Mimarlık, Çıplaklık, Ateş ve Su: “Löyly”* Üzerine…

Sauna tasarlamak aynen kilise tasarlamak gibi inananı, inanmayanı ile Fin mimarları için çok önemli bir şeydi. Belki iki kutsal mekanın mimarların bu kadar ilgisini çekmesi ve yan yana gelmesi Fin mimarisinde çok özeldi ve tesadüf de değildi.

Ateş ve su o günün kahramanlarıydı. Yılın en uzun günüydü. Juhannus zamanıydı. Yüzlerce kişi saatler önce sahilde birikmiş, adanın en ucundaki sazlıkların arasında, civardaki yüksek kayalar üzerinde doluşmuştu. Sabırsız bir bekleyiş sürdü gitti. Ama beklemek, bu ritüelin önemli bir parçasıydı. Konuşmalar yapıldı. Arkasından geleneksel giysili genç kızlar ve erkekler şarkılar söyledi ve kıyıdaki küçük ateşler bir bir yakıldı.

Küçük ateşler, küçük kıvılcımlar gelecek büyük ateşlerin habercisidir. Öyle de oldu. Ateşin sonuncusu ve en büyüğü bir salın üzerinde, koyun tam ortasında hazırlanmıştı. Odunlar, aralardaki çalı çırpı özenle üst üste yığılmıştı. Sanki bu yığının tepesinden çekilmiş hatırı sayılır dev bir piramit oluşmuştu. Suyun üzerinde kıyıyı çeviren ve devamlı yanan meşaleler vardı. Arkadaki alçak ve yayvan, sanki denizde üstü sıvazlamış gibi gözüken granit kaya bu yığına fon yapıyordu. Kayanın arkasında, deniz irili ufaklı botlarla doluydu. Herkes adanın her yerinden oraya koştu, biraz sonra törenle yanacak ateşin çevresine geldi. Ateşin yeri her şeyin ortasındaydı. Gecenin merkezindeydi. Yeni evlenen çiftin de içinde olduğu eski geleneksel kilise kayığı bekleniyordu… Gece sürdü gitti.

Ertesi gün, bir önceki akşamın tadı hala damağımda kalmış, bütün bu görüntüler hala belleğimde Löyly‘ye yaklaşıyordum. Juhannus hala sürüyordu. Ateş ve su olur da, Juhannus olur da, sauna olmaz mı? Löyly mimarlık dünyasında bu yılın açık ara yıldızı olmuştu. Herkes ondan bahsediyordu. İşte ışıkta parlamaya başladı. Şimdi uzaktan orası burası özenle farklı açılarda kesilmiş haliyle etraftaki kutuların arasında sanki tek başına organik bir kütleyi andırıyordu. Aslında kütlenin üzerinde çıkan bacaları ile ilkel ve özel bir hali vardı. Üzerindeki insanları seçmeye başladım. Kimisi yukarı doğru tırmanmaya çalışıyordu. Benimle birlikte sanki herkes çoluk çocuk ona doğru gidiyordu. Löyly yayvan bir yükseltiyi, prizmatik, yorumlanmış bir kayaya benziyordu. Yatay bir heykel gibiydi. Ama kaya değildi. Her yanı ahşaptandı. İnce ince, şerit şerit baştan aşağı ahşaptı. Her iki şeritten biri boş çizgiler halinde yapılmıştı. Denizin tam kenarındaydı. Merdivenlerle bir yanından suya iniliyordu. Kıyıya etrafındakilere aldırmadan kendi halinde yatmış, uzanmış gibiydi.

Ortalık ana baba günüydü. Kalabalığa karışmadan binanın taa ucuna vardım, yukarı doğru tırmanıyordum masif ahşap merdivenlere bir bir basa basa. Üst katta da insan kaynıyordu. Herkes birörnek şezlonglarda yan yana dizilmiş, yarı yatar vaziyette, sanki balık istifi gibiydi. Taa tepesine doğru çıktım. İşte deniz 180 derece önümüzdeydi. Daha önce geldiğimde de gördüğüm bir fotoğraf bu gün gibi aklıma geldi. Kim bilir birbirleriyle iç içe yarışan kaç yelkenli vardı ufuk çizgisinin üzerinde. Ufuk çizgisi ne kadar da etkileyiciydi. Sonra sağa doğru güneşin parıltısı yelkenlilerle kucaklaştı. Optimistler onlara eşlik eden büyük yelkenliler, motorlar arasında o muzip halleri ile rüzgarda uçup, uçuşup gidiyorlardı. Bulutlar sanki düşen ışığa, denizin parıltısına, yanı başındaki yarışa naziye yaparcasına büyükten küçüğe hafifçe aşağıdan yukarı bir yay çizerek savrulup durdu. Müthiş bir tabloydu.

Löyly‘nün üzerinde fotoğraf çekenler, içkisini yudumlayanlar, aşağıda saunadan çıkanlar, yarı çıplak vücutlar hepsi oradaydı. Herkes juhannus ile birlikte bir kutlama telaşında, bir kutlama halindeydi. Bütün her şeyin üzerine ahşaptan dev bir örtü örtülmüştü sanki. Kendine özgü bir topoğrafyanın, ahşapları hala kokan bir peyzajın üzerinde, onun bir köşesindeydik.

Tekrar aşağı yol kenarına indim ve binanın yırtmaçlarından birinden usulca ve merakla içeri girdim. Aklım saunadaydı. Lokanta, teras, deniz kenarı, basamaklar derken kısa etraf turundan sonra her şeyin kalbi saunaya nihayet ulaştım. Üç tane sauna saydım birinden diğerine giderken. Hepsi kızlı erkekli kullanılıyordu. Bu üçlü sauna dizisinden birisi özeldi. Kapısından baktım. Kimseler yoktu. Isıtılmamıştı da. Dikdörtgen soyunma, giyinme ve duşlar mekanın en ucunda deniz kenarına bakan simetrik bir sauna mekanıydı. Her şey elbette ki ahşaptandı. Ortada dik masif merdivenler ve yüksekte sağda solda oturmalar ve eksende boydan boya pencere önünde suyun atılacağı ocak vardı. O gün bu bölüme nedense kimseyi almıyorlardı. Aslında içlerinde en güzeli buydu belki. Ama anlaşılan bazı gruplar içindi ve bu sauna özel zamanlara hazırlanıyordu. Diğer ikisi ise herkesin birlikte istediği zaman bir ona, bir ötekine gittiği saunalardı. Kadın ve erkekler bölümlerinin soyunma mekanlarının uzantısında olan duşlar, iki sauna arasındaki ortalık yerde gri koyu duvarların önünde sıralanmışlardı.

Her birinin yanında özel kokuları ile kavak şampuanları dizilmişti. Saunaya girenlerin bıraktıkları beyaz havlular ve kare şeklinde bazı özel oturma bezleri özel askılara bırakılmıştı. Saunalardan biri diğerlerine göre çok daha sıcak duman saunası olanıydı. Ona dışarı çıkılıp giriliyordu. İçeride kesif bir duman kokusu vardı. Oldukça loştu. Diğer sauna ise bir başka geleneksel olanıydı. Daha aydınlıktı. Köşeden merdivenle çıkılınca yukarıda L şeklindeydi. Oldukça basıktı. Ortada da büyük ocak vardı. Her ikisinde de dışarısını kaplayan açılı duvarların yatay şeritlerinden deniz görülüyordu. Yine her ikisinde de olan “Kiuas” yani üzerlerine su atılan ocaklar, kapanır açılır şeklinde büyük kutular olarak tasarlanmışlardı. Birinin kalkıp hareket ettirdiği uzun birer kol ile açılıyorlardı. Sıcaklık kontrol edilerek üzerlerine su atılıyor ve bir süre sonra kol ile yine kapatılıyordu. Orada yanımda oturan Fin Sauna Kulübü üyesi bir bayanla o sıcakta sauna ve su atma üzerine koyu sohbete giriştik. Sonra da Helsinki’ye bir sempozyum için gelen birkaç kişi ile sohbete daldık. Yirmi, yirmi beş kişinin sıralandığı saunada sözler havada uçuşuyordu. Farklı sohbetler birbirine karışıyordu. Anlaşılan insanlar burayı sevmişlerdi ve birbirleriyle, tanımadıkları ile paylaşıyorlardı. Sauna sonrası dinlenmek yemek ve içmek için mekanların ortasında siyah üçgen davlumbazlı, ateşin de yandığı siyah bir orta ocağı da vardı. Orada da ateşi yakan Asko ile karşılaştım.

Asko bir Estonyalıydı. Dediğine göre bu binayı sekiz ayda, sekiz on kişi, kendisi gibi Estonyalılar inşa etmişti. Burası sanki onun evi olmuştu. Her sabah saunaları düzenleyen, temizleyen, ziyaretçilere hazırlayan da oydu. Ve yine üçgen bir yırtmaçtan dışarı çıkılıp açık havaya ve iskeleye gitmek, soğuk suya dalmak için çıktım. Soğuk, sıcak yine soğuk, yine sıcak derken bu ritim, su ateş ve Löyly ile sürüp gitti. Fin sauna geleneğinde hiç alışılmadık, hatta hiç olmadık biçimde bu mekanlara girip çıkanlar mayolarıyla, bikinileri ile havlularıyla ortalıktaydı. Kimse tamamen çıplak değildi. Doğrusunu söylemeliyim bu biraz tuhaf geldi. Çıplaklık yok olmuştu. Bu hali ile de bizim hamamlar gözümün önündeydi. Sanki peştamallar, beyaz havlular ile yer değiştirdi. “Bir peştamal eksikti” diye bir an aklımdan geçti ve güldürdü. Tabii “en azından tasarımın bir bölümü belki bu özel halde kendi kapalılığı ve denize ulaşımı içinde düşünülebilir miydi?” diye düşünmeden de edemedim. Bu şerit şerit ahşaplar, doğasında bir saklama halini belki de zaten ortaya koymuş olan bu yapının bir kenarından bir bölüm nasıl akar gider ve herkesten uzak gelenekteki saunaya hiçbir şeysiz çıplak girme ve denize ulaşma halini ve bir tür özel kapalılık ile diğer mayo ile girilen saunalardan ayrı nasıl buraya eklemlenlendirilebilirdi? Ya da bütün kurgu, değişimli de olsa nasıl gelenekteki gibi çıplaklığı da isteyenler için burada sağlayabilirdi?

Çünkü Fin kültüründeki sauna seremonisi içinde çıplaklık kutsal bir şeydi. Kimse bu kültürde sauna da birbirine o anlamda bakmıyordu. Tabii kadınların ve erkeklerin tercihlerine ve seçimlerine göre ayrı ayrı ya da birlikte gittikleri saunalar vardı. Ama her nasılsa aileler, eşler, yakın dostlar arasında yapılan, arkadaşlarla paylaşılan ve toplumun merkezinde bir ritüeldi. Ayrıca sauna tasarlamak aynen kilise tasarlamak gibi inananı, inanmayanı ile Fin mimarları için çok önemli bir şeydi. Belki iki kutsal mekanın mimarların bu kadar ilgisini çekmesi ve yan yana gelmesi Fin mimarisinde çok özeldi ve tesadüf de değildi. Aslında her ikisi içinde Finlilerin çok özel ve kutsal mekanları denilebilirdi. Bu bina ise bu açıdan biraz da herkesi bir araya toplamak ama saunayı da bu yolla tanıtmak adına turistleri de buraya davet eden bir yorumlamaydı belki de.

Kısacası Löyly bu binanın adıydı. Löyly Fin Kültüründe çok önemli bir kelimeydi. Saunaya adeta ritim tutuyordu. Saunaya tempo veriyordu. O olmadan sauna kesinlikle olmuyordu. Sauna olmadan da Löyly olmuyordu. Bir ikiz kardeş, birbirinin tam anlamı ile tamamlayıcısı, ateşleyicisiydi. Anlamı sauna sıcaklığında zamanı geldiğinde ateşin üzerine atılan ve sonra da belli aralıklarla tekrar tekrar atılan suyun adıydı. Löyly atmanın elbette ki bir yolu, yordamı vardı. Hedefi tutturacaksınız, yanan kömürün tam üzerine atacaksınız, ama belli bir yumuşaklıkta fırlatacaksınız, belli bir sıcaklık olduktan sonra atacaksınız ve tekrar attığınızda sıcaklığı yeniden ayarlayacaksınız. Bu işin Finli ustaları bu gelenekte yetişmişlerdi. Tabii ki geleneksel olarak ahşaptan ya da metalden Löyly‘nün atıldığı özel bir kepçesi de vardı. Suyun dolduğu kabı da kepçesi gibi özeldi. Löyly Fin saunasında olmazsa olmaz bir şeydi. Şimdi içinde olduğum, benim gibi birçok kişiyi konuk eden bu bina Löyly de Fin mimarisinde böyle özel bir seremoni için şimdiden önemli bir yer olmaya adaydı. Bu binayı buz geldiğinde, her yer bembeyaz olduğunda hayal etmeye çalıştım. Bu enstalasyon buzla, karla kim bilir ne hale gelecekti.

Löyly‘nün etrafını şerit şerit yatay ahşaplarla bir elbise kaplamıştı. Bu aslında yüz yıllardır Aalto’sundan, Ervi’sine, Leiviska’sından daha pek çok mimarına Fin mimarisinde kullanılan salaikkö yani yukarıdan aşağı şerit şerit ahşapların alt alta gelmesi ile kullanılan ışığı kırmaya yönelik dekoratif iç ya da dış panolamaların, yatay kafeslemelerin belki de ilk defa bir binayı oluşturan harcimsel, değerli bir yorumuydu. Ve sanırım eğer doğru hatırlıyor isem, Finlandiya’da ilk defa bir binanın kendisi bu yolla yani salaikkö bu ölçekte kullanılarak bütünsel bir düşünce ile geleneği de cesaretle yorumlanarak bir enstalasyona dönüştürülmüştü. Baştan aşağı ahşap malzeme kullanılarak da bina ile bu denli ekolojik bir sonuca varılmıştı. Tasarım adına önemli bir şey de içerideki dik açısal planlama dışarıdaki parça parça değişik yönlere dönen prizmatik duvarların oluşturduğu irrasyonel, açılı sınır çizgileri ile kontrast bir halde adeta bilinçli bir flörte girişmesiydi. Bu da özellikle arakesitlerde yapının etrafındaki üçgen giriş çıkış kapılarını içe ya da dışa doğru aşınca oldukça sürprizli, tahmin edilemeyen mekanlarla karşılaşılmasını sağlıyordu. Tabii camlardaki dış örgünün yansıması aralıklardan gelen ışıkla birleşince bu kesitlerde çok enteresan mekanlar da ortaya çıkıyordu.

Löyly‘nün bir bakıma eskizsel bir hali de vardı. Yanlışlar, gözden kaçmalar olsa da göz ardı edilebiliyordu, tasarımın adeta bir parçası oluyordu. Kısacası ana strüktürü oluşturan, açılı birbirini bulan çelik dikdörtgen boş profillerle, bu profillere bağlanan, bulonlarla onlara tutturulmuş tek tip yine çelik küçük parçalara yerleştirilen uzunlamasına ahşaplar, binanın dışarıdan gözüken cephesinin esasını oluşturmuştu. Alttaki buraya gelenlerin hizmetine sunulan oldukça abartılı lokanta bölümü dışında her şey etraftaki bütün yatay geçirgen duvarlarla kaplı, aslında hem kapalı hem de içeriden dışarıya açık hissi veriyordu. Ayrıca üzerine isteyenin, çoluk çocuk istediği yere kadar çıktığı, sauna sonrası bir yere kadar tırmandığı, bazı gerekli cam engellemelere karşın deneyimlenen bir yapıttı. Yani mimarlar burada suni bir Harju (Fin doğasında çok yüksek olamayan sanki üzerleri sıvazlanmış gibi buraya özgü yükseltiler) yapmıştı belki de. Kısacası hem çıplaklık, hem açıklık, hem kapalılık açısından Fin kültürünün çok önemli nirengi taşı olan, günlük yaşamın da hala tam ortasında olan kültürün vazgeçilmez kutsal bir mekanı olan, sauna üzerine yapılmış, insanı düşündüren cesaretli bir yorumdu Löyly.

Löyly‘den sonra, adeta bende bıraktıkları üzerime sinmiş yine başa dönüyor ve o dün akşamki muhteşem en uzun gün seremonisini tekrar hatırlıyorum.

Sonunda beklenen an geliyor. İçinde o güzel giysileri ile gelin ile damadın da olduğu, bir zamanlar köylerden kiliseye yolcularını taşıyan hala özenle saklanan geleneksel kayık, tarihi kilise kayığı adanın en ucundaki koya doğru süzülüyor. Kayık koyun ortasındaki en büyük odun yığınına ağır ağır yaklaşıyor. Geleneksel kayığın en ucundaki kişi her kimse yığını usulca ateşliyor. Fonda koronun bu güne özel bir şarkısı var. En uzun gecenin on beş, yirmi metreyi bulan dev ateşi yanmaya başlıyor ve yükseldikçe yükseliyor. O günün aktörleri, kıyılarda yanan ateşler, hemen hemen her evde, her konutta, her kesa mökki‘de (yaz evlerinde) olan özel saunalar ve özel Löyly‘ler sahne alıyor yeni bir en uzun günün yok denecek kadar az olan kısaldıkça kısalmış akşamında. Evet, ateş her zaman yanmalı, ateş her daim sürmeli. Ve bu gelenek, ve bu geleneksel ateş bir evden bir eve, bir yaz evinden diğerine adeta elden ele saunalarda bir bayrak yarışı gibi sürdükçe sürüyor aynen Löyly‘lerle, ve şimdi Helsinki kıyılarını süsleyen bu özel Löyly‘de olduğu gibi kültürün çok derinlerinde kopup gelen vazgeçilmez bir sembol gibi…

* Löyly, genç mimarlar Anu Puustinen ve Ville Hara tarafından tasarlandı ve yaklaşık üç dört hafta önce Helsinki’de özel bir törenle kullanıma açıldı.

Not: Bu yazı sevgili Nuray Saatçioğlu için… Onun Juhannus’u ve Kuzey’in en uzun gününü nasıl sevdiğini, takip ettiğini ve değer verdiğini biliyorum. Ona adıyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın