Sözün bittiği yer!

Yeşil alan meselesinin iç politikaya malzeme olması iyi oldu. Sözün bittiği yer, belki aynı zamanda başladığı yerdir!

İstanbul-Londra uçak seferi size iki farklı şehrin şehircilik anlayışındaki farkı şak diye gösteren bir seferdir. Bu uçuşta başınızı burnunuz cama değecek şekilde pencereye dayadığınızda İstanbul’dan uçak havaya doğru tırmanırken altınızda bir beton ormanı görürsünüz. Tek yeşil alan mezarlıklardır. İnsanların yaşaması gereken yerde beton yığını, ölüp gömüldükleri yerde ise yeşil alan vardır. Müthiş bir şehircilik ironisi, hayat metaforudur. Aynı uçak ile bulutların üzerinde 3,5 saat boyunca türlü hayaller kurduktan sonra Londra’ya doğru alçalmaya başladığınızda başınızı cama yaklaştırıp (aynı yöntemle) aşağı baktığınızda yeşillerin arasına serpilmiş büyük bir şehir görürsünüz. Finans merkezlerinin toplandığı bir-iki semti saymazsanız ortasından Thames Nehri’nin bir yılan gibi süzülerek geçtiği yemyeşil Londra’da 12 milyon kişinin yaşadığına inanmakta zorlanırsınız. 

Şehir (biraz da sürekli yağmurlu havalar nedeniyle) yemyeşil bir parka benzer. Belki bu yüzden evden işe hemen her gün yürüyerek gidiyorum. Şehrin kalbine doğru yürürken yaklaşık bir saatlik yol boyunca üç parkın içinden geçiyorum. Park derken, çimlere basılması yasak olan, etrafı demir parmaklıklarla çevrili, iki dandik salıncağın konulduğu, bizdeki askeri bölgeleri andıran parklardan bahsetmiyorum. Sincapların elinizdeki ekmek parçaları için koşturarak geldiği, kazların, ördeklerin ve kuğuların huzurla nehrin kenarında güneşlendiği, envai çeşit kuşun daldan dala konduğu, benzerini çizgi filmlerde görebileceğiniz, şehrin içindeki minik ormanlardan bahsediyorum. Londra’ya gelirken bir şeye özellikle dikkat ettim. Huyu başka, suyu başka iki kültürü, iki ülkeyi birbiriyle kıyaslamayacak, yarışa tutuşturmayacak ve oryantalist bir sonradan görmelikle bizim aksaklıklarımızdan yola çıkıp hiçbir şeye övgüler düzmeyecektim. Geldiğimden beri imrendiğim ve imrendiğimi söylemekte kendimi tutamadığım iki konu oldu. İlki bu şehrin kaldırımlarıydı. Yürümeyi seven insanlar için bir şehri baştan sona geçebileceğiniz aynı standartta kaldırımların olduğunu belirten bir-iki yazı yazdım. Sizden gelen tepkilere inanamadım. Pek çok kişi siyasetin onca konusu varken bizim memleketimizde engellilerin, çocuk arabalarının, hatta yayaların yürüyemediği kaldırımlarla ilgili yazdığım yazıya kızdı. Lüks bulanlar, gereksiz görenler oldu. Belki bu yüzden ikinci imrendiğim konuyu, yani bir şehrin içindeki yeşil alanların insanın hayatına katabildiği ‘şeyleri’ yazmaya korktum. Okuyucu paparası yememek için vazgeçtim.

Neden bizde yok?
Son bir haftadır hem Başbakan Erdoğan hem de dün grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu aynı konuya değinip iç siyaset malzemesi yaptığına göre ‘Ben Burdan Atlarım’da yarışan Semiha Yankı gibi cesurca mevzua dalabilirim.

Her gün üç parkı geçerek işe gittiğim bu sessiz yürüyüşlerde aklıma hep ‘neden bizde böylesine yeşil parklar olmadığı’ sorusu takılır. Bulduğum cevap yeşil alanların bizim şehircilik anlayışımızda bir lüks olduğudur. Şehir denilen yerin binalardan oluşan bir asfalt beton ikilisi olduğu algısı hangi siyasi parti mensubu olursa olsun hafızalara kültürel bir kod olarak yazılmıştır. Bu yüzden Taksim’e kışlayı tartışırız da oraya çok daha büyük bir yeşil alan yapılmasını tartışamayız. Çamlıca’ya cami yapmak aklımıza gelir de orayı yeşillendirip milli park yapmak kimsenin aklına gelmez. Şehrin ortasında yıkılan her alan yeni bir konut projesi için ballı bir ranttan başkası değildir. Bu yüzden Ali Sami Yen Stadı’nın yeri yeşil alan kalsın dediğinizde size ancak gülerler. Likör Fabrikası yıkılmasaydı dediğinizde kaşlar çatılır. Beyaz Türkler için şehirdeki yeşil alan (eğer golf kulübü değilse!) şehirde yaşayan fakir, beyaz fanilalı, göbeğini kaşıyan insanların hafta sonu mangal yaptığı yerler anlamına gelir. Bu yüzden Belgrad Ormanları’nda koşmaya giderler ama aynı ormana mangal yapmaya geleni küçümserler.

Bugün Ankara’da Hipodrom arazisini yeşillendirmek nedense siyasi gündemimizde yok. Ya da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün ve Meclis’in yemyeşil bahçelerini polis ve askerler koruyor. Halka kapalı!

Bu zihniyetin sonucunda çevre ve şehircilik Türkiye’de aynı bakanlığa bağlanmıştır. Yani aynı bakanlık hem çevreyi koruyacak hem de şehirciliği geliştirecektir. Umutsuzluğa kapılacak çok şey var. Yine de olumulu ve güzel adımlar da atılmıyor değil. Benim de bu köşede Bodrum, İstanbul ve Ankara örnekleri ile defalarca yazdığım turizm izni alıp otel yerine rezidans yapan uyanıklara bu bakanlık nihayet dur dedi. Bugün yeşil alanlarda ya da turizme ayrılan mekânlarda dev rezidanslar yükseliyorsa yıllardır göz göre göre verilen bu çakma ruhsatların büyük payı var. Bu konuyu ayrıntıları ile yazacağım.

Velhasıl yeşil alan meselesinin iç politikaya malzeme olması iyi oldu.

Sözün bittiği yer, belki aynı zamanda başladığı yerdir!

Etiketler

Bir yanıt yazın