bakanlık neden bu kitabı yayınlasın?” dedi.

Yani bu Bakanlık, Türkiye’de doğup büyüyen, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, ama Müslüman Türk kökenli olmayanların (bendeniz dahil) bakanlığı değilmiş, öyle anlaşılıyordu söylediğinden. Eski tas, eski hamam yani. Bu arada listede yer alan ve hakkında dört beş ayrı yazı öngörülen Mimar Sinan’ın devşirme olduğunu, dolayısıyla Türk kökenli olmadığını hatırlattım; yani listenin tutarlı bile olmadığına dikkat çektim. Para etmedi.

Toplantının sonuna kadar kaldım, sonra arkadaşlara mail atarak bu şartlar altında Kurul’da yer alamayacağımı bildirdim. Şahin Bey derhal harekete geçmiş bunun üzerine, çünki çok geçmeden Türkiye’deki mimarinin çok-kültürlü, çok-uluslu niteliğinin kitabın önemli bir boyutu olmasına Bakanlık katında karar verildiğini bana bildirdi. Ben de Kurul’dan ayrılmaktan vazgeçtim.

Derhal çalışmaya başladık. Ben, Türkiye’nin mimarlık tarihini biraz bilen herhangi birine “Allah Allah, o zaten listede yok muydu?” dedirtecek birçok önemli ismi listeye ekledim, diğer arkadaşlar da öyle yaptılar. Asıl mesele, bu mimar ve plânlamacılar hakkında makale yazacak kişileri bulmaktı. Bogaziçi Üniversitesi’nde okuyan iki doktora öğrencisinden tutun da, Yunanistan’da yaşayan birkaç üniversite profesörüne kadar yirmi küsur farklı yazarla anlaştım. Diğer Kurul üyeleri de benzer şeyler yaptılar. Bakanlıktan resmi davet mektuplarının gönderilmesi çok uzun sürdü ama sonunda bu çok zor işi başardılar nasıl olduysa. Makaleler peyder pey gelmeye başladı.

Yabancı yazarların yazdığı makaleler tahmin edilebileceği gibi Türkçe değildi. Makalelerin kimisini ben Türkçe’ye çevirdim, kimisini başkalarına çevirttim. (Kitapta bütün çevirileri benim yaptığım belirtilmiş ama öyle değil.) Derleme kitaplarda hep olur, söz veren bazı yazarlar sonradan vaz geçer yahut yazamaz, onların yerine başkalarını bulmak icab eder. Bütün bu zorluklardan geçildi ve sonunda metin hazır oldu. Normalden biraz farklı bir süreçti bu, çünki yazarlar Yayın Kurulu üyeleri arasında paylaşıldı mecburen. Ben başka Kurul üyelerinin yazıştığı yazarların yazılarını pek okumadım, onlar da benimkileri. Bu bir kusurdur elbette, ama zaman açısından böyle yapmağa mecbur olduk.

Yazılar toplandı ve tasarımcıya gitti. Ama ne tasarımcı? Bütün yapabildiği, kes-yapıştır yoluyla makaleleri InDesign’a yedirmekti; ne fontlar, ne puntolar, ne mizanpaj, hiçbir şey tutarlı değildi gelen PDF’de. Kıyameti kopardık. Ahmet Bey sağolsun duruma el koydu, ne yaptıysa yaptı ve gayet güzel görünüşlü bir maket hazırlandı. Başlık Bakanlık tarafından Türk Mimarisinde İz Bırakanlar şeklinde saptandı; “Türkiye Mimarisi diyelim, bunun hepsi Türk değil” diye çok yalvarmıştım, kulak asan olmadı.

Tek derdimiz bu olsaydı keşki. Yaz başlarında telif ve tercüme ödemelerinin yapılacağı ilân edildi. Ve yine edildi. Ve yine edildi. Ve yine edildi… Ödemeler uzun süre yapılmadı. Ben o kadar mahcup oldum ki çevirmenlerin parasını cebimden ödedim, bir ara iade edileceği ümidiyle. Bu arada bu işleri görmekte olan kişilerin (hep “ajans” diye bir şeyden bahsedildi durdu) her şeyden olduğu gibi yurt dışına para göndermekten de âciz olduğu anlaşıldı. Dolayısıyla Yunanistan’daki yazarların telif ücretlerini de ben cebimden ödemek zorunda kaldım. “Deli misin, sen neden ödüyorsun, sana ne?” diyenler olabilir. Ama bütün bu çevirmen ve yazarlar bana güvenerek iş yapmışlardı. Bu mahcubiyetin altında kalamazadım. Dolayısıyla yüce T.C. devletine bir süredir işsiz olan ben binlerce lira borç vermek durumunda kaldım!

Birkaç yerli yazarın da telifi uzun süre ödenmedi. Nihayet ödendi mi, bilmiyorum. Açıkcası sormağa korkuyorum desem, yeridir. Hem de biri “benim” yazarım, bir üniversite öğrencisi, paraya ihtiyacı olduğundan kabul etmişti makaleyi yazmayı. Ben vereyim diyeceğim ama biliyorum, kabul etmeyecek. Ben de bu mahcubiyetin altında ezilmeye devam edeceğim.

Epey bekledim, sonunda verdiğim paranın çoğu bana iade edildi çok şükür. Kur farkından birazcık kazık yedim, ama önemli değil. Helâl olsun. Neticede bütün bu kişilere karşı mahcup olmaktan kurtuldum sanıyordum. Yanılmışım.

Kitap iki cilt olarak tasarlanmıştı, ve her cildin 600 sayfa olması plânlanmış değerli bürokratlar tarafından, yani toplam 1200 sayfa. Oysa ortaya çıkan anıtsal kitap toplam 1600 sayfaya yakındı. Dolayısıyla her bir cildi 800 sayfa yapmaktansa dört cilt yayınlanmasına karar verildi. İlk iki cilt çıktı, bir süre sonra da son iki cilt. İlk iki cilt toplam 1176 sayfa, son iki cilt ise toplam 400 sayfa oldu. Nasıl bir hesaptır bu, neden dört cilt de üç cilt değil gibi sorulara cevap aramayı bıraktım.

Yani kitap yayınlandı çok şükür. Durun, bir dakika. YayınlanMIŞ demem daha doğru olur. Çünki aylar geçti kitabın yayınlanmasından bu yana, ve biz Yayın Kurulu üyeleriyle yazarlar kitabın bütününü görmek bahtiyarlığına erişemedik.

Bir ara sayın Bakan İdris Güllüce’nin hazır bulunduğu bir “tanıtım” düzenlenmişti İstanbul’da. Yazarlara duyuru gönderilmesi Kurul üyelerinden istendi. Ben bunun yakışıksız olacağını belirttim, Bakanlık adına benim milleti davet edemeyeceğimi, bunu bir zahmet Bakanlık görevlilerinin resmi bir biçimde yapmasını talep ettim. Ses seda çıkmadı. Neticede toplantıya yazarların özel olarak davet edilen birkaçı geldi ama çoğu gelmedi. Gazeteci filân da azdı. Yemek yedik, laklak ettik, ve o zamana kadar basılabilmiş olan ilk iki ciltten birer nüsha alıp evimize döndük.

Bu arada kitapların yazarlara gönderilmesi için taleplerimiz (ne talebi, yalvarmalarımız) dikkate alınmadı. Tesadüfen Yunanistan’dan İstanbul’a gelmiş olan aslen İstanbullu bir yazara kendi nüshamı verdim. O kadar. Bir ara “son iki cilt de çıksın, kitaplar gönderilecek” diye bir balon uçuruldu. Aylar geçti, hâlâ bekliyoruz.

Bir gün telefonum çaldı. Ankara’da bir bakanlıkta çalışan bir tanıdığım kitabın kendisine geldiğini, çok güzel olduğunu söyledi, “elinize sağlık” dedi sağolsun. Yani Bakanlık “protokol” addettiği kişilere kitabı pek ala dağıtıyormuş meğer. Ama kitabı türlü fedakârlıklarla oluşturan yazarlara ve Yayın Kurulu’na göndermeye tenezzül etmiyormuş. Ne nankörlük, ne kadir bilmezlik, değil mi?

Bir ara da şöyle bir haber geldi: Kitaplar İstanbul’a gönderilecek, Yayın Kurulu üyeleri tek tek gidip bir yerden bunları alacak, her üye “kendi” yazarlarına kitabı gönderecek. Hesap edelim: Kitap dört büyük cilt, kuşe kâğıt, toplam herhalde en az 6-7 kg gelir. Yirmi küsur yazarım var, yani 140-150 kg. Belki daha da fazla. Bunları ben bir yerden alacağım, sonra tek tek yazarlara göndereceğim. Yarısı yurt dışında olan yazarlara. Böyle parlak bir fikri ortaya atan terbiyesiz, edepsiz, utanmaz bürokrat her kimse onu bütün kalbimle kutlarım ama, ı-ıh. Yapmam böyle bir şey. Biz üzerimize düşeni yaptık bitirdik. Hamallık, postacılık benim görevime dahil değil. Artık zahmet olmazsa Bakanlık yollayıversin, değil mi? Hele protokola kitabı dağıttığına göre.

Bugün 19 Şubat. Kitaplar hâlâ elimize geçmedi. Birkaç gün evvel İstanbul Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne bizim için kitaplar geldiğini öğrendik. Müdürlüğü aradım, Özel Kalem Müdürü Onur Bey ile görüştüm. Ellerinde kitaplardan hiç kalmadığını, “Ankara’dan gelen talimat doğrultusunda” kitapların dağıtıldığını söyledi. “Ankara’dan gelen talimat” Lâtif Bey mi demek oluyor diye sordum, “evet” dedi. Yani anlayacağınız, Ankara’dan gelen talimat, kitapların Yayın Kurulu’na ve yazarlara verilmesini içermiyormuş; Onur Bey “Neyin Yayın Kurulu?” diye sordu hatta, haberibile yoktu! Müdüre sorup bana geri döneceğini belirtti, hâlâ bekliyorum. Daha doğrusu artık beklemiyorum, bu işten çekiliyorum. Ne halleri varsa görsünler. Yerli yabancı bunca kişiye rezil olmayı göze alıyorlar madem, buyursunlar, rezil olsunlar.

Ben neredeyse kırk seneden beri yayın yapıyorum. Bugüne kadar böyle bir adilik, böyle bir kepazelik yaşamadım. Umarım bir daha da yaşamam. Bakanlık basit bir kitap söz konusu olduğunda böyle çalışıyorsa, çevre ve şehircilik konularında hayır gelir mi kendisinden? Ya da böyle bir Bakanlığı barındıran hükümetten?

Etiketler

Bir yanıt yazın