“Bunun Gibi Bir Kent İstiyoruz!”

Şişecam Düzcam'ın "Mimarinin Şeffaf Yüzü" sloganıyla başlattığı, Arkitera Mimarlık Merkezi iş birliğiyle düzenlenen mimarlık etkinliği T Buluşmaları'nın üçüncü konuğu 10 Mayıs'ta Dan Stubbergaard olacak.

Dan Stubbegaard, Selva Gürdoğan ve Gregers Tang Thomsen’e verdiği söyleşide küçük bir anaokulu ya da konut sitesi de tasarlasa “daha yaşanabilir bir kent kurmak” kavramı üzerinde yoğunlaştığını söylüyordu.* 

COBE’nin 10 yıl boyunca ortaya koyduğu çalışmaları özetleyen “Our Urban Living Room” sergisi kapsamında Dan Stubbegaard ve Jan Gehl’in yaptığı sohbet de daha yaşanabilir kentler, kentleri şekillendiren olgular, mimarlar ve politikacıların bu konudaki rolleri üzerinden şekilleniyor.

Dan Stubbegaard: Birçok kişi hala mimarları neyin iyi göründüğünü veya görünmediğini bilen sıra dışı sanatçılar olarak görüyor. Fakat sizin uzun yıllardır odaklandığınız, bana da oldukça ilham veren çözümsel yaklaşım: ihtiyaçları, mekanı anlamak ve çalıştığınız kenti incelemek; daire, kare, uzun, parlak, mavi gibi niteliklerle ilgilenmek değil. Sizin başlangıç noktanız hep farklı oldu. Bu, mimarın rolünün değiştiği veya öncesiyle kıyasladığımızda değişmesi gerektiği anlamına mı geliyor?

Jan Gehl: Mimarları çeken iki şey var. Bunlardan bir tanesi açıkça, birbirimizi etkilemek, ödül kazanmak ve tanınmak için herkese tasarımlarımızın fotoğraflarını gönderebileceğimiz küresel durum. Diğer yönü ise; toplumdaki değişim, kentlerin gelişmesi, çok sayıda insan için daha hızlı ve ucuz yollarla daha kaliteli konutlar yaratmak ihtiyacı. Diğer şeyler, bizi görsel açıdan zengin ve resimsel olgulara çekerken tasarımlar aynı zamanda fonksiyonel de olmalı. Bir İngiliz eleştirmen, konferansta ilginç bir şey söyledi: “Siz mimarlar için üzülüyorum çünkü içsel iletişiminiz hala görsel ve iki boyutlu plan, kesit ve cephe. Bu sürekli forma odaklandığınız anlamına geliyor ama mimarlık bu değil. Bu heykeltıraşlık.” İyi mimari, form ve yaşam arasındaki etkileşimdir fakat yaşam, form üzerine çalışmaktan çok daha zor. Bu nedenle, odak noktası her zaman form oluyor. Yaşam ve form istenen şekilde etkileşime geçene kadar iyi bir mimari ortaya çıkmaz.

Fakat sizin 40 yıl önce tartışmaya başladığınızdan beri işler değişti. Yol boyunca pek çok muhalefetle karşılaştınız. “Gerçek” mimarlar, bir -izm’e ait olan yaratımların yerine, mimarlığı ölçmenin ve insanların onu nasıl kullandığına bakmanın saçmalık olduğunu düşündüler.

Sorguladığınız şey ki ben de bunu sormak istiyordum: Mimariye nasıl değer biçeriz, kentsel alanlar ve kent planları daha iyi bir seviyeye ulaşmak için; öyleyse mimarlık nasıl kanıt merkezli bir hale dönüşebilir?

Böylece politikacılarımıza şunu söyleyebiliriz: “Siz doğru bir şekilde yaparsanız biz daha iyi kentler inşa edeceğiz. Eğer iyi yollardan inşa ederseniz, oyun alanlarındaki çocuklar daha mutlu olacaklar.”

Büyük baskı altındaki mesleği nasıl güçlendirebiliriz? Mimarlar ekonomik baskı altında ve gelecekteki konumumuz belirsiz.

Bu yüzden size sormak istiyorum: Tüm bunları nasıl değerlendirebiliriz?

Bazıları Danimarka ve İskandinavya’da olan, dahil olduğum pek çok yerdeki çalışmalardan bunu biliyoruz. Fiziksel ortamın, yaşamın açılımı için çok önemli olduğunu biliyoruz.

Bu mimarların bir rolü olduğu anlamına mı geliyor?

Evet, kesinlikle. Çok kullanılan ünlü bir alıntı var: “Önce biz kentleri şekillendiririz, sonra kentler bizi şekillendirir.”

Churchill’e mi aitti?

Evet ve kötü bir şekilde aktarılmış.

“Önce biz yapıyı şekillendiririz, sonra yapı bizi şekillendirir.”


Aslında bu ilginç, o bir politikacı.

Evet. Neden söylediğine girmek zorunda değiliz ama ben gireceğim.

House of Commons’un bombalanmasından sonra insanlar dediler ki: “Neden yapıyı büyütmüyoruz, artık daha fazla üye var.” Cevabı şöyleydi: “Hayır. Eskiden olduğu gibi yapacağız. Önce biz yapıyı şekillendiririz, sonra yapı bizi şekillendirir.” Onun söylediği şekli böyleydi.

Fakat özetlemek gerekirse; inşa ettiğimiz her şeyin günlük yaşantımız üzerinde büyük etkisi var; Çocuklarımızın yaşamında ve kendi yaşamımızda ve mimaride tamamen yeni bir çağ açan, istikrarla artan sayıdaki yaşlı nüfus için. Eskiden kentlerde yaşlı insan yoktu. Fakat şimdi sayıları örneğin Japonya’da neredeyse %50. Dolayısıyla, yapılardaki problemleri nelerin çözeceği ve sonrasında işe yarayıp yaramadığını kontrol etmek gibi dikkatlice gözden geçirmemiz gereken yeni konular sürekli karşımıza çıkıyor.

Pek çok süreç gördük. Bence gurur duyulacak sebebi olan birkaç mimar olarak burada oturmamalıyız. Biz şimdi benim de doğduğum yetmişlerden beri, diğer kentlerde olduğu gibi bir değişim geçirmiş olan Kopenhag’dayız ve siz diğer kentler için de, burası için de daha büyük bir değişime tanıklık etmiş olmalısınız.

Ve bu değişim, projeler için geri bildirim vermede dikkate değer şekilde etkili oldu. Doksanlarda kitaplarımızdan birisinin arka kapak yazısı için, Belediye Başkanı Bente Frost’tan trafik ve planlama hakkında birkaç satır yazmasını istedik. Şöyle yazdı: “School of Architecture’ın çalışmaları olmadan Kopenhag’ı dünyanın en iyi kentlerinden birisi yapamazdık. Neyin işe yaradığı ve neyin yaramadığıyla ilgili onlara verilen bilgi kararlarının doğru olduğunu düşündürdüğü için onları güvende hissettirdi. Ne zaman ki ki insanlar geldi ve “Daha fazla araca sahip olmalıyız.” gibi şeyler söyledi; Politikacılar onlara “Daha fazla araca ihtiyacınız olmadığına dair kanıt var.” diyebildi. Diğer kentlerde de gördüm. Kent yaşamı üzerine çalışmaya başladıklarında, aynı trafikle ilgili çalışmaları gibi, hem kent yaşamı ve hem trafik hakkında politikalar oluşturmaya başlayabilirler. Birisini diğerine göre ayarlayabileceğiniz bir denge kurabilirsiniz. Bir kenti geliştirmeyi bu mümkün kılar.

İlginç olan, Bir zamanlar Acropolis’i ziyaret ettiğinizde bunu gördünüz. Fakat pek çok turist Kopenhag’a dönmeyi istiyor; Gündelik hayatı deneyimlemek için.

Ve zamanla nasıl değiştiğini gözlemlemek amacıyla.

“Copenhagenize”


Bu turizme yeni bir bakış şekli midir? 20 yıl önce gördüğümüz, kentteki ikonlar ve çekim noktaları?

Uzun yıllar boyunca, bir kenti markalaştırmak için iki yol vardı. Bir tanesi, ünlü bir mimardan yapı tasarlamasını istemek ve işlerin yolunda gitmesini ummaktı: “The Bilbao Effect”.

Diğer yol ise harika bir kent tasarlamaktı. Bu Barselona, Lyon, Strasburg ve Kopenhag’da uygulandı. Bilbao’da, güzel kartpostallar alabilirsiniz ve sanat müzesini ziyaret edebilirsiniz. Bilbaolular her iki yılda bir veya yılda bir müzeyi ziyaret ediyordur. Fakat harika bir kentte yaşıyorsanız, herkes her günün tadını çıkarabilir. Eğer kent daha iyi bir yer halini alırsa ziyarete gelen herkes burada daha iyi bir deneyim yaşamış olur. Dolayısıyla güzel bir kent yaratmak için kent politikasına ihtiyaç var. Senin de vurguladığın gibi Kopenhag ilginç bir süreç geçirdi. Ve ben de iddia ettim ki; şehir hayatında, araçlarla eşit koşullar üzerine ilk düşünceler daha insancıl bir kent oluşmasına yardım etti. Burası sürekli dünyaya referans olan, diğer kentlerin kendilerini “Copenhagenize” etmek istedikleri öncü kentlerden birisi. Gerçek bir rol model. New York’ta bunu kabul etmek istemiyorlar fakat burayı görmeye geliyorlar. Evlerine döndüklerinde ise şunu diyorlar: “Biz de böyle bir kent istiyoruz.” Böylece Times Meydanı’nda bulunan araçların yarısını kaldırdılar ve bisiklet yolları yaptılar. İçerisinde araçlar yerine insanlar için odalar barındıran Times Meydanı gibi 50 tane daha meydanları var. İlhamı Avrupa’da, küçük, şaşkın, romantik Orta Çağ şehirlerinde bulmuş gibi görünmek istemiyorlar; Fakat öyle oldu.

Neden bu meydanları ve kamusal alanları yaratıp bisiklet yollarıyla adapte edenler mimarlar olmak zorunda? Biz niçin dahil olmak zorundayız? Eğer etrafta hiç mimar olmasaydı bile işler yolunda gidebilirdi.

Evet, kesinlikle. Bununla bağlantılı olarak süreklilik hakkında da konuşmak isterim. Senin de bahsettiğin devamlılık… Çünkü toplum değişiyor ve yeni talepler geliştiriyor. Sıradaki büyük ihtiyaç, bir bölümü zamanının bir kısmını egzersize ayırmak isteyecek yaşlı bir nüfusu olan daha iyi kentler organize etmek olacak. Bunun taslağını şimdiden çıkarabiliriz. Bazı insanların çağırdığı şekliyle “tsunami of the elderly” çoktan başladı. Fakat heyecan verici başka bir şey daha var: eğer “homo sapien”lerin kente nasıl taşındığının, hangi mekanları sevdiğinin ve nelerle ilgilendiğinin resmini çizen, Life Between Buildings isimli kitabım için yaptığım ilk çalışmalarıma dönersem…

“Göz üzerinde duracağı bir şeye ihtiyaç duyar,” bu sözü asla unutamam.

İlginç olan, kitap 45 yıldır raflarda fakat güncellemem istendiğinde revize edecek bir şey bulamadım. Çünkü homo sapienler: “hareket eden gözleriyle hala aynı küçük yürüyen hayvan”. Farklı kültürel dışavurumlarımız var fakat dünyanın her yerinde aynı temel biyolojiye sahibiz. Bu yüzden nerede olursak olalım -Japonya, Grönland, Avustralya, Endonezya veya Vietnam’da- temel konuların çoğu ortak.

Toplumumuzda tasarımlarımıza, kamusal alanlarımıza, kentlerimize bakışımızı etkileyen hiçbir şey yok mu?

Cep telefonları ve dijital dünyanın ne kadar etkili olduğuna karar vermekte güçlük çekiyorum. Çünkü insanlar medyayı kendileriyle birlikte sokağa da taşıdılar. Sahra’da herkese cep telefonu gönderip, görsel iletişim kurmadan, hayatın ne kadar eğlenceli olduğunu sorarak bunu deneyimleyebilirsin. Böylece göreceksin ki bu sadece temel bazı durumlar üzerine eklenen ekstra boyutlardan ibaret fakat nereye gidebileceğini görmek heyecan verici. Pek çok insan dijital dünyanın gelişmesiyle, sanal gerçeklik kamusal alanı gereksiz gösterecek dedi. Dünyanın her yerinde kamusal alanlara ilişkin çalışmalarla görebildiğimiz; 30 yıllık dijitalleşme sürecinde kamusal alanlar da evrildiler.

Demek istediğiniz fiziksel mevcudiyetin daha önemli olduğu mu?

Biyolojimiz ve tarihimiz açısından çok temel bir konu bu. Bir zamanlar Bogota belediye başkanına ait güzel bir söz okumuştum: “Yıllardır, dağ gorilleri, Sibirya kaplanları ve balinalar iyi habitat alanlarının nasıl olacağına dair bilgimizin homo sapienler için başarılı kentsel habitatların nasıl olacağına dair bilgimizden fazla olması problem oldu. Bu ciddi bir konu çünkü 2050’de, 7 milyar insana ev sahipliği yapacak kentler inşa etmekle karşı karşıya kaldık ve nasıl kentsel habitat oluşturulacağı hakkında hala çok az bilgiye sahibiz.”

“Politikacılar halkı dinler ve pek çok konuya hazırdırlar fakat yatırımcılar, geliştiriciler ve mimarlar arasında büyük bir atalet anlaşması var.”


Bunun sorumlusu başarısız mimarlar mı politikacılar mı?

Burada önemli bir noktaya değinmek gerekir: Bence halk bu tartıştığımız alanlarda gelişecek sürece karşı çok daha donanımlı. Politikacılar halkı dinler ve pek çok konuya hazırdırlar fakat yatırımcılar, geliştiriciler ve mimarlar arasında büyük bir atalet anlaşması var. Sıklıkla, heyecan verici, parlak bir fikirle başlıyorlar ve sıra inşa etmeye geldiğinde, yatırımcılar işi bırakıyor ve proje 20. yy sonunda kesinlikle bitecek şeklinde son buluyor. Bence Danimarka’nın pek çok süreçten geçmesinin sebebi küçük bir ülke olmamıza, üniversiteler, planlama otoriteleri, politikacılar ve halk arasındaki kısa iletişim eksenleriyle kültürel sahamızın darlığına dayanıyor. Bunun gibi küçük topluluklarda yeni fikirler geliştirdiğinde, bahsettiğim kısa iletişim eksenleriyle bunu hızla yayabilirsin. Eğer Politiken’de bir ana makalen varsa veya sadece tek kanalın olduğu TV’de 30 dakikalık bir program yapıyorsan, tüm ülke ertesi gün konu hakkında fikir sahibi olurdu. Amerika’da Berkeley ve Yale’de daha iyi araştırmalar yaptılar ama bizim Danimarka’da sahip olduğumuz bağlantıları yok. Güzel zamanlar sürerken, gerçekten de bir şeyleri ileriye taşıyabilirsin. Biz bunu 60’larda ve 70’lerde gördük. Bir şeyler 80’lerde ve 90’larda durma noktasına geldi fakat son on yılda tekrar hareketlenme başlattılar. Küçük bir topluluk olmak, öncülük ediyorsan bir avantaj. Durma noktasına yaklaştıysan da bir problem. Fakat Kopenhag’da olayların geliştiği mekanlar arasında iletişim ağlarının yakınlığı kesinlikle bir avantaj oldu. Bu süreci ileriye taşımaya yardımcı oldu.

Diğer kentleri “Copenhagenize” etme fikrine nasıl bakmalıyız? Dünyanın büyük şehirlerinden insanlar, mobilite ile ilgili olarak, kentte yaşam kalitesi ve benzeri konular hakkında bizden öğrenmek için Kopenhag’a gelecekler. Eğer bu temel sebeplerden ise Kopenhag yaşanabilir bir kent olmayı neden başardı, bu modeli diğer büyük kentlere nasıl transfer edersiniz? Siz tamamen farklı bir politik düzenin olduğu New York’ta da yaşadınız…

Buna iki farklı bakış açısı var. İlk olarak bu değişimin fiziksel göstergelerini görebilirsiniz ve bu ilhamı şunu demek için kullanabilirsiniz: “Eğer güzel bisiklet yolları yaparsan daha çok bisikletçi elde edersin.” Biz bunu bir gerçek olarak biliyoruz ve kesin şeyler yaparsan davranış biçimlerini de kesin yollardan etkilemiş olursun. Fakat deneyimlerime dayanarak, New York, Moskova gibi kentlerin başlangıç noktası, insanların düşünce biçimlerini değiştirme süreci. Bunu kolaylaştıran şey de projenin mantıklı olduğunu görmek.

Bu tamamen “değişen düşünce biçimi ve değişen kentler” hakkında. Kopenhag’da ve Danimarka’nın diğer kentlerinde de olan kesinlikle bu. İnsanlar düşünme biçimlerini değiştiriyorlar.

Fakat bu çok uzun sürer Jan.

Sadece yeterince uzun yaşaman lazım. Bir gecede olan bir şey değil, zaman istiyor. Bunu kabul etmem gerekir. 50 yıl geriye bakabilmek, büyük sıçramalar yaşanırken neyin işe yarayıp neyin yaramadığını görmek, harika bir avantaj. Bu bir süreç ve biz Danimarka’da iz bırakmada hızlı davrandık.

Her gün işe bisikletle gidiyorum ve etrafta bu şekilde dolaşmaya bayılıyorum. Yeni, güzel kamusal alanların gelişmesi beni gururlandırıyor. Kopenhag gibi bir kentte pozitif dinamik bir süreç vardır. Ben bir Kopenhag sakiniyim ve burada yaşamayı seviyorum. Fakat bir şeylerin su yüzüne çıkması çok uzun sürüyor. Sence bizim bunu tekrar mahvetme tehlikemiz var mı? Veya örneğin Kopenhag’da bu kültür çok güçlü ama bunun düşüşe geçme tehlikesi var mı? Kopenhag 10-15 yıl sonra da dünyanın en yaşanabilir kentlerinden birisi olabilecek mi?

Buna cevap ve sana bir garanti veremem…

Benim gibi genç mimarların uğruna savaşması gereken şeyler var mı?

Benim bakış açıma göre, şehirdeki hayatı nelerin etkilediğini bilmek yalıtımlı evleri bilmeye benziyor: Eğer duvarları izole edersen daha iyi bir ısı yönetimi sağlarsın. Benzer şekilde şimdi ev hayatı ve şehir hayatı arasındaki büyük anlaşmanın nasıl sağlandığını biliyoruz. Bilgi gözden kaybolmuştu fakat şimdi yeniden kuruldu. Dolayısıyla bu bilgiyi tekrar yitireceğimiz endişesini taşımıyorum. Endişeli olduğum konu, büyük araçları daha ucuz yapmak ve bu araçların kente girmesine izin vermek, ucuz petrol üretmek gibi kısa vadeli politik düzenlemeler. Fazla sayıda ulaşım aracının bunun daha sürdürülebilir ve sağlıklı yolları varken kente sokulması sürece karşı bir geri tepme üretecektir. Bisiklet kullanmayı tercih edenlerle bisikletçileri itici bulup, araçlar için daha fazla yer isteyenler arasında her zaman bir denge oldu. Detroit modelinde, insan bazlı politikalarda yeşil için açık bir öncelik vardı fakat epeyce bocaladılar.

Ama ben şehrim için aslında endişeliyim. Çünkü kendi başarında boğulma ihtimali de var. Bu günlerde kentlere büyük bir akın var gibi görünüyor. Pek çok insan kentlere taşınıyor ve Kopenhag epeyce çekici bir yer. Burada yaşamak çok pahalı olacak diye korkuyorum, bu yoğunluğun kendisi bahsettiğimiz şeylerden bazılarını yok etmeye başlayacak diye korkuyorum.

Endişelenmekte haklısın. Bu problemi çözmenin bir yolu işini kötü yapmak olurdu böylece insanlar kırsal bölgelere geri dönerlerdi.

Veya pek çok yüksek katlı yapılar inşa etmeyi de tercih edebilirsin. 

Hayır, bu kaliteyi mahvederdi. Bu sorun fiziksel ölçütlerle çözülemez. Normal insanlar için neyin alınabilir olduğu kesin yüzdelerle garanti edilerek, politik olarak ve ekonomik olarak çözülmek zorunda. Bazı denemeler olmuştu fakat bu mühim bir konu. Çünkü “kenti geliştirirsen fakir insanlar kentin dışına itilir” fikri sadece “kenti geliştirmemelisiniz” tartışmasını ateşler. Kenti yapabildiğin kadar iyi yapıp herkese açmalısın. Kolay değil ama mimarlar olarak bunu yapabileceğimizden daha kötü yapmak için argümanımız yok. Fakat sonrasında her profilden insanın kentin keyfini çıkaracağından emin olmalıyız.

Fakat şu anda her ay 1.000 kişiden fazlası Kopenhag’a taşınıyor ve bu sayı artmakta. Yoğunluk meselesi çerçevesinde de artış var. Sana her zaman sormak istediğim bir soru vardı Jan. New York’u çok seviyorum, enerji ve çeşitliliğin olduğu bir yer ve metropoliten atmosferi var. İçerisinde kaybolabileceğin bir şehir. Yanında Kopenhag hala büyük bir köy gibi kalıyor. Bence bu, rüzgarlı oluşundan, gökdelenler yüzünden veya kentin inanılmaz yoğunluğundan değil. Ama eğer Kopenhag için bir gelecek hayal edersen bu mümkün bir senaryo mu? Düşeyde yükselmek ve daha önce gördüğümüzden çok daha yoğun olan kentsel mekanlar oluşturmak?

Bu büyük bir tartışma halini alabilirdi ama büyük ihtimalle gerçekleşmeyecek.

Seninle her zaman bunu tartışmanın hayalini kurdum. New York’u bu kadar havalı yapan nedir?

Bunu gayet iyi biliyorum. New York’un, Greenwich Village, TriBeCa ve Chinatown gibi en çekici yanlarını tartışabilirim. En cazip kısımları çoğunlukla gökdelenlerin bulunduğu kısımlar değil; farklı stillerin harmanlandığı kısımlar. Çalışmalar Barselona’daki yoğunluğun Manhattan’dan fazla olduğunu gösteriyor. Paris’te de 7 katlı bloklarda yüksek yoğunluk oranlarına ulaşılıyor. “Duyarsız yoğunlaşma” sağlanmasındansa, “akıllı yoğunluk” diye tabir ettiğim yönde ilerlemenin büyük taraftarıyım. Duyarsız yoğunlaşma sadece sıkıştırmaktan ibaret. Bu tembel mimarın yöntemi çünkü böyle bir kule işin kolay yolu. Fakat bunu yatay düzleme yaymak ve gün ışığını aldığından emin olmak zor bir görev.

Böylesine bir yoğunluktan korkmuyor musunuz?

Hayır hiç korkmuyorum. Bence yaptığımızın 3 veya 4 katı yoğunluklarda inşa etmeliyiz. Bireyler daha fazla alanlar elde edecek böylece her bölge daha az insanı barındıracak. Yürümek, bisiklet sürmek ve toplu taşımayı kullanmak için yer açmalıyız. 50 yıldır ucuz petrol üretiyorduk, şimdi bunu değiştirmeliyiz. Fakat asıl sorun yüksek rüzgar oranına sahip olmamız. Aslında bu sayede geçimimizi sürdürüyoruz. Eğer Kuzey Denizi’nden rüzgar almazsak burada yaşayamazdık. Sibirya ile aynı enlemdeyiz fakat rüzgar burayı yaşanabilir kılıyor. Rüzgar dolayısıyla yüksek yapılar yapmak pek de akıllıca değil. Bunu Ørestad’da görüyoruz. Herkes rüzgarın nasıl süpürdüğünü konuşuyor çünkü göz seviyesinde, rüzgarın hızını arttıracak her şeyi yaptılar. Bizimkisi gibi rüzgarlı kuzey iklimi olan bir ülkede bu iyi bir kentsel planlama değil. İnanıyorum ki Venedik, Barselona ve Paris diğer yoğun kentlere model olmalı fakat bu, mimarların daha çok çalışması gerektiği anlamına geliyor. Ben bunu dört gözle bekliyorum.

Etkinliğe Kayıt

10 Mayıs’taki etkinliğe kayıt olmak için https://tbulusmalari2017.eventbrite.com adresini ziyaret etmeniz yeterli. Etkinlik mekanında kontenjan sınırlı olduğundan giriş esnasında kayıt olan katılımcılarımıza öncelik tanınacaktır.

*Selva Gürdoğan ve Gregers Tang Thomsen’in Dan Stubbergaard ile yaptığı söyleşi: https://www.arkitera.com/soylesi/920/dan-stubbergaard

Etiketler

Bir yanıt yazın