Örovizyonsuzlaştırabildiklerimizden -mişsizcesine

Teşbihte hata yoktur; örovizyonda sıfır çeksek bu kadar incinmezdik.

İşbu yazının başlığını bir çırpıda okunmayacak kadar uzun olsa dahi konuya “cuk” diye oturduğu için değiştirmeye kıyamadım. Ayrıca yine bu yazının konusu pek bir kabak tadı verdiğinden farklı ve pek anlaşılmaz bir başlıkla durumu yumuşatabileceğimi zannettim. Evet, evet bu bir Venedik Mimarlık Bienali yazısı. Hemen kızmayın, hemen okumaktan caymayın, boş vermeyin. “Bienaldeki sergi söküldü sen hala aynı teranedesin, aynı yerden ekmek yeme derdindesin, ne yazılacaksa yazıldı, ne söylenecekse söylendi, daha ne konuşuyorsun” demeyin. Hâlâ denecek bazı şeyler var. Belki de kendi kendimize itiraf edeceklerimiz öylesine yerli yerinde duruyor. Yazıyı geç yazdığım için bana kızmayın, bir değil birden fazla haklı mazeretim var. Hem artık üzerinden neler neler geçmiş, daha durulmuş vaziyetteyiz. Artık biraz daha sakin kafayla düşünebiliriz.

Venedik Mimarlık Bienali ve tabii ki Türkiye Pavyonu hakkında Türkçe ve yabancı basında ne çıkarsa takip etmeye çalıştım. Okudum çoğunu. Bienal uzmanlığım filan yoktur. Türkiye Pavyonu olmadan önce de gitmişliğim vardır. Ancak beni tanıyan tanır, bir mesaj çooookkkkk soyutlayarak sunulmuşsa anlamakta zorlanırım ve böyle gizli mesajları, tonlarca enkaz altından çıkartıp kıymetli bir maden gibi kabul etmekten pek hoşlanmam.

Örnek “Burada sanatçı aslında özgürlüğe ulaşmanın bir travmaya dönüşmesi sonrası, bir şekilde yıllar sonra ulaşılan özgürlüğün aslında gerçek bir tutsaklık olduğunu betimlemiş” diye yorum yapılan bir çalışmada benim tek gördüğüm; yüzlerce eskimiş ayakkabının misinalarla tavandan asılmış olması o kadar…(*) Evet, sanatçı nereden bulmuşsa yüzlerce eskimiş ayakkabı bulup, onu tavandan asmış. Yorumlara bakıyorum. Dil kullanımı üst düzey. Sanatçı birkaç yerde röportaj vermiş ve çoğunda “saçlarım şekil, önümden çekil” diyor. Fakat nasıl oluyorsa birileri, “zor erişilen özgürlüğün artık takıntı haline gelmesi yüzünden yan etkileri olabiliyor” diye bir yorumu tavana asılmış o ayakkabılara bakıp çıkartıyor ve tak diye masaya koyuyor. Vallahi ayakkabıların dizilmesi filan çok hoş, aydınlatma çok iyi. Çok da ilgi çekiyor, renklerin dağılım çok iyi fotoğraf veriyor ama yalan yok ben bu ayakkabılardan bu sonucu çı-kar-ta-mı-yo-rum.

Önceleri soyutlamadan anlamayan biraz da sanatla yoğurulmamış yani “yontulmamış” biri olduğumdan dert yandım. Uygulama projesi çizer, şantiyede ustanın başında durur, tesisatı sonra akmaması kokmaması için gerçekten defalarca kontrol eder yani realist açıdan ekmeğini kazanmak için “gerçek” bir sürü problemi bertaraf edip, farklı ve biraz da elimden geldiğince özgün tasarım içeren üretimler yapmakla meşguldüm. Bu gerçeklik beni kütükleştirmiş olabilir. Evet, “tavandan asılmış ayakkabılardan” bu söylenenleri çıkartamıyorum ben. Kendime kızıp duruyor, bu sanatsal auranın içine giremediğim için nasırlı ellerimi cebime sokup anlarmış gibi geziyorum.

Sonra dedim ki, niye yahu? Kaba da olsa bir beğenim var benim de. Neyin ne olduğunu bu denli dolambaçlı yoldan anlatırlarsa, ben de anlamam ki. Acaba bu salt benim eksikliğim mi?

Liselerdeki bıkkın Edebiyat öğretmenlerinin devamlı olarak başvurduğu klasik kompozisyon konusuna dayanmamalı bu yazı. “Sanat, sanat için midir? Halk için midir?” Ben ne bileyim ne içindir. Onu sanat yapana sorsanıza; derdi nedir ve ne minvalde bunu soyutlamaktadır. Soyutlama ne derece sanatın bir parçasıdır. Gidip ona sorun. Bana neden giriş, gelişme sonuç yazdırıyorsunuz?

Vallahi çok samimi olarak itiraf ediyorum işte. Bienallerin sosyal kelebekleri arasında kanat çırpsam da hala “Ne ki şimdi bu?” diyenlerdenim. Artık kendimi eğittim, bunu düşünürken kimseye çaktırmamak için dudaklarımı bile oynatmıyorum. Kaba saba halim, sanattan anlamaz tutumum belli olmasın diye.

Şimdi bu cepte, ikinci konuya geçelim.

Neydi o öyle yahu? Evde tam takım ailecek örovizyon şarkı yarışmasını izlerdik. Seksenlerin önemli aktivitesiydi ve sonra sonra bu yarışmayı aslında kimsenin takmadığını öğrendik. Ben Kıbrıs meselesinden tutun, hangi ülkeyle ne gibi siyasi çekişmemiz olduğunu hep bu yarışmaları izlerken öğrendim. Şu anda siyasilerin Avrupa medeniyetlerine “posta” koyduklarında alkışlayanların bilinçaltındaki temelleri işte bu yarışmayla şekillendi. Avrupa ülkelerinin hepsi ama istisnasız hepsi bizim büyümemizi ve gelişmemizi istemiyorlar. Bakma sen, bizden hep korkuyorlar. Bir birinci olsak var ya, nasıl da yıkılır bunların medeniyetleri.

O sırada heyecan dorukta, Türkiye’nin sırası geliyor. Çetin Alp, Opera’yı söyleyecek. Yıl 1983.

Arkada opera kıyafetleri ile anlamsız ve müziğin ritminden bağımsız şekilde 90 derece sağa sola dönenleri gördükçe şaşıyoruz ama taktik de hoşumuza gidiyor. Avrupalıları, onların silahları ile vuracağız. Opera deyince akan sular durur ya, Çetin Alp de Türkiye’nin aydınlık yüzünü onlara göstererek, arkadan dolaşmış ve iki puanı kapmış olacak. Ne iki puanı? İki puan bile veren olmuyor, Türkiye sıfırı çekiyor, hiç puan alamıyor. Sonra moral bozukluğu, yine bize karşı yapılan komplolara ve tek dişi kalmış canavar olan batı medeniyetinin kaypaklığına sıra geliyor. Hiçbirimiz de demiyoruz ki; “Siyasetten öte, şarkı kötü galiba ve o yüzden hiç puan alamadık”. Demiyoruz işte, öyle eziğiz, zengin mahallesinde pek ciddiye alınmayan kalabalık kapıcı ailesinin çocuğu modundayız ve hepsine küsüyoruz. Gelecek sene her şeyi resetleyip balık hafızasına sahip şekilde aynı heyecanla televizyon başına oturacak kadar da safız.

Sonra bu sıfır çekmeler yerine az biraz puan aldığımız yıllar oluyor ve sonra o incecik vücudu ve güzel suretiyle bizi etkilemiş olan Şebnem Paker, üçüncü oluyor. Sonra da Sertap Erener birinci oluyor. Böylece örovizyona olan ilgilimiz bu şekilde sönüyor. Artık çok ilgilenmiyoruz zaten yarışma da büyüyor, şişiyor heyecanını kaybediyor.

Bu da cepte.

Şimdi yeniden gelelim Venedik Mimarlık Bienali’ne. Genel olarak yorumları okuduğumu söylemiştim. Çoğu kimse, ilk gezdiğinde ne düşünürse düşünsün, halka açık olarak yorum yaparken ne İKSV ile ne de seçici kurulla ve Teğet Mimarlık ile kötü görünmemek için dikkatli davranıyor. Bazılarıysa gülücükler dağıtıp, Darzana’nın ne kadar şiirsel olduğunu filan söylüyor.

Ben açıkçası önyargılı değilim. Darzana’yı gittim gördüm. Uzun sayılacak bir zamanı da Türkiye Pavyonu’nda geçirdim. Tersaneleri az çok bilir ve ihale sürecinde projesiz, plansız ihale edilmesini eleştiren ulusal gazetelere yazı yazmış biriyim(**). Tersanelerin bu şekilde kamuoyundan gizli ve ne olacağı bilinmez halde ihale edilmesine karşıyım. Ne olacağını bilmiyoruz. Müelliflerden Teğet Mimarlık ise gizlilik anlaşması dahilinde ser verip sır vermiyor. Bu gizli saklı çalışma (Ertuğ Uçar’a göre yatırımcının en büyük hakkıymış ve bunun sorgulanmasına şaşırıyor) nedense “Gelin de beni görün, merak edin bakalım” dercesine Bienale katılıyor.

Şimdi eğri oturun doğru okuyun. Bu Darzana işi Haliç’teki gizli saklı port projesinin ENTELEKTÜEL BİR ARINMA parçasıdır. Eğer bu şekilde hem de uluslararası bir düzeyde aklanma, köpük köpük şampuanlarla, foşur foşur sularla yıkanma sonrası iyi bir halkla ilişkiler sağlanabilirse proje hem kabul görür hem de Avrupa’ya bağlanmış olur. Yatırımcının sosyal sorumluluk angaryası da aradan çıkıverir.

Fakat olmadı. Daha başında bu işte bir yanlışlık olduğu ortaya çıktı. Teğet’te büyük bir sessizlik hakimken, birkaç röportajda anlatıldı ve gizli saklı olmanın yatırımcının en doğal hakkı olduğu beyan edildi. Eh, madem projenle övünüyorsun ve hatta bunu uluslararası bir etkinliğe bağlıyorsun, o zaman çıkar tüm projeleri başlayalım fikirlerimizi beyan etmeye. Yok, amacın gizli saklı iş yapmaksa neden kendini bu yolla aklayacağını zannediyorsun. Daha ilk eleştirilerde Teğet hemen kapandı. Hatta Mehmet Kütükçüoğlu tüm eleştirilerin DEĞERSİZ olduğuna hüküm verdi. Bir dakika yahu, daha eleştirmemiştik aslında. Yani daha baştan kulağını tıkayarak, bir de ağzıyla ses çıkartarak eleştirileri duymayacağını sanıyor. Kendisine birileri demiş mi bilmiyorum ama bu davranış kişinin genel eleştiri çevresinden kendini üstte görmesi gibi algılanıyor. Tabii soruyoruz: Mehmet Bey neden kendini biz fanilerden üstün görüyor? Ne üstünlüğü var?

Ya da Mehmet ve Ertuğ dese ki, tamam tek yönlü röportajlarla olmuyor, şu ve bu kişilerin kötü niyetli olmadıklarını biliyoruz. Onlar sorsun, biz cevaplarız gibi kendilerinden emin bir AÇIKLAMA yöntemini bile uygun görmüyorlar ki aslında ne kadar şeffaf olurdu.

İKSV jürisi de pek bir alıngan çıktı. Uğur Tanyeli “alternatifsiz” bir jüri üyesi olduğunun rahatlığıyla bu işle Haliç’teki garip ihalenin bir alakası olmadığını iddia etti. Hatta çok garip bir tanımla bunu ima edenin ne büyük bir açmaz içinde olduğunu ondan beklenmeyecek bir üslupla yanıtladı. Yine kimse Uğur Bey ile kötü olmak istemiyor. Belki akademisyen ve bir alternatifi kaybetmesin, Bilgi Üniversitesi’nin dekanını eleştirmesin, oranın kapıları kapansın istemiyor (Öyle olacaktır demeye niyetim yok ama eleştirmeye korkanlar böyle düşünmektedir belki). Ya da başka bir tahminde bulunayım, en basitinden bir etkinlik yapılacaksa, çağırınca Uğur Bey gelsin istiyorlar. Ne bileyim işte, bu ve bunun gibi sebeplerden olsa gerek kimse pek öyle sert eleştirmiyor. Uğur Tanyeli de öyle, örneğin Mehmet kadar eleştiriye kendini kapamış değil ama artık bu konu onun için kapanmış durumda. Bir dahaki jüriye kadar ilgilenmez bile. Her şey süper zaten…

Ha bizim pavyon güzel fotoğraf veriyor. Zaten ben de gittiğimde çektim yüzlerce kare. Sonra başka pavyonlardan da değil, sadece mekândan fotoğraflar çektim. Onlar da iyi çıktı. Demek ki bu mekanda iyi fotoğraf veren bir heykelimsi enstalasyon çok da elzem bir şey değilmiş. Yazının içindeki fotolar bana aittir ve serginin kendi mekanının fotojenik olduğuna örnektir.

Tema var kardeşim, tema. Bu tema ilk kez biraz da farklı şekilde ortaya konmuş. “Cepheden bildirmek”. Her iş, her pavyon aslında bir cephe ve buradan bilgi verin diyor.

Türkiye’de mimarlık adına her şey süt liman ki, o temaya hiççççç dokunmayacak şekilde, tersane isminin kökeni filan derken, konunun Venedik Tersanesi ile Haliç Tersanesi’nin kardeş olduğuna bağlanıyor. Başka tema olsa da olurmuş. Sonraki Bienal’e de uygun bence. Venedik yine tersane olarak kültürel hizmet verirken, Haliç Tersanesi yoğun bir yapılaşma ile (ne kadar yoğun bilmek olanaksız) ticari olarak hizmet verecek. Yahu bu iki durumu nasıl bağdaştırabiliyorsunuz, hem de gizli saklıyken? Nasıl bu serginin gizli saklı çizilen projeyle alakası yok diyorsunuz? Nasıl bir “entelektüel güzellik” için yoğurulup kendinizi rahatlatmışsınız? Nasıl yahu?

Aslında cepheden bildirmek konusunda başarılı. Bizim cephe işte bu kadar kaypak. Sanırım iç yüzünü bilen bizler için çok doğru bir biçimde sunuluyor.

Şimdi bütün ceptekileri birbirine bağlayayım. Bu bir sanat bienali değil, misinayla asılmış ayakkabılar gibi, tersaneden çıkma genelde kalıp için kullanılan ahşap parçaları rengarenk yağlı boyayken, zımparalayıp öyle bir gemi gövdesi çıkacak şekilde asmak fotoğrafçılar için iyi poz veriyor. Fakat kullanılmış ayakkabılardan ne çıkardığımızı yardımsız bulamıyorken, bu parçalı gemi gövdesinden ne çıkarmamız gerektiğini bulamadım ben. Yine benim kaba sabalığıma verin. Bu işi yere göğe sığdıramayan köşe yazarlarına sorun, onlar anlatsın şiirselliği size. Ben pes ettim.

Arada ülkemizde bir de darbe kalkışması oldu. Cephe mimari anlamda da farklı hale geldi ama zaten cepheden doğru dürüst bir haber verilmediği için eksik görülmedi.

Haa, cepten çıkan bir de örovizyon meselesi var. Bienal bir yarışma değil. Pavyonlar yarışmıyor ama sadece iki sefer katılan Türkiye’nin mimarları, bizler örovizyon izlemiş gibiyiz, yalan yok. Bizim cepheden bildirmesi gereken pavyonumuz, entelektüel bir arınma peşinde, temayla bağ kuramamış bir enstalasyon olunca, Çetin Alp’in Opera’sından farksızlaşıyor. Avrupalıları, onların silahıyla vurmak gibi bir şey. Arsenale, Venedik’te su baskınları yüzünden sıkıntılı, bizdeki tersanenin sıkıntısı ne peki? Madem bağladık, soralım bari. Bizde tersane çok mu iyi durumda? Şiiiiişttt, fazla kurcalama. Yatırımcı projeyi açık etmezse etmez, ihaleyi aldı ya en kral o şu durumda. Bir de küratörlerin beğenmeyeceği eleştiri yapmak da ne oluyor canım. Hiçbir eleştiri onların beğenisine uygun değil ki, üzerinde yorum yapmama rahatlığına sahipler.

Kısaca teşbihte hata yoktur; örovizyonda sıfır çeksek bu kadar incinmezdik.

Cepheden bildirmek derken; Sevilen bir yazar, Rusya’da fikirleri yüzünden Sibirya’ya sürülecek. Sevdikleri, arkadaşları “mektup yaz” diyor ama sıkı sansür de var. Diyorlar ki sorun varsa kırmızı mürekkeple yaz, yoksa mavi ile yaz. İlk mektup aylar sonra geliyor, hem de mavi mürekkeple yazılmış. Sevenleri umutlanıyor. Yazar, ona çok iyi davrandıklarını, hiçbir kötülük görmediğini yazmış, maviyle hem de. Çok mutlu oluyorlar en son satıra kadar. Yazar mektubun sonunda diyor ki, “Burada her şey çok iyi, her istediğimi hemen bulup bana veriyorlar, bana çok iyi bakıyorlar ama bir türlü kırmızı mürekkep bulamadık başka da bir sıkıntım yok.”

Bitti.

(*) Herhangi bir bienalde ya da sergide buna benzer bir çalışma görmedim. Bütünüyle benim salladığım bir örnek. Buna yakın bir şey varsa büyük tesadüftür. Kimseyi hedef almamak için konuyu salladım. Eğer bir şeyle örtüşürse gerçekten güzel sallamışımdır. Öyle deyip geçelim lütfen.
(**) Tersane-i Amire değil, “amir”e tersane…

Etiketler

22 yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Kendi yazısına yorum yapan bizden değildir demeyiniz. Yazıma bir eleştiri geldi sosyal medyayla hem Dm den yürünmüş. Kendisine rica ettim ” yazının altına yorum yapınız” diye. Şu ana kadar yazmadı. Eleştiri şuydu. “Bienallerin örovizyonla birlikte anılması ne kadar doğru?” diye. Güzel bir eleştiri.

    Efendim örovizyon göndermesi ilgi çekmek ya da alakasız bir konuyla haksız metafor yağmuru yaratmak değildir. Çok da ilgilidir. Yazımda belirttiğim gibi örovizyonlaştırma bienale olan enerjimizin çekilmesidir. Şu yıla geldik ve kimse örovizyonu artık takmıyor.

    Şöyle bir tehlikeye işaret ettim. İKSV derse ki “Amma da eleştirdiniz. Sonuçta özgür kararları olan bir vakıfım. Parasını bastırıp Bienalde yer almışım. Jüri bunu seçmiş. İstediğimi koyarım.” derse. Jüri alınganlığı abartıp “İki tersanenin şu anki durumları bizi ırgalamaz. Bu işin şu anda gizli saklı projeyle alakasını kuran kendini bilmezdir” derse. Arkadaş bellediğimiz her şeyi konuşabildiğimiz Teğet işine gelen gelmeyen her eleştiriyi düzensiz bulursa…

    Bizim gözümüzde de iki seferdir bu kadar heyecanlı takip ettiğimiz Bienal örovizyon gibi olur. Bakanlığın Mipim’deki garip maket stantları için bu kadar yazı yazılıyor mu? Eleştirmeyi sevmeyenler övgüler diziyorlar mı. Biz bu denli ilgi gösteriyor muyuz. Hayır. Orası zaten örovizyonlaşmış.

    O yüzden tüm paydaşlar karşılıksız ve içten eleştirilerin değerini bilsinler. Bize de yazık. Az kaldı böyle böyle olursa samimi eleştiri yapıp da arkadaşlarımla kötü olmak yerine bu da bir ayrı örovizyon der geçerim.

    Şiirselliğin de bir örovizyonlaştırılması var. O yüzden beni eleştirip cevabımı okumayan hanımefendiye buradan cevap veriyorum.

    Yani Kırmızı mürekkep masadayken gün gelir onu bile kullanmaktan imtina edebiliriz.

    Yapmayınız rica ediyoruz.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Açıkası ne demek istediğinizi anlamadım.

    Yazımda sanattan anlamam demiyorum ki. İroni var denmez ama var. İsterseniz bir daha okuyunuz.

    Yazının neresi boşalmış anlamadım. Siz boşluğu lütfen daha iyi tanımlayın rica edeceğim.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Şimdi Efendim madde madde açıklayayım ki daha kolay anlaşılsın.

    1- Söz konusu yazının formel bir eleştiri yazısı olmadığı ortada. Daha çok durum tahlili desek daha iyi. Hatta biraz matrak durum tahlili. Fakat bilin ki doğru bir tahlildir. Yanlışımı çıkarmakla meşgul olsanız dahi yine de bulmanız zor. Genelde doğru bir tahlil. Yanlışım varsa düzeltmek benim için iyi olur keza söz konusu yazının her yönde DOĞRU bir tahlil olmasını istiyorum. Matrak olur olmaz. İğneliyici olur olmaz. Eleştiri yazısı olur olmaz. Dert değil. Koskoca Türkiye Pavyonu yapmışlar “Kimseye beğendirmek zorunda değiliz” rahatlığı hakim, ben aylar sonra bir yazı yazmışım…

    2- Ciddiye alınacak bir yazı değil mi? Muhataplar ciddi eleştirileri de dikkate almadılar ki. Numunelik de olsa Haliç Dayanışması’nın ufacık bir eleştirisine bile bakmadılar. Yok saydılar. Bu matrak yazı biraz protesto efendim. O yüzden böyle biraz samimi.

    3- Yine de yazıyı gerçekten okuduğunuza dair şüphelerim geçmiş değil. Yazının hiçbir yerinde “Mekana ne koysan güzel olur” argümanı geçmiyor. Nereden ve nasıl uydurdunuz?

    Yazıda mekanın her yeri fotoğraf veriyor dedim. İyi bir kadrajla çok hoş açı ve ışık yakalanabiliyor. Ki Darzana da çok çok iyi fotoğraf veriyor. Profesyonel olarak Darzana’nın fotoğraflarını Cemal Emden çekti herhalde. Ben ce bir amatör fotoğrafçı olarak Darzana’dan çok hoş fotoğraflar çektim. Belki bir gün paylaşırım. Neler neler yaptım. Kimsenin bir şey dediği yok hiçbir parçaya dokunmadan fotoğraf makinesini üzerine o kadar ağır lens varken kolumla içine kadar soktum. İçeriden de ne güzel pozlar verdi bir bilseniz. Bakın 2 tam gün boyunca gezdim bienali en iyi fotoları Darzana verdi. Bütün pavyonları gezdim, fotoğrafladım.

    Diyorum ki ben (yazıyı bir kere daha okuma külfetine katlanmayın diye yazıyorum) Enstalasyonun amacı fotoğraf vermekten öte temaya uygun olarak Mimarlık ile ilgili mesajlar vermektir. Darzana fotoğraf veriyor romantikçe iki tersaneyi birleştiriyor ama mesaj yok. Varsa siz beyan edin rahatlayalım.

    Bu arada neden çektiğim mekan fotoğraflarını koymam absürt olsun ki. Kıskanmaya gerek yok, siz de gidin siz de çekin siz de yazı yazın. Emek vermişim ben. Arkitera Editörleri uygun görürse yayınlar. Hiç yakışmıyor böyle beğenmez tavırlar.

    4- Evet, olay kişisel biraz da. Olsun artık. Mehmet ve Ertuğ sırf benim değil daha çok ortak kişiyle arkadaşımız. Bize karşı tutumları çok iyi değil.

    Belaltı derken? Ne diyorsunuz? Rica ederim iyi okuyunuz yazıyı neresinde belaltı (müstehcen anlamında değil) tahlil var bu yazıda?

    5- Eleştiri yazısının ne olduğunu iyi bilirim. Çok kolay bir iş değildir mimari eleştiri yazmak. Örneğin diğer tüm pavyonları da gezdim. Anlamaya çalıştım. Dediğim gibi çok soyutlanmış olanları çok iyi kavrayamadım. Ayrıca profesyonel mimarların atölyelerini de gezdim Bienal kapsamında. Notlar aldım. Oradaki kafeye oturup kaçırdığımız öğle yemeği adına, İtalya’ya göre pek lezzetsiz sayılacak yiyecekleri kemirirken notlarımı temize çektim. kendimi “şantiyeci” olarak gösterirken (ki biri “sen Şantiyeye geri dön” diye bir mesaj atıp sonra silmiş. Yazıp silenlere de selam olsun) aslında başka bir ironi yapmıştım. Kendimi övmeye niyetim yok ama övüyorsam da sorduğunuz deştiğiniz içindir. Çok ciddi bir eleştiri yazısı da yazardım. Yine beğenip beğenmeme hakkınız vardır. Fakat bu dalgaya alma şekli artık gerekli görüldüğünden belki de tek çare olduğundan yazılmış bir yazıdır. Bilginize…

    6- Hıncal Uluç genelde fokus alanıma girmez. Plaka yazması onun kendi köşesine saygısıdır geçerim. Sizi çok etkilemiş sanırım. Fakat yazımdaki gönderme ve ironiler o kadar basitleştirilmemeli. Plaka olarak görüyorsanız o da sizin algı genişliğinizi gösterir. Sizden ayrı aldığım olumlu olumsuz eleştiriler sizinle aynı şeyi demiyor.

    Maddeler bitti.

    Bu arada siz de kaçak güreşiyorsunuz.

    İlk mesajınızda “Sanattan anlamam halk adamıyım” dediğimi iddia ettiniz. Sordum yazının neresinde bu diye. Hatta ironiyi kaçırmışsınız dedim. Cevap yok? Yazıda soyutlamanın sınırını aşıp ancak açıklamalarla işin ne gösterdiğine vakıf olunan işlerden pek haz etmem dedim. Bu halk adamıyım demek değil tam tersi “hodri meydan” demek.

    “Darzana’nın CEPHEDEN NE BİLDİRDİĞİNİ ANLAYAN VARSA beri gelsin” demek bu.

    Eski ayakkabı örneği de fena ensatalasyon örneği değil. Sanattan anlarım diyebilir miyim bilmem ama fikir dünyam geniştir. Kendimi anlatamam neyim ne değilim. Konu ben değilim ve yanlış olur. Biri bunun gibi eski ayakkanı fikrini kullanabilir. 🙂

    Ayrıca “felsefe yapma” dediğimi de zannetmiyorum. Tam tersine yap da neden Haliç’in şimdiki durumunu saklıyor ve bu iki tersaneyi bağlayıp şimdiki durumlarını ahşap parçalarla bir gemi şekli vermenin dışında felsefi olarak sunmuyorsun diyorum.

    Yani felsefe yap olaya gir, topu al, pası değerlendir gerekirse gol at diyorum. Gol yersek anlarız Haliç’i. ÇÜNKÜ bir şey bilmiyoruz. Şartnamede bilmem kaç kişilik BİR CAMİ TASARIMI var mesela. Cami mi?

    Evet, cami. Kaldırılmadıysa vardı. Bunu Teğet mi tasarlıyor başka biri mi? https://goo.gl/guavMZ blogunun sahibiyim ben. Bunu merak ediyorum ve önceki yazılarımda usturuplu olarak sordum. Konu ettim.

    Cevap geldi mi? Yok tabii.

    Yani bir zaten 10-0 yeniğiz. Felsefe yapıp bir gol daha atsalar bir şeycik olmaz.

    Mert Bey sizi tanımıyorum. Zaman ayırıp cevap verdim ama gördüğüm kadarıyla yazımı tam okumamışsınız ya da okudunuz ama amacınız küçük görmek o yüzden yazımda olmayan anlatımları ortaya koyuyorsunuz. Küçük görün dert değil

    Ama bilin ki olay da, örovizyonlaştırılmak istenen Türkiye Pavyonu da öyle hafif şeyler değil. Bilin ki benim yazım da yenilir yutulur hafiflikte değil. Bu provakatif hali de yer yutarlarsa genişliğe hayran kalacağız.

    Kısaca yazımı hafife alan önyargınız olduğunu düşünüyorum. Bu minvalde cevap vermeme hakkımı saklı tutarım.

  • cem-yildirim says:

    Ben okudum. Bu konuda söylemek istediklerim hala var ancak bu konuşmaları keşke tasarım sürecinde yapabiliyor olsaydık.
    Öncelikle Sayın Tanyeli, Kütükçüoğlu ve Uçar’ın eleşyirilere verdikleri yanıt kültürel bir fiyasko. Kendileri için küçük düşürücü ve biraz cahilce, olgun değil ve yakışıksız.
    Hepimiz aynı fikirdeyiz, çalışmanın tema ile alakası yok. Anlamamışlar ya da reddetmişler. Türkiye gibi temayı güçlendirecek eserleri başarıyla orataya koyabilecek olgulara sahip bir ülkenin bu yaklaşımı da oldukça kültürsüz ve korkakça. Yorumunuzdaki ‘Tanyeli ile kötü olmamak’ ya da ‘İKSV’yi eleştirmeye korkmak’ eleştirilerini kapsayan bir kesimin olduğuna inanmak istemiyorum; o derece aptal ve korkak insanlar şu zamanda var olmamalı, nitekim Tanyeli de İKSV de görünüyor ki o kadar da ‘iyi’ değilmiş.
    Ancak Tanyeli ve Teğet politik baskıdan korkarak süreçte bu tarz kararlar vermiş olabilirler, bir ihtimal; ama yanlışı bu denli savunmanın anlamı yok, ‘şartlar böyle gerektiriyor’ deseler zaten desteğimizi alırlardı.

    İyi fotoğraf vermesi kimsenin o kadar da umrunda değil. İnsanlar oraya herhangi bir eser görmeye gitmiyor. Teğet ve İKSV ve Tanyeli (olumsuz yorumlarda ismini kullanmak hoşuma gidiyor) olayı kendilerine verilmiş bir alanda ‘güzellik’ kriteri ile yarışacak milli bir eser ortaya koyma şeklinde ele almış. Bu açıdan örovizyon uygun bir benzetme. Ulusallık eleştirisi yalnızca Türkiye’ye değil, genele yöneltilmesi gereken bir eleştiri. Bu binenal, belki de ilk kez bu yıl bu kadar başarılı bir şekilde ülkeleri dünya üzerindeki farklı bölgeler olarak algılamamıza olanak verirken bir çok temayı es geçen ülke ulusal olma dar görüşlülüğü göstermiş.

    Gelelim temasız eserin sanatsal değerine. Yeterince olgunlaşmamış. Özellikle eksik bırakılmış değil, fazlasına kurgu yetmemiş. Bu eserle ilgili birçok kişiyle sohbet etme imkanım oldu, çoğu yabancı tasarımcılar; genelde yorumlarımız şu yöndeydi: olmaması gerektiği kadar hantal. Haliçten canlı ses yayınıyla desteklenseydi iyi olurdu. Ayrıca söküm ve kurulumu da tasarlanıp hergün bir kez yeniden kurulup, her gün sonunda yalnızca iskeleti çıplak kalacak şekilde sökülseydi hayran kalırdım, eminim çok daha fazla da ilgi çekerdi. Şu haliyle yetmemiş. Fikre aşık olmuşlar, daha fazlasına gözlerini yummuşlar.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Mert Beyciğim,

    İlginizden ötürü teşekkür ederim. Bienaldeki işleri beğenmek beğenmemek güzel şey. Keşke saatlerce bunu konuşabilseydik. Ödül alandan çok almayanlardan beğendiklerim var. Sizinle aynı fikirdeyim. Hatta gezerken bazı arkadaşlarla da karşılaştık. Onlarla da konuştuk çok faydalandım.

    Fakat burada Bienaldeki diğer çalışmaları konuşmaktansa Haliç’in durumunu konuşmak isterdim. Türk pavyonu temadan uzak olabilir, Tabanlıoğlu’nun ekibinin işi için konuşmuştuk mesela. uygun mu değil mi diye. Fakat bunda konu temadan uzak olup olmaması bile değil işte yukarıda yazdığım bir sürü dert dert ve dert.

    Açıkçası itiraf ediyorum, bizim CEPHEDEKİ problemler dağ gibi dururken, nispeten daha sonra konuşulacak konuları kendime, arkadaşlar arasına saklıyorum. Arkitera bana bir yer vermiş sağolsun yazımı yayınlamış CEPHEDEKİ sorunları konuşmak isterim.

    İlginize bir kere daha teşekkür etmek isterim.

  • cem-yildirim says:

    Beğenmek/beğenilmek… Bırakın bunu Teğet sorgulasın Mert Bey. Bu bienalin gerçek amacı bu değildi.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Evet hepsi…

    Ama hepsi mutlu, karlı ve bir o kadar da üstün görüyorlar kendilerini. Eleştiren de kötü oluyor. Özet bu.

    İKSV de sonraki bienallerde daha rahat olacak. Jüri öyle.

    Sonuç: Örovizyon işte. Çetin Alp-> Opera…

  • cem-yildirim says:

    Sanki Aravena temayı cephede öten bülbüller olarak belirledi de biz aptal işlere haksızlık ediyormusuz gibi hissetmeye başladım

  • ahmet-turan-koksal says:

    Arkitera’da Birkaç Mimar ropörtajları hep bu konu üzerine. Yeni ve başarılı mimari bürolara soruyorlar “Etik ve çevresel değerleri gözettiğiniz için iş kaybınız oldu mu size ne kadar etkisi oldu. İleride büronun durumunu nasıl görüyorsunuz?” Tabii çok üzücü ve düşündürücü cevaplar geliyor.

    Teğet’in durumunu bilmiyorum ama her şeyde olduğu gibi bu gizli projede de ne kadar getirileri olduğunu genel olarak işlerini, diğer bürolara göre durumunu az çok tahmin edebiliyoruz.

    Yani mimarlara yazık diyeceksek Teğet ilk sıralarda değil, ortalarda değil, üüüüüüü en arkalardadır. Zaten gözümüz sözümüz yok. Kazançları bol olsun, daha kuvvetli olsunlar.

    Fakat Allah hiç bir mimari büroya en ufak bir eleştiri için bile “DÜZEYSİZ” diye kafadan kaçma raahtlığı vermesin. Asıl o zaman üzülürüm o büro için.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Objektif eleştirileri ben ve diğerleri yaptık. Bkz: Yelta Köm’ün Darzana hakkında yazılanlar Excel dosyası.

    Bu artık sadece Teğet değil sizin de dediğiniz diğer paydaşlar: İksv, Tanyeli, Teğet vs., Haliç’i o şekilde ihaleye açan otorite, Devlet, Hükümet vs.? hepsi için durum tahlili.

    Hepsi için artık işin ne kadar gülünç olduğunu gösterir bir durum tahlili.

    Bu kadar mı zor bunu kabul etmek? Şaşırıyorum.

  • omer-yilmaz says:

    “eğer ki dert temayla ilişki kurup kurmamak beğenilip beğenilmemek değil de diğerleriyse bunun muhatabı ne kadar iksv, tanyeli, teğet vs., ne kadarı haliç’i o şekilde ihaleye açan otorite, devlet, hükümet vs.?”

    Bir “Ben yapmasam TOKİ yapacak.” vardı.

  • omer-yilmaz says:

    3. Köprü de çok iyi bir mühendislik eseri aslında. Di mi ya.
    Hükümet oraya köprü yapmaya karar verdiyse mimarlar, mühendisler ne yapsaydılar çizmese miydiler.

  • cemal-cobanoglu says:

    Türkiye’deki mimarlık-tasarım ortamı koca bir “Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın Dünyası”. Bunu ilk olarak Taşkışla’da okurken, akademik ya da öğrenci düzeyinde yapılan haksızlıklara öğrencilerin de akademisyenlerin de büyük bir çoğunluğunun ses çıkarmadığını görünce anlamıştım.

    O yüzden Ahmet Bey’inki gibi, bence hiç bel altı olmayan, oldukça da başarılı bir taktikle yazılmış, iyi bir eleştiri örneği olan bir yazıyla karşılaşınca şaşırıyor insan.

    Öte yandan, dolar 3,5 oldu yine, mimarlar zar zor iş buluyor neden böyle yazılar yazıyorsunuz Ahmet Bey?

  • emre-ozdemir1 says:

    Biraz düşündükten sonra yazmaya karar verdim, umarım kimseyi incitmem ve başıma bir şey gelmez 🙂

    Artık bu tip durumlara şaşırmayı bırakmalıyız belki de. Genellemek gerekirse, geçmişte yaşanılan benzer tartışmalara (Zorlu, Akm Cephesi Sansürü, Likor Fabrikası, Haliç vb. ) bakıldığında bu davranışın artık bir tür norm olduğunu kabullenmek gerekiyor. Yaşanılan bu türden hayal kırıklıklarını Türkiye’ye özgü bir tür star-mimar refleksi/patterni olarak olarak değerlendirmek mümkün. Daha popülist şekillerde ifade edersek; iyi mimarların ruhlarını şeytana satması ya da Türkiye’deki star mimarlık rejiminin bunalımı.

    Bütün bu tartışmaların odağında olan mimarlar/akademisyenler şüphesiz Türkiye’nin imrenilen başarılı insanları, bazılarımızın sevgili arkadaşları, ofislerinde ücretsiz çalıştığımız, derslerini kaçırmadığımız hocalar, hatta onlar gibi olmayı hayal ettiğimiz kimseler.

    Fakat gelinen noktada; bu sevilen sayılan neredeyse mitik personaların, aslında kokusu bir çoğumuzun midesini bulandıran, tartışmalı bir takım ilişkileri (bilerek ya da bilmeden) örttüğünü ve örtmekle de kalmayıp bizleri “kibarca” tartışmadan onaylamaya, beğenmeye zorladıklarını hissediyoruz, şahit oluyoruz. Tamamen tartışmaya açık kamusal durumlara ilişkin karşıt fikirlerin, nitelikli olabilecek tepkilerin bu personalar yardımıyla kontrol edildiğini ya da edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Kimi zaman, onların en iyi kararları verecek olan, en çok emeği harcayan kimseler olduklarını düşünmeye zorlanıyoruz, kimi zaman onları eleştirmeye bilgilerimizin, birikimlerimizin yetmeyeceğine “kibarca” ikna ediliyoruz.

    Şüphesiz, karşı karşıya kaldığımız bu davranış kodu TOTALİTER olmanın yüzlerce kötü yolundan biri. Yine de bu ikircikli durumu sadece bir mimarlık ofisi ya da bir üretim üzerine yüklemek doğru değil. Bu durumu mimarlık alanının bütününe, teorik ve pratik üretimlerin üzerine yayarak değerlendirmek gerekiyor.

    Çünkü bu tip konular hakkında yapılan tartışmalar, genellikle aynı anlamsız girdapta sürüklenip kayboluyor. Ortaya çıkan pis kokulardan ötürü, yapılan üretimlerden ya da mimarlıktan çok yaşanılan durumun abzürtlüğünü tartışır hale geliyoruz ki bu da bizleri nitelikli bir tartışmadan uzaklaştırıyor. Sonuç olarak mimarlık alanında eleştiri üretemez hale geliyoruz, getiriliyoruz.

    Ayrıca bu “politik doğrucu” tavır bu işlerin üreticisi ve merkezinde olan star mimarlar/akademisyenler için de iyi değil. Çünkü bu tavır unutulmuyor. Ardından çok nitelikli mimarlık üretimleri yapılsa da, onlarca ödül alınsa da unutulmuyor. (Aylar sonra yazılmış bu yazı bunun bir örneği) Bunun yanında, bu tip işlerin bir tür entelektüel/profesyonel nepotik ilişkiler ağı içerisinde her zaman belirli kimselerin yaptığına ilişkin bir kanı oluşuyor. Daha da vahim olarak, bu tavırları daha radikal biçimde sürdüren, onaylayan, aynı star mimar reflekslerini/patternini uygulayan, sürdüren küçük star mimarları ve bu tavırlara tepki olarak ortaya çıkan, sağlıklı/nitelikli olup olmadığı tartışmalı, sakat hatta zararlı bir karşı kamuoyunu da unutmamak gerekli.

    Çok uzun oldu, naçizane aklıma gelen hızlı iki öneri ile bitireyim bu yorumu:

    İlk öneri, eğer sevdiğimiz saygı duyduğumuz star mimarların/akademisyenlerin bu anlam veremediğimiz fakat onaylamak zorunda kaldığımız tavırlarını kabullenip benimseyeceksek, onlardan bize bu işleri nasıl yaptıklarını öğretmelerini isteyebiliriz. Yani; bize okullarda, verdikleri proje derslerinde, girdikleri jurilerde tarihi değeri olan bir binanın neden korunması gerektiğini anlatmak yerine, tarihi binayı yıkıp yerine başka binalar yapmanın hangi yollarla meşrulaştırılabileceğini ve bunu yaparken sevilen ve saygın bir mimar olarak nasıl kalınabileceğini anlatabilirler.

    İkinci öneri ise, biraz daha yaratıcı olup bu yeni tür kontrol biçimlerine karşı yeni tür özgürleştirme yöntemleri geliştirmek. Bu kibar otoriter baskıların yarattığı atmosferden kendimizi, fikirlerimizi özgürleştirecek yollar bulunabilir. En azından bu yöntemleri, yolları bulabileceğimiz sağlıklı ortamlar oluşturulabilir. Bu ortamlar aynı tuzağa düşmeden desteklenebilir.

    Eminim, daha değerli başka öneriler de vardır.

  • cem-yildirim says:

    Çok iyi ya. 4 yıldır Moskova’da yaşıyorum ve kentle ilgili yüzlerce etkinlik ve konferansta yer aldım, çok farklı mimari ekiplerle fikirsel organizasyonlarda bulundum, ama böyle bir yorum ne yaptım ne de yapanı gördüm. Norman Foster’ın Moskova için tasarladığı projenin detaylarını sizinle paylaşabilirim, hepsi halka açık. Kamu oyu tepkilerini vs de. Sırf o değil, size Koolhas’ın dönüşüm projesinin detaylarıni ve tüm süreçlerini ve Hadid’in Moskova’daki iş merkezinin detaylarını da verebilirim. Aliyev merkezi de daha planlanırken halka açıktı ve bu bir talepti. Siz bana Haliç projesinin detaylarını bulabileceğim bir açık kaynak sunabiliyor musunuz? Haliç süreci ile bunları nasıl aynı kefeye koyabiliyorsunuz aklım almıyor.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Ben Emre Özdemir’in ikinci önerisinden yanayım. Çünkü birinci önerideki “öğretme” meslesini kendileri de belki bilmeden edindikleri için ve tabii kabul etmedikleri için uygun görmeyebilirler.

    Çoğu durumu doğru özetleyen bir yazı olmuş.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Bu arada pek gözden kaçan konu şu

    Star Mimaları kıskanıyoruz
    Onlara imreniyoruz
    Özel bir durumları ve üretim yapmak istiyorlar
    İş sonunda dönüp dolaşıp “dark side” a varıyor.
    Bunu eleştirmek için onlardan ya da o çevreden iş almayan biraz da cesur kişilere ihtiyaç var
    Bu kişiler ayrıca dikkate alınmayabiliyor.
    Yazı yazıyorlar bir işe yaramıyor
    Kötü oluyorlar
    .
    .
    .

    Bu böyle gidiyor. Gidiyor da Cem Y.’nin dediği gibi

    PROJELERİN GİZLİ SAKLI TUTULMASI DA NEDİR?

    Bir de üzerine gidip aynı projeyi uluslarası arena da sunmak ama “süprizli sonunu söylemem” demek.

    Aslında yazdıklarımı, metaforları kim cesur kim yalaka filan bunları burakıp tek sorgulamamız gereken bu.

    Star mimar MÜŞTERİSİNİN YATIRIM BİTMEDEN PROJEYİ SUNMAMA HAKKI olduğunu söylemesi ve bunu savunması….

    İşte unutlulmayacak ve affedilmeyecek budur.

  • cem-yildirim says:

    Mert Bey, tasarım sürecindeki gizlilik tasarımcıyı, yatırımcıyı, işi ve rekabet ortamını korur. Ancak projenin kentsel kararları açık bilgidir. Şu an devam etmekte olan bir çok gizlilik anlaşmasına tabi iş var dahil olduğum, ne kadarı açık ne kadar gizli bilgidir bir öğrenmenizde fayda var.
    -mış / -miş ile ahmakça sallayacağınıza işin özünü öğrenmenizi tavsiye ederim. Genplanlar, cepheler, strüktürler ayrı ayrı mercilerden onaydan geçer burada. Son onaylar alınmadan paylaşım zaten doğru değildir. Bahsettiğiniz proje şehir mimarları tarafından normlar nedeniyle defalarca reddedilmiş ve defalarca Foster tarafından revizyona uğramış bir proje. Ve henüz tasarım sürecinden bahsediyorsunuz.
    Shard’ın yükseklik, form ve işlevini inşaat başlarken hepimiz biliyorduk. Ofis bölmelerini size açıklamamaları kamuya gizli proje demek değildir. Kamuyu ilgilendiren kararlar paylaşılır.
    Haliç bunlardan çok farklı işleyen bir süreç. Teğet’ten iş mi almaya çalışıyorsunuz bilmiyorum ama, lütfen daha çok bilgilenin. Ya da hakim olmadığınız konularda yorumlarınızı kendinizi küçük düşürecek ve konuyu bilenlere hakaret edecek kadar keskin yapmayın.

  • cem-yildirim says:

    Yorumlarınız eleştiri ya da cevap niteliğinde değil, yalnızca konuları laçkalaştırıp odağı kaydırmaya çalışıyorsunuz.

  • cem-yildirim says:

    AKM yerine sipariş edilen projenin detaylarını şans eseri araştırmacı biri ifşa etti de görebildik. Sonrasında paylaşımdan kaldırıldı. Bakan çıkıp AKM yerine projemiz hazır diyor. Yüksekliği ne, işlev şeması ne, amacı ne açıklanmıyor. Hadid’in Aliyev merkezi süreci ile bunu bir kıyaslayın aynı mı?

  • ahmet-turan-koksal says:

    Bu arada Mert Beyi anlayamıyorum. Moskova sürecini bilmiyorum. Bilmediğim konuda bir şey diyemem. Fakat benim yazımda ne kadar çok geçmeyen konu, husus varsa beni töhmet altına bırakmaya kalktı. Kanıtları aşağıda.

    Diyorum ki yazıda söylediğiniz bu şekilde bir cümle ya da anlam yok. Sanki yazmamış, böyle bir ithamda bulunmamış ya da hafife almamış gibi hooopp başka konuya geçiyor.

    Önceki yorumları daha iyiydi. Bu konuda bir sıkıntısı mı var bilmiyorum. Benim yazımde olmayan çoğu şeyi varmış gibi yazıp sonra da yaladı yuttu.

    Tek tek çıkartmak zaman kaybı ama yine de varsa bir derdi bizimle paylaşmalı. Neden bu kadar saldırgan.

    Neyse. Benim hür fikrim bu.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Vallahi Mert Bey öyle bir konuşuyorsunuz ki gören de akademide hocamızsınız filan sanır.
    Neyse hatırlatmaya gerek yok, yeni mezun ve tartışmayı heyecanı yüzünden dağıtan yeniyetmelerden değiliz. 10 yıllık her gün bundan daha keskin tartışmaların olduğu Arkitera Forum’un yöneticisiydim ben. sevenimiz de oldu o oransa sevmeyenimiz de. Çok tıfıl sayılır mıyız bilmiyorum ama siz galiba “İdrak edin kabullenin, sonra süreçlere bakın” filan… Peki efendim…

    Yok ben tecrübeye bakmam bilerek olayları manüpile ederim diyorsanız o iş pek öyle olmadı şimdiye kadar. Pek bir değer yitiriyorsunuz ama bu da bir Internet kültürü işi. Troll demeye dilim varmıyor.

    Neyse…

Bir yanıt yazın