Taksim’deki Kışla Tam Bir Ucube!

Mimar Cengiz Bektaş, içi boşaltılan 'Selçuklu-Osmanlı' mimarisinden alınacak dersleri anlatıyor: Doğayla uyum, yaşama kültüründen doğan tasarım, komşunun rüzgarına, güneşine saygı...

Cami, karakol, hastane derken bir süre önce TOKİ’nin de konut inşaatlarında Selçuklu-Osmanlı mimarisinden ilham alacağını öğrendik. Konya’da konutların balkon korkuluklarında ‘Selçuklu Yıldızı’ motifi kullanılacağını belirten TOKİ yetkilileri, “Özellikle ön cephelerde farklılık görmeye başlayacaksınız” demiş.

Bunca kafa bulanıklığı arasında, yıllardır Anadolu ‘dan Balkanlar’a bu mimarinin sırlarını araştıran Mimar Cengiz Bektaş’tan, yeni çıkan ‘Türk Evi’ kitabından yola çıkarak işin esasını dinledik.

Kitapta, bir Ohri (Batı Makedonya) eviyle, Safranbolu evini ayırt edemeyen uzmanlar tanıdığınızı söylüyorsunuz.

Doğru, Makedonya’da bir profesöre gösterdim fotoğraflarını, “İkisi de Ohri”de dedi. Oysa bu iki evin arasında 1500 kilometre var, birisi Safranbolu’da öbürü Ohri Gölü’nün kıyısında. İkisinde de inşaat yöntemi, pencere detayları, tümüyle aynıdır. Doğu Anadolu’dan Batı Yugoslavya’ya benzer ilkelere rastlamamız elbette rastlantı değil, özellikle de yapı gelenekleri, öyle birkaç yüzyılda oluşmuyorlar…

Yerelden öğrenilebilecek şey çok aslında, kitapta verdiğiniz birkaç örnek Amasya’da 16 odalı bir konağın önceden üretilmiş öğelerle bir günde monte edilmesi, Denizli’de evlerin depreme dayanması için tavanlarının çatı makaslarına asılması… Bunca örnek varken 2000’lerin ‘Selçuklu-Osmanlı’ mimarisi neden birkaç revağa indirgeniyor?

Tamamen cehaletten ibaret. Osmanlı’nın da ne olduğunu bilmiyor. Çok basittir aslında: Selçuklu ile Osmanlı arasında ne ayrım var? Selçuklu’da binayı dışarıdan okuyamazsınız, duvar mimarisidir. Osmanlı’da ise, örneğin Süleymaniye’ye bakın, bütün ögeleri dıştan okuyabilirsiniz. İç ve dış uyumu vardır. Bunu bile bilmezler. Taksim’de yapılmak istenen kışla ne? Hindistan, İran gibi bir sürü yerden alınmış bir ucube… Onu Osmanlı zannediyor.

Şu sıralar nereye baksak yeni bir rezidans reklamıyla karşılaşıyoruz…

Mimarlık dergileri yolluyorlar bana, eskiden bu dergilerin içinde Yaşar Kemal’in bir öyküsünü bulabilirdiniz mesela. Artık her sayfası propaganda, ilan, satış. En küçük birikimi olan insanın bile elindekini alabilmek için, uluslararası kapitalist düzenin pompaladığı tüketim politikasından başka bir şey değil. Türkiye ‘deki gelir dağılımını biliyoruz, bunun aidatını bile kim ödeyebilir? Bu propagandası yapılan yüksek konutlar büyük bir facia. Burada yaşamak insanlık dışı bir olay. İnsan yerden ne kadar koparsa insanlığından da kopar.

Peki Mersin’deki gökdeleninizi nasıl anıyorsunuz?

Ben gökdelenin kendisine değil gökdelenin konut olarak pazarlanmasına karşıyım. Mersin’deki gökdelen konut değil, aşağıda alışveriş merkezi, tiyatro, konser salonu var. Üstü de ofis. Amerika’da da ‘downtown’ dedikleri merkezde yüksek bloklar, içinde otopark, büro, otel ve hastane vardır ama konut yoktur.

Kitaptan alıntılar

“Hani Batılılar ‘Eco mimarlık’ diyorlar ya… İncelediğim evlerin belki de en önemli özelliği doğayla savaşmadan ona uymaları, hatta doğanın kan dolaşımı içinde olmaları. Evin kapısı atlı araba için açılırken kedi için küçücük bir başka kanat açılabiliyor, kuşlara da ev düşünülüyor. Evler genelde gün doğuşuna bakarlar. Kimi yerlerde odalar, lodos odası, poyraz odası gibi adlar alıyorlar, buna göre yerleştiriliyorlar. İzmir evlerinin cumbaları kışın ısı kaynağı, yazın ısıyı yalıtıcıdır.”

“Denizli’de depreme karşı ilginç önlem örnekleri gördüm eski evlerde. Örneğin sonradan arsasına apartman yapılmak üzere yıkılan, anıt olduğu saptanmış Kurşunluoğlu evlerinde odaların tavanları çatı makaslarına asılarak 5’er cm aralık bırakılmıştı. Böylece depremde duvarlara çarpmadan sallanabiliyorlardı.”

“Bugünün büyük kentlerinde, çoğunluğun evleri gecekondular. 1980’lere gelinceye dek gecekondular da, hep eğimli yerleri seçiyorlar. Orada da bütün ‘döküntü’ görünüşüne karşın, kimse
kimsenin görünüşünü, havasını, güneşini kesmiyor. Her evin, bir iki ağacın filizlendiği bir avuç bahçesi var. Ne var ki 1980’lerden beri gecekondularda da apartmanlaşma başladı. Adına ‘kentsel dönüşüm’ diyerek bundan da çıkar sağlama yolu hiç çekinmeden açılınca, konu yaşamsal önem kazandı.TOKİ uygulamalarında ne yaşama kültürümüz kaldı ne de kent kültürümüz. Yalnızca para amaçlı bu uygulamalarla sosyal yapıya verilen zararlar azımsanamaz.”

Etiketler

Bir yanıt yazın