Mimarın Tereddüdü

Mimar tereddüt eder mi?

Sonradan sesli okuduğumda entrikalı bir “Arkası Yarın” piyesi ismi hissi bıraksa da başlığı değiştirmedim. Paylaşmaya çalışacağım düşüncelere dair ne varsa zihnimde, bu başlık özetliyor. En azından puslu bir atmosfer yaratıyor.

Bu hisle ilk karşılaştığımda daha önce de karşılaşmış ancak fark etmemiş olduğumu anladım. Bu his, bir bulut şeklinde aklımda belirmiş, gölgesi bende öğrendiklerime, yaptıklarıma, yapacaklarıma dair derin bir tereddüt yaratmıştı. Ne olduğunu, bana ne anlatmak istediğini anlamam epeyce vaktimi almıştı. İçinde bulunduğum durumu her ne kadar her insanın, her meslek sahibinin yaptıkları ve yapacakları hakkında kendisini tabi tutabileceği bir sorgulamaya benzetsem de bir ses, daha da ötesinde gözümün gördükleri bana bu hissi, bu duraksama anını önemsememi söylüyordu.

Geçtiğimiz yılın kışında Yalıkavak’ta, bir proje arsasına karşıdan bakan bir yarımadanın arabayla ulaşılabilen en üst noktasına çıkıp park etmiş, daha sonra zirveye yürümüştüm. Orijinali hayalet izohips çizgilerinden oluşan bu küçük yarımadanın doğal eğrileri şaşırtıcı bir hızla, gözün takip edebildiği sekiler haline getiriliyordu. Altımda duran coğrafi şekil maki örtülü bir yarımadadan, boz-beyaz renkli bir zigurata dönüşmek üzereydi. Tırmandığım zirvede elimde fotoğraf makinesiyle ben, ve bir Komatsu yalnızdık. Parlak sarı renkteki kırıcı çevik hareketlerle, zirveyi işaretleyen irice bir kayayı kırmaya çalışıyordu ki, düzlenen yere bir ev daha koyulabilsin. Üstünde durduğum yarımadanın yamaçlarına serpilmiş turuncu ve sarı renkteki bu çalışkan makineler önce kayaları ufalıyorlar, sonra duvar haline gelmeleri için onları sağa sola taşıyorlar; dağı böyle böyle pikselliyorlar; bu dağ bitince yan dağa geçiyorlardı. Bendeki iç sıkıntısının asıl sebebi, yarımadaların, lagünlerin, dağların yerleşimlere dönüşmesi değildi (bu kabullenmeyi yaşamadan mesleğimi yapamayacağımı, hatta yaşamayacağımı çoktan anlamıştım), asıl sorun bu dönüşmenin ne hızda, kimler tarafından, ne şekilde ve en önemlisi niye yapıldığıydı. Hatta asıl sorun, açık açık itiraf etmesem de kendime: yemek sohbetlerinin dertleşme konusu olan, kısa tatillerde karşılaştığım, doğup büyüdüğüm güney sahillerini vahşice sarıp sarmalayan görüntüleri üreten mekanizmanın bir parçası olup olmama meselesiydi. Şimdiye dek tatillerini sahillerimizde geçiren turistler bir şekilde turistliği bırakıp buralara yerleşmeye karar vermişlerdi. Kararlar en merkezden en yerele dek verilmiş, arsalar el değiştirmiş irili- ufaklı, görgülü-görgüsüz, becerikli-beceriksiz inşaat firmaları hızla evler yapmaya başlamışlardı. Bunun için uzaktaki sanal müşteriler haricinde bir arsa, bir belediye, bir mimar, mühendisler ve inşaat ekipleri gerekliydi. İşin içine dahil olmuştuk. Yalıkavak’tan Gümüşlük’e uzanan kıyı şeridini oluşturan yamaçlara sırtını vermiş Ege’yi seyreden proje arazisini görmek için geldiğim bu tepede, kendimi amaçladığım gibi manzarayı, yönleri, eğimi, yani projeyi düşünmeye veremiyor; çevremi saran faaliyetin fütursuzluğuna ve kabalığına şaşırıyor, her şeyden önce mimar olarak kendimizi bu işin içinde nasıl konumlandırmamız gerektiğini düşünüyordum. Etraftaki genel anlayışı kabullenmek, “bu işler böyle yürür” basmakalıbına sığınmak yerine projeyi gökten önümüze düşmüş, daha önce kimsenin hiçbir yerde karşılaşmadığı yeni bir soru olarak görmek anahtardı galiba.

Dediğim gibi, Yalıkavak’ta turistlerin yerini işçilerin, üstü açık rent a car ciplerinin yerini toprak dolu kamyonların, Bodrum yazlarına hakim rehavetin yeriniyse kesif bir toz bulutunun aldığı bu zamanlar, mevsimlerden inşaattı. Kuzeyde deniz var. Güneye, batıya, doğuya baktım. Karşımda tatlı engebelerle alçalıp yükselen coğrafyayı kaplayan toz duman arasında gözüme parlak renkleriyle makineler çarpıyor hep. Sonra inip Gümüşlük’e gittim. Yol boyu solumdaki harekete bakınca ülkenin tüm kırıcı, taşıyıcı ve delici makinelerinin yarımadayı şekillendirmeleri için buraya sevk edildiklerini düşündüm. Mimarlık hafriyata bu denli komşu muydu?

Gümüşlük’te oturmuş yine beyaz kutularla doldurulmakta olan karşı kıyıya bakarken, on yıllar önce -Bodrum şehrinin karakterini korumak için olsa gerek- İmar yönetmeliklerine koyulmuş maddeleri düşündüm. O zamanlar şehir için dar kapsamlı tutulmuş ve küçük delikli beyaz kutuların tekrarına dayalı bu kısıtlamalar, bütün yarımadaya yayılınca ne sevimsiz bir görüntü oluşturuyorlardı. Ne şehir içinde üst üste binmiş beyaz küpler; ne de Turgut Cansever’in Demir Tatil Köyü’nde birbirinden uzaklaştırıp, ufaltarak manzaraya serptiği taş kutuları idi karşımda duran. Yeni çekme mesafeleriyle tepelerden denizi görmeye çalışan beyaz kutular bir türlü şehirdeki gibi üst üste binip hatırı sayılır bir doku oluşturamıyorlar; öte yandan Demir tatil köyündeki gibi yamaca bir minyatür sahnesi misali serpilemiyorlardı; aralarına aldıkları küçük bahçelere sığdırdıkları toprakla tüm yarımadayı çaresi bilinmez bulaşıcı bir hastalık gibi sarmıştı beyaz prizmalar. Karakteristik maki örtüsü yerini bitmeyen taş duvarlarla vurgulanan boz beyaz bir renge bırakmıştı. “İnsan ölçeği”nde binlerce yapı bir araya gelince böyle plansızca; ortada ölçek falan kalmıyordu. Artırılmış yapı emsalleriyle şiştikçe şişen kütleler denetleme boşluğunda biraz daha şişiyorlardı. Dik yamaçlara yerleşmek için yapılmış vahşi hafriyatlar, taş sekilere dönüştürülmüş tepeler, bu sekilere dizilen oranları çoktan bozulmuş 3 katlı beyaz kutular, on binlerce beyaz kutu arasından sıyrılmak için yapılmış türlü dekoratif numara bu sahil yolunu hınca hınç doldurmuştu. İstanbul’a döndüğümde unutuvermekten korktuğum şu soruları sordum kendime: İnsanı tarifsiz bir hüzne sürükleyen bu kıyı tahribatına katkıda bulunmuş olmaktan üzülmeli mi? Mimarın, kendi doğrusuna ulaşmak için çabalamaktan başka ne çıkar yolu olabilir? Bu durumu kabul etmek, onunla yüzleşmek, ve yine de buradan bir değer çıkarmak mümkün mü? Vahşice gelişen bu tür bölgelerde -ki tüm ülke böyle gelişiyor- proje yapmayı reddetmek neyi çözer? Mimarın bu tür alanlarda, bu tür-tartışmalı diyelim- projelerde çalışması sorumluluğu mudur, sorumsuzluğu mu? Mimar kendisini steril tutabilir mi?

Aslında soru şu da olabilir: Mimar tereddüt eder mi?

Mimar, kendisine verilen proje konusunu, sosyal, doğal, kentsel ilişkilerinden bağımsız düşünemeyeceğine göre bu ilişkilerle ilgili bir sorunu fark ettiğinde ne yapar? Yani proje konusunun doğal çevreyle, kent dokusuyla, alanda yaşayan insanlarla ilgili komplikasyonları varsa ne yapar? 1. Projeyi bırakır, 2. Ben meslek erbabıyım, işime bakarım der, 3. Sorunu görür, ona göre tavır alıp –kendisine göre-en iyiyi yapmaya çalışır, 4. İşinin kapsamı dışına çıkar, işverene uyarılarda bulunur; yani işe bulaşır, vs. Bu maddeler ince ince farklarla çoğaltılabilir. Çoğaltıldıkca işi anlaşılır hale getirmeyen, hatta daha da çetrefilleştiren bu şıklar arasında tek ve değişmez bir doğru aramaktır yapılabilecek en önemli yanlış: Mimarlar şöyle davransın! Şunu yapmasın, bunu yapsın. Halbuki mimarın neyi yaptığından önemlisi, nasıl yaptığı değil midir? Tasarım problemine mimar sayısı kadar çeşitli yaklaşım olduğu kabul ediliyorsa, projenin çevreyle girdiği karmaşık ilişkilere karşı mimarın takınabileceği tavır da çeşitli olacaktır. Herkes kendi doğrusuyla yüzleşir.

Mimar doğal olarak karar verici, kural koyucu mekanizmaların içinde değildir. Politik kararlar, spekülatif hareketler, ranta dayalı ilişkiler, emlak bombaları, hayali gelecek senaryolarına dayanan furyalar vs. onun sonradan dahil olduğu proje süreçlerinin öncül yapısını kurmaktadır. O, projeci olarak uygulayıcı mekanizmaların sondan bir öncesidir. Günümüzde kentler, kıyılar ve ormanlar belediyelerin devamlı tadil ederek, bakanlıkların üstüne çıkarak, imtiyazlı kişi ve kuruluşların delerek tanınmaz hale getirdikleri imar planlarıyla yamru yumru şekillenirken; neredeyse her tür kentleşme, yapılaşma kararı tartışılmakta ve eleştirilmekteyken; Mimar tüm bu faaliyetler dizisinin tam ortasında, kararların alınmasında çoğu kez edilgen, öte yandan onların uygulanmasında ve nihayetinde ortaya çıkan resimde hayli etken bir figür olarak ne yapmalıdır? Yapabilecekleri bir yana, karar süreçlerinin dışında olması tabii ki mimarın en azından bir şehirli, vatandaş, dünyalı olarak proje konusunu tüm etkileriyle düşünmesine, eleştirmesine engel teşkil etmez. O kendisini işveren tarafından kiralanmış ve objektifliğini kapıda bırakmış bir akıl olarak da görmemelidir. Öte yandan kural koyucu mekanizmalara dahil olmak, enstitü, dernek, parti ve benzeri kurumlarda, veya en azından bireysel olarak fikirlerini beyan etmek dışında ofisine kapalı projeci olarak yapabilecekleri aslında sınırlıdır; kuralları, kanun ve yönetmelikleri, yatırımcıların kararlarını, insanların eğilimlerini, beğenileri, kabulleri ve en önemlisi hayatın seyrini değiştiremez. Yerel yönetimlerin bilinçsizce kullandıkları gücü kıramaz. Ama perspektifi değiştirebilir. (Hem fiziksel-görsel hem de fikirsel anlamda söylüyorum.) Bunu da ancak önüne konan soruya daha önce verilen cevapları bilerek ama başka cevaplar olabileceğini düşünerek, daha önceki duruşları bilip başka duruşlar olabileceğini hayal ederek ve yavaş yavaş yapabilir. Mimar -bazen farkında olmadığı- özel bir gücü: fiziksel çevreyi kurma, perspektifi-usulca-değiştirme gücünü elinde tutmaktadır. Bu gücü, işverenlerin, kanunların ve yönetimlerin gücüyle birleştirmesi ve uzmanlık kılıfına sığınması, çoğu kez fiziksel çevre için iyi sonuçlar doğurmaz. Mimar aksine bu gücü, perspektifi değiştirme gücünü, onu devamlı kontrol altında tutan bir tereddüt hissiyle birlikte taşımalıdır. Projeye dahil olurken geçtiği duraksama safhaları, projeyi geliştirirken de onun yakasını bırakmaz. Kendinden emin olmak ile kendinden emin gözükmek arasında ince ayarlar yapıp durur mimar. Kendinden “fazla” eminse bu, kentler ve doğa için zararlı olabilir. Mimar ancak, projeyle ilgili her olasılığı tarttıktan, her türlü geleceği tasavvur ettikten, tüm referansları gördükten ve fazlasını ayıkladıktan sonra; her deliği tıkadıktan sonra; ilk günden beri tepesinde dolaşan tereddüt bulutu çekilip gittikten sonra kendinden emin olabilir. Ama O, bu bulutu belirdiğinde de, yok olduğunda da sever, hatta uzun süre yok olursa onu çağırır.

Yalıkavak’taki proje bitti. Başkaları başladı, diğerleri yolda. Gazetelerde, dergilerde uzmanlar ve meslek adamları şehirlerde, ormanlarda ve kıyılardaki başka başka projelerin doğruluğunu, büyüklüğünü, etkilerini tartışadursun ülkeyi saran inşaat fetişi tartışmaları, kararları ve dava sonuçlarını beklemiyor. Belediyelerin planlayabileceğinden daha büyük bir hızda gelişiyor kentler. İnşaat ve gayrimenkul sektörleri asıl kaynakları olan kent dokularının, tarihi ve doğal çevrenin geleceğinden çok mortgage mevzuatı veya benzin zammıyla ilgileniyor. İmkansız takvimlere mecbur tutulmuş proje süreçleri bile tamamlanmadan inşaatlar başlıyor, bitiyor. Ben şimdi İstanbul’da, Yalıkavak’tan bir mevsim uzakta, sorularımı unutmadan kendime tekrarlıyorum. Mimarın kendisini steril tutmasının imkansız, hatta mesleğine ihanet olacağını düşünüyorum. Mimarlık mesleğinin kentsel veya doğal çevreyle bu hesaplaşmaya mecbur olduğunu görüyorum. Bir projenin az veya çok, bulunduğu alanla, dokuyla ilişkiye girmesi sonucunda komplikasyonlar yaratmasının doğal olacağını aklımdan geçiriyorum. Önemli olan bu karşılaşmaya kafa yormak, bu çarpışmaları tahmin edebilmek, bazı önlemleri alabilmek, kaçınılmaz durumların hangi şartlarda kabul edileceğini bilmek, projenin risklerini öngörebilmektir diye düşünüyorum.

Okullar mimarlara emin olmayı değil mütereddit olmayı öğretmeliler. Mimar tereddüdünü, içgüdülerine komşu bir yerde yaşatmalı, onu devamlı canlı tutmalı, sorumluluğuna bekçilik ederken yaratıcılığını besleyecek en önemli kaynağı olarak görmelidir.

Etiketler

Bir yanıt yazın