Köprüden Önce

İstanbul üzerine kurulmuş bir hayal hatırlamıyorum. Kapsamlı ve sistemli bir hayal, bir ütopya, yokluğundan bahsettiğim. Bu şehir ki kendi de bir hayal, hiçbir ütopya doğurmamış. Şehri, işleyişini, hatta yayıldığı coğrafyayı da şekillendirecek bir ütopya. 3. Köprü tartışmalarıyla ilgili topladığım yazıları okurken aklıma geldi tüm bunlar. O yazılar arasında bir ütopyanın gölgesini gördüm.

Turgut Cansever, okuduğum yazısına* İstanbul şehrinin Boğaziçi’ne yerleşimini tasvir ederek giriyordu. Bu giriş, herhangi bir köprü tartışmasının Boğaz çizgisi ve İstanbul kentinin onun üzerinde nasıl lekelendiği konusundan uzak yapılamayacağını gösteriyordu. Hatta tek konu buydu. Köprü, İstanbul’un lekelerini başka hiçbir katalizörle başarılamayacak denli hızlı değiştiriyor, kaydırıyor, yayıyordu Boğaz’ın üstüne. Cansever, Boğaz’ı geçme arzusunun tarihini de kısaca özetledikten sonra 1. köprü tartışmaları sırasında aldığı pozisyondan bahsediyordu:

“…küçük bir mimar ve plancı ekibi olarak şu saptamalarımızı ifade etmiştik:
1. Köprü, şehrin kuzeye doğru büyümesine sebep olacaktır. Bu gelişme tabiat ve kültür değerlerinin tahribine yol açacaktır.
2. Doğu-Batı nüfus oranı %22/%78 iken, köprü iki yakanın birbirine eşitlenmesine yol açacaktır.
3. Nüfus dağılımı batıda %50, doğuda %50 olunca, geçiş isteği 50+50=100 olacak ve bu durum yeni köprülerin inşasını gerekli kılacaktır.
4. Köprü ile sağlanacak İstanbul’un Anadolu yakasının gelişmesi, Anadolu’nun gelişmesi değildir. Bu anlamda bir gelişme Adapazarı-Ereğli-Zonguldak-Eskişehir hattında olmalıdır.
5. Uluslararası bir ulaşım aksının, demiryolunu da içerecek şekilde ileride inşası söz konusu olabilir.
6. Doğu yakası yerleşmeleri varlıklarını sürdürebilecek şekilde kendi iş ve sanayi alanlarına sahip ihtisas şehirleri olarak geliştirilmelidir.
7. Köprü başlarında zaman içinde iş ve alıveriş merkezlerinin kurulmasıyla köprü uluslar arası ulaşıma hizmet veremeyecektir.”

Yukarıdaki raporun ne kadar doğru öngörülerde bulunduğu açık. Fazlası yok, eksiği var. Ne var ki konumuz bu değil. Bugünden bakarak köprüsüz bir yaşamı hayal etmek çok zor. Ancak Cansever’in-ve imza arkadaşlarının- köprüsüz günlerden bakarak köprülü bir geleceğe dair tespitleri bir bir doğrulanmış zaman içinde.

Bugün köprüler, İstanbul devini ayakta tutan 2 kıldan bacak gibidir. Ortasını yarıp geçen deniz etrafında 2 kıtaya yayılmış İstanbul’un halkı bu 2 ince çizgiye güvenerek şehirlerini tek ve ayrılmaz bir bütün gibi görür, hayatlarını buna göre organize ederler. Sanki İstanbul boyu yirmi küsur kilometre, eni 1 kilometrelik bir deniz kanalıyla bölünmemiş gibi hem Boğaz hattına yayılmış yerleşimlere hem de iki yakaya bir şehir muamelesi yaparlar. Herkes iki yakayı bir araya getirmeye uğraşır. Bu yüzden de Madde 3’de belirtildiği üzere hep daha çok köprü yapmak lazımdır. İlkinden sonra ne yaparsak yapalım İstanbul hep bir köprü eksik hissedecektir kendini.

Turgut Cansever’in yazısında aldığım ütopya kokusu kuşkusuz alt alta dizdiği bu maddelerde değildi. Yazının ilk paragrafında Cansever, İstanbul’u Tarihi Yarımada, Üsküdar, Galata, Adalar, Boğaz ve Marmara kıyı köylerinden oluşan bir bağımsız birimler bütünü olarak tarif eder. Daha sonra ise İstanbul metropolünü bir “yıldız kümesi”ne benzetir:

“Boğaziçi ve Haliç, bir yıldız kümesi biçimindeki metropolün sonsuzluk içinde yer alan birimleri arasında İstanbul’un idrak ve kültür hayatının da seçkin bir tezahürünü oluşturuyordu.”

Başka bir yazısında** da Cansever İstanbul’u geç ortaçağın mükemmel bir metropolü olduğunu belirtip yine aynı benzetmeye başvurur. Onun İstanbul diye gördüğü, tarihi yarımada merkezinin etrafında, Boğaz’ın lacivert sularında parlayan irili ufaklı yerleşmelerin oluşturduğu “Yıldız Kümesi”dir.

Turgut Cansever, ilk bahsettiğim yazısında bu hayalinin nasıl yavaş yavaş silindiğini anlatır. Boğaziçi, bu yıldız kümesinin içinden geçen mucizevi bir deniz değil de geçilmesi şart olan bir engel gibi görülür. Haliç de benzer şekilde Galata ve Tarihi Yarımada’nın engelidir. Bu Boğaz’a ilk köprüyü ve sonra diğerini, Haliç’e ise bir silsileyi getirecektir. Boğaz ve Marmara’daki köyler, birbirlerine kıyıdan bağlanarak bağımsızlıkları ellerinden alınır. Cansever’in, aralarındaki karanlıktan güç alan yıldızları birbirinden ayırt edilemez artık; karakterleri giderek birbirlerine benzer. Boşlukta genişleyerek komşularına uzanırlar ve nihayetinde tek ve azman bir yıldız: Birleşmiş İstanbul Kenti oluşur. Köprülerin ve etraflarına doladıkları bağlantı yollarının bu birleşmedeki payı açık ve büyüktür. Birbirinden ayrı karakterlerde bağımsız parçalardan oluşan tarihi İstanbul metropolü yekpare bir hale gelmiştir. Bu yekpareleşme, bağımsız birimlerin, Madde 6’da belirtilen şekilde varlıklarını sürdürebilecek ihtisaslaşma şanslarını da ellerinden almıştır. Köprüler tek merkezli bir şehir fikrini beslemiş, çevre yollarının bağladığı uzak birimler irileşen, ancak nüfusuyla orantılı donatılara sahip olamayan kütlelere dönüşmüşlerdir. Gerçek bir bütüncül planlamanın var olmadığı kentin her noktası birbirine öykünmüş ve yıldız kümesi kaybolmuştur.

Cansever’in ütopyası başlangıcını tarihi İstanbul metropolünün doğal yapısını korumakta bulur. Tarihi yarımada, Galata, Üsküdar üçlüsünün birbirini seyrettiği kavşaktan dört bir yana uzanan kıyılarda ve vadi boylarıyla ulaşılabilen derinlerde beliren irili ufaklı köyler göğün sonsuzluğunda asılı yerleşimlerdir. (Aynı yazıda referans verdiği Piccinato Planı bu yerleşimleri iskana açılmamış yeşil bantlarla birbirinden ayırıyordu. Sonradan o plandaki hemen her yer iskana açıldı.) Cansever için bağlanması elzem olan, 2 yaka değil, 2 kıtadır. Bu bağlantı da çok daha kuzeyden yapılabilir(idi). O, köyleri birbirine bağlayan kıyı yollarının, şehrin dokusunu yaran bulvarların onu yekpareleştirdiğini savunur. Cansever için “Boğaz, Haliç ve Marmara su hattı üzerinde devam eden şehir hayatında her biri kendi kimliğine sahip yerleşmeler arasında dolaşmak Kainat’ın sonsuz mekanında bir seyahatti”. Bir yıldızdan ötekine gitmek demek, araya Boğaz’ın topoğrafyasının, doğanın, karanlığın girmesi demekti. Bir noktadan diğerine giderken unutmak, hatırlamak ve yine unutmak. Boğaz, gördüğü tüm tahribata rağmen bugün bile bize bu seyahati sunmaktadır.

Öte yandan, İstanbul’u köprüyle tanımış biri için köprüden önceyi hayal etmek hiç de kolay değil: İlk zorluk köprünün-köprülerin fiziksel yokluğu, Kıyısındayken Boğaz’ın derinliğini anlamak için kullandığım en iri referanslar; kıyıdan uzaklaşıp üst kotlara çıktığımda gözüme çarparak bana Boğaz’ın yerini işaret eden köprü ayakları artık yok. Köprülerin geceleri suya düşen aksi yok.

Bu durumun Boğaziçi manzarasına etkileri, katkıları ayrıca tartışılabilir. Benim fikrim köprülerin Boğaz’a yakıştığıdır. Köprülerin havada yol alan incecik kesitleri bir mucize gibi İstanbul’un göğünde asılı durur, seyredilir. Köprünün üzerinde vızır vızır hareket eden küçük ışıklar halinde araçlar bu kentin kendine has yaşamının bir reprezentasyonudur.

Turgut Cansever’in düşündüğü köprüsüz metropol, yani tarihi İstanbul metropolü hayali, bugünkü sorunlarımıza da ışık tutabilir. Köprünün incecik çizgisi kendinden beklenmeyecek büyüklükte hareketler yaratmıştır peşi sıra. Köprüsüz bir İstanbul’un nasıl olabileceğini hayal etmek İstanbul coğrafyasında kurulabilecek muhtemel yaşam modelleriyle ilgili yaratıcı ilhamlar sunabilir. Yüzyıllardır Asya’yı Avrupa’ya bağlama fantezileri geliştirmiş bir kentte asıl fantezinin iki yakayı birbirine hiç bağlamamak olduğunu düşünüyorum şimdi. Şaşırtıcı aksiyon, köprü için bir mevki tartışmalarında boğulmak yerine; köprü yapmamak, bu içdeniz şehrinde*** bağımsız iki yaka olarak kalmayı seçmek olurmuş. O günlerde yapılmış böylesi bir seçimin bugünkü yansımalarını hayal etmeye çalıştığımızda İstanbul’un bugününe ait birçok gerçeği de görebiliriz.

Önüne aldığı her şeyi yakıp yıkarak büyüyen günümüz metropollerinde ancak rötarlı bir planlamadan bahsedilebilir. Kent kendini gerçekleştirir; planlamanın yaptığı, peydah olmuş şeyleri düzenlemektir olsa olsa. Bu ardıl planlamadan daha değerlisi kent hakkında hayaller kurmaktır. Kent en karmaşık ve harika ürünüdür uygarlığın. Ütopya, kenti daha ileriye taşıyabilecek, ona ulaşması olası ufukları işaret edebilecek yegane araçtır.

* “İstanbul’un Planlaması ve Boğaz Geçişleri”; İstanbul Dergisi, Sayı: 14, S. 73-75

** “Şehir”; Cogito dergisi, Sayı: 8, S. 125-129

*** Bu sevdiğim tabir Ahmet Hamdi Tanpınar’ındır.

Etiketler

Bir yanıt yazın