Ak Parti’nin sanat anlayışı bu mu

Müzisyenlerin, modacıların, heykeltraşların, dansçıların, sinemacıların, şairlerin, romancıların ne yapacağına onlar, yani bu halkın mümtaz temsilcileri mi karar verecek.

Başbakan’a yakın, etkili bir milletvekili (Sayın İdris Güllüce), geçenlerde katıldığı kültürle ilgili bir konferansta (Pera Müzesi’ndeki Europa-Nostra Konferansı) “Türk halkının yıllardır kendisine yabancı kültür değerleriyle aldatıldığını, şimdi artık bu ikiyüzlü durumun sonuna gelindiğini, kendi değerlerini temsil eden bir hükümetin iktidarda olduğunu” söylüyordu. Bunlar, hepimizin bugüne kadar çok da yabancısı olmadığımız sözler. Yıllardır sağ partilerin kültür konusunda sergiledikleri kalıpların bir tekrarı. Belli ki bu milletvekili Ak Parti’de hâkim olan zihniyeti temsil ediyor.

Bu zihniyeti temsil eden siyasetçilerin birçoğu, tıpkı daha önceki merkez sağ partilerin temsilcileri gibi, kendi perspektiflerinin dışına çıkan güncel sanat anlayışını “yoz” ve “batı özentisi” olarak yaftalamaktalar. Daha da ileri gidenleri var. Kimsenin anlamadığı işleri yapan, sergileyen bu sanatçılar kimi temsil ediyorlar ki? (Eğer çok istiyorlarsa, bir parti kursunlar, seçimlere girsinler ve boylarının ölçüsünü alsınlar!)

Onlara göre sanatçılar ne yapmalı? Örneğin bu memleketteki ressamların hep birlikte tezyinatçılak, hat ve tezhip sanatlarına mı yönelmeleri gerekecek? Mimarlardan örneğin Türk halkının yaşam çevresini yansıtan “Osmanlı mahalleleri” tasarlamaları mı beklenecek? Müzisyenlerin, modacıların, heykeltraşların, dansçıların, sinemacıların, şairlerin, romancıların ne yapacağına onlar, yani halkın bu mümtaz temsilcileri mi karar verecek? Peki bu kalıpların içine girmeyenler ne olacak?

İsterseniz bu tür bir anlayışın nerelere uzandığını hiç tartışmayalım.

“Yoz” sanata karşı “klasik” sanatı destekleyen Hitler’i, deneyselliği “burjuva sanatı” olarak gören ve kamu otoritesini kullanarak sosyalist gerçekçiliği empoze eden Stalin’i, “Kültür Devrimi”yle insanları bir kalıba sokmaya çalışan Mao’yu tarihteki eski diktatörler olarak bir kenara koyalım. Ama bu zihniyeti, yani “halkın gerçek değerlerini temsil etme” iddiasını ne yapacağız? Siyasetçilerin halkın yerine geçme iddiasını, onların yönlendirdiği kamusal imkânları, yarattığı enerjiyi piyasa ilişkilerine ve sermayeye yaslanan bir sanat üretimiyle cevaplandırmak ya da demokratikleştirmek mümkün mü? Bence asıl mesele burada düğümleniyor: Çünkü entelektüel üretim özel alana izole edildikçe, sanatın giderek seçkinlerin bir ayrıcalığı haline gelme olasılığı yüksek.

Eğer bu sayın milletvekilinin sözlerini dikkate almak gerekirse (örneğin devlet sanat eğitimi kurumlarında hiç eksilmeyen) “gelenekten çağdaşa” başlığı altındaki (ahmakça) işlerle daha bir orta yol mu bulmaya çalışacağız? Görünen o ki, asıl tehlike ayrıcalıklı elitin kendi çıkarlarını korumak için standart bir resmî program icad etmesi.

Yoksa bazı çevrelerin daha akıllıca olduğu sandıkları gibi Ak Parti’nin ve Türkiye’nin bu yeni siyasal elitini “daha az politik”ve “teknokratik” olmaya mı davet etmesi mi bir çıkar yol? Bana sorarsanız, son zamanlarda mimarlık ve sanat alanındaki uygulamalarda cisimleşen böyle bir basmakalıp kamusallığı, bu milletvekilinin sözlerinden daha da tehlikeli bulduğumu söylemek zorundayım. Son zamanlarda kamu yapılarında cisimleşen bu tür bir anlayışı ele aldığımızda saymakla bitmeyecek bir liste çıkıyor karşımıza.

Bu, anonimlik projelerde mimarların, sanatçıların olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak bu projelerde ortaya çıkan özellik, tasarım ekiplerinin, sanatçıların, araştırmacıların bürokrasi veya uygulamayı yapan müteahhitlerin kadrosunda çalışmaları. Dolayısıyla projelerin müelliflerinin kişiler olduğunu söylemek zor. Ortada neyin nasıl yapılacağını belirleyen, karar alan çoğunlukla bir siyasal irade var.

Bir de onlara iş beğendirmek zorunda olan müteahhitler. Bu karmaşık durumda mimarın, sanatçının kişi olarak ortaya çıkması mümkün değil.

Kamusal alanda mimarın, sanatçının adı yok. Buna karşılık bir alışveriş merkezini, bir rezidansı, hatta bir otomobil satış merkezini hangi mimarın tasarladığını öğrenebiliyoruz. Bu yüzden mimarlık, tasarım daha çok piyasa alanında hizmet görüyor, satışa yönelik bir katma değer yaratmakta kullanılıyor. Bu durumun kente, kent halkına yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Kamusal alandaki mimarlık, tasarım, mühendislik, araştırma, sosyal hizmet hangi konu aklınıza gelirse gelsin bürokratlar tarafından teknik şartnamelerle tanımlanabilecek “kapalı uçlu” faaliyetler olamazlar. Bu tür kamusal programların “açık uçlu” olmaları gerekir, yani yaratıcılığa, deneyselliğe, fikir üretimine açık olmaları gerekir. Bu durumda kamusal alanda “müşteri” kavramının gözden geçirilmesi ve profesyonelliğin farklı bir kamusal boyut kazanması gerekiyor.

Diyeceksiniz ki piyasa koşullarında mücadele eden profesyoneller kamusallığı nasıl gözetebilirler? Bu soruya bir cevap bulmak zorundayız: İster meslek kuruluşları yoluyla, ister bağımsız örgütlenmeler aracılığıyla, ama bence daha çok profesyonellik yoluyla.

Çünkü modern kamu yönetimlerinde profesyonellik mekanizmalarının dönüşümüne bakıldığında, kurumsal ölçekte olsun, proje bazında olsun bu deneyimlerin arkasında farklı kamusal sistemlerin işlediği gözlemleniyor. Mimarlığın, tasarım hizmetlerinin, sanat etkinliklerinin örgütleniş mantığı kamusal sistemin dışında kaldığında, kamu desteğinin mantığı kalmıyor. Bu tür bir profesyonelliğin kamusal bir boyut kazanması mümkün değil, piyasa koşullarına ve iktidara bağımlı bir iş olarak konumlanıyor. Çünkü bu tür bir kamusal mantığın profesyonellere hayat hakkı tanıması mümkün değil.

Son olarak, Radikal’den Cem Erciyes’in, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’la yaptığı söyleşiye de kulak vermekte yarar olduğunu düşünüyorum. Sayın Günay, devletin kültür kurumlarının sivil toplum kuruluşlarına devredilmesi gerektiğini söylüyor. Bu sözlerden devletin kültür ve sanat için daha yarışmacı bir kamu alanı düzenlemesi yapmasını mı anlamalıyız? Yoksa sermaye destekli kuruluşlara mı devredilmesini? İkisi arasında önemli bir fark var. Sanata kamunun desteğinden söz ederken, bir taraftan da kamunun kültür kuruluşlarının sponsorlarla geliştirilmesine umut bağlanması çelişkili bir durum olsa gerek.

Etiketler

Bir yanıt yazın