Foster, Gherkin’i Savundu: “Bir Felaket Değildi”

Mimarın, Londra'daki simge binası Gherkin için yaptığı savunma, İngiliz Mimarlık camiasını dehşete düşürdü.

Channel 4 sunucusu Tom Dyckhoff’un, UK TV kanalında geçtiğimiz hafta Norman Foster’a sorduğu soru üzerine, İngiltere mimarlığı topa tutuluyor. Soru, “Willis Binası’nda (Ipswich 1975) mimarın ortaya koymuş olduğu öncü fikirlerin, aradan 30 yıl geçtikten sonra Gherkin Binası’nda yok olmuş gibi görünmesinin sebebi” üzerineydi. Lord Foster’ın kameralar karşısında bu sorunun sorulmasıyla yüzünün aldığı ifade, binlerce kelimeye bedeldi.

Bu soru, Londra’nın en iyi kulesini yapma onurunu elde etmek için, binanın tasarımını yapmış olan firmanın sahibi Foster ile, orijinal konseptleri hazırlayan ve sonrasında 2003 yılında işten ayrılan ekip üyesi Ken Shuttleworth arasındaki efsanevi mücadelede bir dönüm noktası oldu. Kavga, binanın 2004 yılında İngiltere’nin en prestijli mimarlık ödülü olan Stirling Ödülü’nü almasıyla tekrar alevlenmişti.

Yıllar boyu her iki taraf da ödülü hak ettiğini iddia etti. Beklenmedik bir anda Londra’nın mimari tacındaki değerli taşlardan biri, yavan ve yaratıcı olmayan bir çalışma ortamına sahip olması gerekçesiyle böylesine topa tutulunca, kabak Lord Foster’ın başına patladı. Açıkça gafil avlanan mimar, iç mekanı “Eh, o kadar da felaket değil…” diye savundu.

Zirvede olmak zordur derler. Hele Foster and Partners gibi başarılı bir imparatorluk kurduysanız, sizi kötülemek için hazır bekleyenlere her köşe başında rastlayabilirsiniz. Bunların çoğu, Lord Foster’ı televizyonda ateş altında kalmış bir halde görmekten hazzedecektir.

Hem etkili ofis mekanları bağlamında çok büyük öneme sahip olduğu için, hem de fena halde taraflı olduğu için, soru ölümcüldü. Taraflı olmasının da iki sebebi vardı. Birincisi, bugünün mimarlarının tasarımlarında tamamen özgür ve egemen olduğunu varsayıyordu ve ikincisi, Willis Binası bir müşteri için yapılmışken, Gherkin’de pek çok kiracı vardı.

Dyckhoff’un suçlaması, günümüzde mimarların sadece büyüleyici dış cephelerle ilgilendiği ve içerdeki çalışma mekanlarını göz ardı ettiği yönündeydi. Bu iddiaların her ikisi de bazı açılardan doğru. Günümüzde yeni ofis binalarının çoğu üretken bir ortam yaratmaktan vazgeçerek, zemin alanını maksimize etmek ve ticari gelirleri hızlıca elde etmek için yapılıyor. Sembolik bir tasarım yapmanın, binanın değerini arttırdığı doğru. İç mekan ise eninde sonunda metrekarelerle ifade ediliyor.

Dyckhoff’un daldığı derin düşünceler, düştüğü umutsuzluğun kanıtıydı: “Norman Foster gibiler ofis tasarımlarının yönünü belirleyemezse, başkalarından ne umabiliriz ki?”

Yapılabilecek en iyi şey Make’e sormaktı. Make’in ortakları Katy Ghahremani ve Tracey Wiles şöyle diyor: “İngiltere tasarım çevrelerinde, çalışma mekanlarının gelişmesi yönünde artan bir bilinç var. Monotonluktan ve 90’ların başındaki trendlerden uzaklaşarak, daha ilham verici, görev yönelimli ve kullanıcılara farklı ortamlar sağlayan mekan tasarımları yapılmaya başlandı. Müşterileri eğitmek, bu yeni düşünce yönteminde tasarımcının önemli görevlerinden biri. Ancak bu, tasarımcının geliştirici ile değil de son kullanıcı ile doğrudan çalışmasına bağlı. Kullanıcıları ve onların aktivitelerini bilmeden, bu kullanımları destekleyecek mekanları nasıl yaratabiliriz ki?”

Ama eğer mimarların elleri bağlıysa ve müşteriler sınırları zorlama konusunda istekli değilse (pamuk eller cebe!), top kimde? British Council for Offices (BCO) Başkanı Richard Kauntze şöyle diyor: “Son yıllarda, kurumların çalışma mekanlarının işlevselliğini yeniden gözden geçirmesi konusunda yükselen bir trend görüyoruz.”

“BCO’nun en önemli amaçlarından biri, her yıl düzenlediğimiz ödüller sayesinde ofis mekanlarında mükemmelliği tanımlamak. Böylece İngiltere’deki ofislerin olanaklarının durmaksızın nasıl geliştiğini ve iyileştiğini görebiliyoruz. PwC’nin Glasgow’daki ofisi, Reading’de Microsoft 5 binası veya Londra’daki Kings Place gibi, son zamanlarda ödül kazananların hepsi, çalışma mekanları üretmedeki yenilikleri ve bazı durumlarda mekanların, kullanıcılarının iş yapma şeklini değiştirebileceğini gözler önüne serdi.”

Açıkça görülen şu ki, binaların, içerisinde yaşayan veya çalışan insanlar üzerinde doğrudan bir etkisi var ve mimarlar belki de bu ilişkiyi içgüdüsel olarak anlayabiliyorlar. Ama mühendislerin uygun maliyetli bir yapı tasarlamak için çeliğin dayanımını bilmesi gerektiği gibi, modern mimarların da efektif bir ofis tasarımı yapabilmek için mekansal değişimler, insan etkileşimleri, ışık, renk, akustik vb. birçok konu hakkında donanımlı olması gerekiyor.

Bunun için uğraşan Gensler, çalışma alanlarında mekanın efektifliğinin neleri kapsadığını ve tasarım çözümlerinin neyi amaçladığını anlamalarını için, müşterilere yönelik olarak “Workplace Performance Index”ini (Çalışma Alanları Performans Indeksi) yarattı.

Bu konudaki ironi, daha efektif bir çalışma mekanı tasarımının daha pahalı inşaat maliyeti anlamına gelmemesi ve binaya değer katıyor olması.

Tuhaf olan, ofisler tarafından hükmedilen bu dünyada, ki bu makaleyi muhtemelen o ofislerden birinin içindeyken okuyorsunuz, bu birbirine bağımlı bilgiler aşırı yükleniyor ve fakat mimarların başvurabileceği ana bir kaynak halen mevcut değil.

Etiketler

1 Yorum

  • emrah-sari says:

    Muhtemelen bizim 15-20 yıl sonra karşılaşacağımız bir sorun.

    “Modern mimarların da efektif bir ofis tasarımı yapabilmek için mekansal değişimler, insan etkileşimleri, ışık, renk, akustik vb. birçok konu hakkında donanımlı olması gerekiyor.”

    Özgür bırakılan bir İç Mimarın için de olduğu hiç bir proje de bu tür sorunlarla karşılaşılacağını zannetmiyorum.Mimarlar,mühendisler,müteahhitler kibirlerini ve grurlarını biraz törpüleyip iç mimarlar ile entegre bir şekilde çalışabilmeyi öğrenmelidirler.

Bir yanıt yazın