Mimarlık Batar mıydı; Hep Kritik Almalar, Vermeler Olmasaydı?

Mimarlık ve eğitimi her neresindeyseniz öyle bir şeydi ki, sanki ucu bucağı olmayan bir ormana benziyordu. Bu gizemli, ağaçlığa dalıyordunuz ve karşınıza inanılmaz bir peyzaj çıkıyordu.

Bizim zamanımızda tashih vardı, bugünkü anlamı ile düzeltme ya da kritik alma denilen. Mimarlık okurken proje sınıflarında haftada iki gün proje tashihine gelirdik, çoğu mimarlık fakültesinde şimdi olduğu gibi. Abartıyorum ama tashihe girmek muayene odasının kapısında diğerleri ile kuyrukta bekleyip, baştan aşağı doktor kontrolünde checkup’tan geçmeye benzerdi. Hatta bazı sert (görünüşlü) proje hocalarının tashihlerinden kazasız belasız geçmek mesele olurdu. Kimi hocalar kalemi eline almaz, kimileri kurşun kalem ile proje çizilmiş eskiz kağıtların üzerinden silgiyle tashih yapar, kimi çizer de çizerdi. Türlü türlü özel kalemleri ile öğrencinin çizdikleri üzerine ya da yanına ya da eskiz kağıtları ile çizilene dokunmadan ama öyle ya da böyle düzeltme yaparak hatta tamamen projeyi değiştirerek çizerlerdi. Masanın iki yanını paylaşırken, genç bir öğrenciyle çok daha deneyimli olan hoca arasında hep olurlar, hep olmazlar vardı. Ama bu sembolik masa öyle ya da böyle aslında çoğu meslekte olmayan, uzun saatler alan, kişisel, karşı karşıya bir paylaşım platformuna dönüşürdü.

Tashih günlerini, her zaman gerçekten bambaşka bir serüvene, hatta bambaşka bir şölene çeviren hocam Muammer (Onat) ise bu işi inanılmaz bir şekilde yapan ve çok farklı bir hale getiren özel biriydi, çok özel bir hocaydı. Ben de hem okulda proje yaparken, hem de okul sonrası akademik yaşamımın başında onun peşini bırakmama keyfini yaşamış, yanında hem öğrenci iken daha sonra da asistanı olarak çok kez oturmuş ve çok öğrenmiştim. Üçüncü katın merdivenleri başındaki atölyesinde, o sıra sıra ince bölüntüler ile yukarıdan aşağı inen Akademinin cephelerindeki ritmik pencerelerinden birinin yanında yer alan köşe masasında, farklı farklı öğrencilerle birlikte yıllarca bir serüvenden diğerine gidip gelmiştik.

Bugün tekrar düşünüyorum da, öğrencilik yıllarındaki hocalarımız mimariye farklı taraflardan bakan adeta farklı örneklerin, farklı mimari anlayışların temsilcileri ve tasarımcılarıydı. Rol modellerimizdi. Siz de bütün bu aktörlerden ne alırsanız alırdınız, mimarlık okyanusunun kıyısında onu ne tarafından, nasıl tutacağınızı öğrenirdiniz. Öğrencilerin bazıları diğerleri ile karşılaştırıldığında bilgi ve deneyim bakımından oldukça donanımlıydı. Sanki bütün bu aşırılık ve farklılıklar arasında kafası karışmış mimarlık da farklı farklı öğrencilerin arasında adeta slalom yapar, izlerini bırakarak adeta “kim ne alırsa alsın” diyerek aralarından geçer giderdi. Ama eğitimin genel formatı içinde kurallar, notlamalar, sınavlar, değerlendirmeler sanki herkes nedense aynı seviyede imiş gibi uygulanır notlar baştan aşağı çaresiz sıralanırdı. Tabii hiç böyle bir şey yoktu, hatta tam tersine herkesin ayrı bir taksimetresi vardı. Herkes farklı metrelerden yarışa başlar, kalabalığa katılır, her ne kadarsa, ne kadar hızdaysa koşar dururdu. Bu hem iyiydi hem de kötüydü ama mimarlık eğitiminde bu farklılıkların hiç mi hiç önemi olmazdı. Sonuç önemliydi. Ne hikmetse duvarlara boy boy asılan ve önünde kritik edilen bitmiş gıcır gıcır çizilmiş projeler önemliydi. Bu steril, pürüzsüz olma hali, her şeyin çok mükemmel olma hali nedendi? Ama her neyse, bununla en iyi notu almak önemliydi. Gerisi teferruattı. Projenin o son halinde görülmeyen adım adım gelişimine değer veren, hatta onun notunu veren oldukça azdı hatta pek azdı hocam dışında. Peki ya başarısızlık da, başarı gibi inanılmaz bir öğrenme hali olamaz mıydı yaşamın içinden bir hal olarak bu kim bilir kaç kilometrelik maratonda? Neden bu iş bir nefes nefese koşulan ve sonunda bir çoğunun belki de havlu attığı bir maratona, bitmek tükenmek bilmez bir yarışa dönüyordu. Biz ayrıca biz orada mimarlık mı öğrendik, bazı hocalar özellikle de Muammer Hocam gerçekten mimarlıktan mı söz ediyordu bundan kesinlikle emin değilim. Bugünkü kafamla tek emin olduğum mimarlığın direkt olarak mesleki ve tasarım bilgileri ve egzersizleri ile öğrenmenin ötesinde sanki bilardo oynarken olduğu gibi toplarının bantlara çarpmasını andıran bir biçimde endirekt öğrenileceğidir. Tabii ki alınan alınabilecek risklerde bunun bir parçası olur, başarısızlıkta başarı gibi kabul gören bir parametre olarak kabul edilebilir. Belki de bütün bu değerlendirmeleri belirleyen notlar da bir kenara fırlatıp atılmalıdır ya da nasıl notlama bir formatla var olmalıdır, olmalı mıdır? Bu işin önceden her şeyi programlayarak öğrenmenin ötesinde onun çoğu zaman tersine spontane anlarla dolu tasarıma doğru başka başka derinlikler ve bilinmeyen köşeler keşfetmek ve kafada çanları çaldıran deneyimler olduğunu var sayılabilir. Mimarlığın yolu belki de mimarlığın kendisinden olabildiğince uzaklaşmaktan ve onu uzaklardan görerek değerlendirmekten ona tekrar tekrar bambaşka bir gözle görmekten değerlendirmekten de geçer. Yani giderek mimarlığın aslında yaşamın ta kendisini öğrenmek gibi bir şey olduğu da düşünülebilir. Kısacası her şeyin bir zamanı vardır. Ve zaman gelir, bazı özel anlar, bazı özel olanlar insanın yaşamını değiştirebilir ve yepyeni bir mekanın öğrenmek istediğiniz yepyeni bir dünyanın kapılarını açabilir. Yani yaşamın mimarlığı içinde her nasılsa mimarlıkta öğrenilir diyebiliriz. Bu parametreler içinde mekan dediğimiz şey herhalde sadece fiziksel mekan da olamaz. Ama istisnalar olsa da genellikle mimarlık okullarında konsantre olunan, dikkat çekilen işin formal yanıdır, farklı devirlerin modasına uygun fiziksel mekanın tasarımı ve ona bağlı estetiktir çoğu kez. Bu bilgisayar çağında bile belki de hala mimarlıktaki etkisini sürdüren, mimarlığı yüzyıllardır belki de hipnotize eden sadece teknik bir seviye ve aslında çok soyut bir görsel seviye olan planın cephenin, kesitin vb.lerinin projeyi etkileyen estetiğini de içine alan bir estetikler labirentinin içinde yol bulmaya çalışmak gibi bir şeydir.

“Sen ne yaptın bu gürültüde?” diyeceksiniz. Şunu söylemeliyim ki eğer akademik kariyere ve öğrenme ve öğretmeye gönül vermeyip öğrencileri tanımasaydım ya da onlar, beni onların hocası sanarken aslında onlar benim hocam olmasaydı bambaşka biri olurdum. Yaşamım da çok ama çok farklı olurdu sanıyorum. Onlar olmasaydı herhalde bu işe ilk başladığım yer olan bir çoğumuz için çok özel okul diyebileceğimiz efsanevi İstanbul ve sonra sıraya girecek Oxford, Busan ve daha önce ve şimdi yaşadığım Helsinki ile birlikte dört farklı kentin olduğu dört farklı ülkenin mimarlık geleneğinde yine her biri farklı geleneklerden öğrencilerle bir arada olma keyfini bulamazdım. Çok kolay olmasa da bu galiba bu gizemli gezegenler arasında dolaşmak, başka başka dünyaları gezmek keşfetmek gibi bir şey oldu bu ana dek. Bu dünyaları, farklı renkleri, farklı tarafları ile keşfedemezdim.

Ya tashihler ? Yani ya o bitmek tükenmek bilmeyen düzeltmeler? Evet Akademi ve sonraki Mimar Sinanlı yıllarda kariyerimin yarısındaki tashihlerde kalemin elimden düşmediğini ve hatta Büyük Postane yanındaki mütevazi kalem tamircisi dükkanı ile o zamanki yaşamımızın ve kalemcilerin içinde başka bir aktör olan Şakir Ustanın hediye ettiği büyük boy mürekkep şişesi ve hayat boyu topladığım kalemlerden o gün için seçtiklerimle tashihlere girdiğimi, rengarenk kalemlerle çizdiğimi, çizdikçe daha da çizdiğimi bundan çok keyif aldığımı da söylemeliyim. Bir süre sonra benimkilere benzer çizen öğrencileri gördüğümü de eklemeliyim. Türkiye’den sonraki İngiltere günlerinde ise bazı özel haller dışında stüdyolarda pek çizmediğimi, çizme kavramının, eskiz yapma kavramının yavaş yavaş kafamda farklı bir hale geldiğini başka bir yerlere oturduğunu hatırlıyorum. Finlandiya’da ise deneysel stüdyolar arasında bu düşüncelerin daha da ileri gittiğini başından programlanmayan ve spontane gelişen, adım adım bir yerlere gidilen, programı olmayan, bir yerlerden başladığımız ve sonunu hiç bilmediğimiz çalışmalarda tashihin yerini workshoplarındaki sohbetlerin birlikte tartışmaların süratle aldığını, benim adeta aradan sıyrılıp bir köşeye çekildiğimi ve olanı biteni keyifle izlediğimi hatta aradaki bazı sanat okullarında yaptığımız stüdyolarda bu işin bambaşka hallere döndüğünü biliyorum.

Mimarlık ve eğitimi her neresindeyseniz öyle bir şeydi ki, sanki ucu bucağı olmayan bir ormana benziyordu. Bu gizemli, ağaçlığa dalıyordunuz ve karşınıza inanılmaz bir peyzaj çıkıyordu. Ağaçları, patikaları, dereleri, tepeleri, ışıkları, gölgeleri, yükseltileri, alçaltıları, inişleri, çıkışları ile. Bu elde bir pusula Finlilerin ata sporu ormanda yol bulma işi gibiydi. Bu serüvende size yol gösterecek pusulayı da bulmak mesele idi taa ki kendiniz gibi, ya da size benzer ya da sizin yakın bulduğunuz kişilere rastlayana ve onlarla paylaşana, sanki derinlerden gelen sesleri duyana onları anlayana dek. Her şey aynen ormanda yol bulma yarışmalarında olduğu gibi hiç umulmadık yerlere, ağaç diplerine, kuytulara, bir kaya arkasına konmuş özel işaretler ve bunları bulmak yan yana getirmek ve rotayı bulmak gibiydi. Ama onları okumayı bilmeliydiniz ya da kendinize göre, içgüdülerinize güvenerek onlara anlamlar vermeliydiniz. Bu işaretlerin bazıları çok gizemliydi. Bazen şaşkınlıkla karşınıza çıkıyordu. Ya da ne olduklarını çok sonra anlıyordunuz. Bazen de bu işaretler hep sır olarak kalıyordu. Kısacası tam bir işaretler dünyasıydı mimarlık ve eğitimi, işin başlarında ya da her neresinde iseniz.

Peki ya tashihler ya da diğer deyişleri ile düzeltme ya da hep kritik alma olmasaydı ne olurdu? Ya da her nasılsa başka türlü olsaydı, projeler adeta her dakika birileri tarafından düzeltilmeseydi, ne hale gelirdi. Belki de her şey, mimarimiz her ne ölçekte olursa olsun çok daha da kişiselleşirdi. Kişiselleşir miydi? Kim bilir bilinen, kabul gören, dergilerde web sitelerinde reklamı yapılan, ödüllendirilen geçerli anlayışların ötesinde çok daha başka bir mimarlık bambaşka bir mimari çevre ya da bambaşka mimarlıklar ve mimari çevreler olur bu çevrelerin farklı estetikleri, anlayışları, arayışları ile. Ama bu spekülasyonda proje ile tashihin kopmaz beraberliğini düşünmek galiba en doğrusu. Çünkü kabaca proje eskizle başlayan başından parametreleri konulan netleştirilen, çizilen adım adım sonuca gidilen ve bazen de yapım ile gerçekleşen bir süreç. Tashih de projenin bu hallerine tempo verenidir denilebilir. Bu anlamda belki de proje yapmanın ya da nasıl yapmanın hatta gerekirse yapmamanın tartışmalarının arasında daha az tashihe ya da tashihsizle doğru öğrencinin adeta kendi tashihini yapacağı, kendi hayal dünyasını geliştirmeye yönelik bir tasarım sisteminin yolculuğuna çıkmak gerekiyor. Proje sınıflarında hocanın rolünün ne olması gerektiğini bütün boyutları ile açmak gerekiyor. Kim bilir yüzde kaçlara varan mimarlıkla uğraşmayan okul dışı yaşamlarında proje çizmeyen mezunların, bu işi yapanların da bildiğimiz parametrelerin ötesinde nasıl bir mimarlık eğitimi almasını bütün boyutları ile düşünmek gerekiyor belki de.

Giderek özellikle bizim mimarlık dünyamızda kentlerimizin nefes alamaz hale geldiği, beton ormanlar peyzajına döndüğü bu ortamda nasıl bina yapmaya değil tersine nasıl bina yapmamaya, daha az bina yapmaya, hatta var olanları her nasılsa kullanmaya yönelik bir sisteme bir anlayışa ve eğitime doğru gitmek gerekiyor. Mimarlığı ekonomilerin lokomotif olma durumundan kurtarmak gerekiyor her yeri, yeri göğü para adına beton ormanlarına döndürmeden, tam anlamı ile yeşilsiz, doğasız bir dünyada yaşamak istemiyorsak belki de.

Tabii diyeceksiniz ya usta çırak ilişkisi, ya kopyalamalar yoluyla öğrenme ve öğretme, tekrar etme ile yetişme, yetiştirme, ya eleştirinin, hep eleştirinin önemi. O dönemler bütün keyfi ile yaşadığımız o dönemler çok mu gerilerde kalıyor hızla acaba? Evet bilginin internet yoluyla, akıllı telefonlarla avucumuzun içinde olduğu bilginin artık çok bambaşka bir hızla elde edildiği, bambaşka bir hızla yayıldığı, küçük bir çocuğun bile minecraft’larla ya da diğer basit programlarla bir mimarlık öğrencisi gibi çok kolay bir şekilde adeta çevreyi, doğayı modellendirdiği, evinde köşesinde tasarladığı, kendi kendine dünya için artık bir sözünün olduğu bir dünyada, bir mimarlık öğrencisi için hep tashihe dayalı bir mimarlık, hep kontrol altında, her Allahın günü hep tashihe, hep düzelmeye, olmazlarla olurların arasında gitmelere gelmelere, hep kritik etmeye dayalı mimarlık olmasaydı gerçekten ne olurdu? Hatta biraz daha abartırsak, tashihe dayalı mimarlık olmasaydı, mimarlık batar mıydı? Kim bilir?

Belki de genel hatları ile pek azı oraya erişebilse de starlığa, star olmaya doğru yönlendiren bir sistemin, ödüllendirmelere bağlı, notlandırmalara bağlı, projelendirmeğe bağlı sistemin ve yeniden bütün boyutları ile sorgulandığı, hocanın rolünün belki de bambaşka olduğu, başka bir mimarlık, farklı renkleri ve farklı parametreleri ile başka bir mimarlık, başka mimarlıklar olurdu…

Etiketler

3 yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Lütfen, işbu makalenin yazarının mimarlık konusunda idolümüz ve tabii kişliği ile bizi hareketlendiren, yaşama sevinci veren , enerji kaynağı, yaratıcı ve kimsenin görmediğini görüp kibarca bize bildiren abimiz olduğunu unutun. Ben varsayalım ki tanımıyorum bu kişiyi.

    Fakat yazdıkları beni çok etkiledi. Ne bilmem kaç m2 çok lüks bina yapayım, ne kimsenin kazanmadığı yarışmalarda ödüller alayım. Salt onun tarif ettiği stüdyo hocası ve tashihi öğrenci tarafından da değerli olan bir hoca olayım.

    O yüzden tanıdığım bir yazar olmasını unutunuz, çok çok çok hoş bir yazı.

    Nasıl tebrik etsem, objektif olduğumu kanıtlamaya uğraşmadan yazıyı nasıl takdir etsem bilemedim…

  • huseyin-yanar says:

    Sevgili Ahmet Turan Koksal…
    Bu ne muthis bir begenmedir yahu… Insanin nutku tutuluyor. Dunyanin taa bir ucundan ben simdi ne yazayim boyle bir pasaja yaa … Her gun yazmaya, cizmeye ve okumaya calisiyorum diger butun diger olanlarin, olacaklarin arasinda, … Ama soylemeliyim ki bu yazdiklarindan sonra, bir sonraki kitabim icin neredeyse geceleri de uyumayip devam etmek istedim …

    Bunlari duymak cok degerli. Hatta inanilmaz … Kuzeyin uzak bir kosesinden sariliyorum sana ve sozlerine… Dostlar arasinda soylenen bu dediklerime yazdigin anlamli dizelerin icin… SAGOL…

  • Yılmaz Düzgüner says:

    Sevgili Hüseyin abi.Çok değerli kaleminizden akan o müthiş yorumlar, tashihler dün gibi gözümüzün önünde.Bizlere çok büyük güzel ışık oldu tüm hocalarımızın emekleri gibi.O günlerde yaptığımız öğrenci projelerimizin birçoğunu muhafaza edip bu günlere kadar bulundurmamıza rağmen , sizllere ne büyük haksızlık etmişiz.O değerli tashihlerinizi saklamamışız.Keşke bir tanesini bile koruyabilseydik şimdi ne kadar güzel sürpriz yapma zamanı olurdu.Umarım arkadaşlarımdan çıkar,seviniriz.Yaşam enerjiniz hiç bitmesin,ı şığınız her zaman gençleri aydınlatsın.Saygılarımla, Yılmaz Düzgüner

Bir yanıt yazın